22 Nisan 2022 Cuma

DOKUMACI KARINCALAR

 Dokumacı karıncalar Afrika'nın yağışlı ormanlarında yaşarlar. Bu karıncaların özelliği yuvalarını diğer hemcinsleri gibi toprak altında değil de ağaçların tepelerinde yaprakları kullanarak yapmalarıdır. 

Karıncalar ilk aşamada yerleşmeyi planladıkları ağaç üzerine dağılırlar. Ağacın yuva yapacakları bölgesini tespit ettikten sonra süratle işe koyulurlar. Kullanacakları yaprakları kenarlarından bükerler. Yaprakları biraraya getirmek için, birbirlerine kenetlenerek asma köprüler oluştururlar. Zincirin en başındaki, yaprağı ucundan yakalar ve kendine kenetlenen ikinci karıncaya uzatır. Bu nakil işlemi, yaprak ucunun en son karıncaya ulaşmasına ve iki yaprağın üst üste gelmesine kadar sürer.


LARVADAN DİKİŞ MAKİNESİ OLUR MU?

Birkaç karınca ayak ve ağızlarıyla yaprakların kenarlarını tutarken diğerleri de kuluçka yuvasından yarı gelişmiş larvalar getirir.

Larvalar ağız salgılarıyla birlikte mekik vazifesi görecektir. Yetişkin karıncalar larvaları yaprak kenarlarına bastırınca larvaların ağ salgı bezleri çalışmaya başlar. Karıncalar yapraklar birbirine sımsıkı tutununcaya kadar larvaları bir dikiş iğnesi gibi ileri getirip götürürler. 


Alıntıdır.

Mardin

 


21 Nisan 2022 Perşembe

TERMİTLERİN GÖKDELENLERİ

 Doğadaki mimarlar arasında termitlerin yeri tartışılmazdır. Görünüş olarak karıncalara çok benzeyen bir böcek türü olan termitler, topraktan yaptıkları görkemli yuvalarda yaşarlar. Bu yuvaların yükseklikleri 6 metreyi, genişliği ise 12 metreyi bulur. İşin en ilginç yanı ise, bu hayvanların kör olmalarıdır.

Yuvanın yapı malzemesi işçilerin salyalarını toprakla karıştırarak yaptıkları, sert ve dayanıklı bir harçtır. Termitlerin yapı sanatının en olağanüstü özelliği ise, koloniye düzenli hava ve şaşılacak bir sabitlikte ısı ve nem sağlamasıdır. Topraktan yaptıkları gökdelenlerin kalın ve sert duvarları, yuvanın iç kısmının dışarıdaki sıcaktan uzak tutulmasına yarar. Hava çevirimi için yuvanın iç duvarları boyunca uzanan özel koridorlar yaparlar. Diğer taraftan gözenekler havayı sürekli filtre eder. 

Orta boydaki bir yuvanın sakinlerinin ihtiyaç duyduğu oksijen için, her gün 1500 lt hava gereklidir. Eğer bu hava doğrudan doğruya içeri alınırsa, yuvada oluşan ısı termitler için son derece tehlikeli boyutlara çıkacaktır. Ancak termitler başlarına geleceği biliyormuşçasına bunun tedbirini almışlardır. 

Aşırı ısınmaya karşı yuvanın altına nemli mahzenler yaparlar. Büyük Sahra'da yaşayan türler ise zemininin 40 metre kadar aşağısına bir su cetveli kazıp, yukarıdaki yuvaya suyun buharlaşarak ulaşmasını sağlar. Gökdelenin kalın duvarları ise içerdeki nemin korunmasına yardımcı olur.

Sıcaklık kontrolü de nem gibi büyük hassasiyetle yapılır. Dıştaki hava, yuvanın yüzeyine yapılmış ince kanallardan geçerek nemli mahzenlere girer ve buradan yuvanın en üstündeki bir hole uzanır; orada hava, böceklerin bedenleriyle temas edip ısınarak yükselir. Böylece basit bir fiziksel ilke yoluyla, koloni işçilerinin sürekli olarak denetlediği bir hava dolaşımı sistemi sağlanmış olur.

Ayrıca yuva dışında, su baskınlarına karşı eğimli bir dam ve oluklar göze çarpar. 



GÖKDELEN İÇİNDE TARIM


Bazı termitler, gökdelenin içinde yaptıkları bahçelerde, beslenmek amacıyla mantar yetiştirirler.

Ancak, bu mantarlar, normal yaşamsal faaliyetleri sonucu, termitlerin sağladığı sıcaklık dengesini bozacak şekilde ısı yayarlar. Bu aşırı ısı artışını termitlerin mutlaka dengelemeleri gerekmektedir. Termitler, hem kendilerinin meydana getirdiği ısıyı, hem de yuva içindeki bahçedeki mantarların metabolizmalarından açığa çıkan ısıyı uzaklaştırmak için ilginç yollara başvururlar. Oluşan sıcaklık yuvadaki ana kuleye (bacaya) doğru yükselir. Hava dolaşarak duvarlara yakın küçük kanallar boyunca yan bacalara geçer. Burada oksijen içeri alınıp, kendilerinin ve mantarların çıkardığı karbondioksit geri verilir. Bundan dolayı bir termit yuvası bütün koloni için dev bir ciğer gibi çalışır. Hava kılcal kanal sistemi boyunca ilerledikçe serinler.

Sonuçta; devamlı serin ve oksijence zengin hava, dakikada yaklaşık 12 cm kadar hızla içeri girer ve böylece içerdeki sıcaklık devamlı olarak 30 derecede sabit kalır.


Alıntıdır.


Kuzey Avrupa Söylenceleri - 10

 


VI. Bölüm

(Brunhild Gunnar'ı, Sigurd'u öldürmeye ikna eder. Gunnar Guttorm’u bu işi gerçekleştirmesi için ayarlar. Gudrun istemeden ihanetin ortağı olur.)

Brunhild saraya dönünce odasına çekildi ve ölüm yaklaşmış gibi uzanıp kaldı. Gunnar onun sağlığından kaygı duydu ve neyin yolunda olmadığını söyletmek için onu zorladı. Başlangıçta Brunhild konuşmadı. Sonunda sordu, "Gunnar, sana verdiğim yüzüğü ne yaptın? Fafnir'in hazînesine sahip olan ve Grani'yi alevli halkadan geçirenle evlenmeye söz verdim. Bu adam ancak Sigurd olabilirdi, çünkü yeryüzünde yürüyen insanlar içinde yalnız o, yüreğinde korkutucu ejderha Fafnir'i öldürmeye yetecek cesarete sahip."


"Sen Gunnar, hayatında hiçbir önemli iş başarmadın" diye ekledi, "hangi büyük hâzineyi kazandın? Kral olabilirsin, ama soylu bir Önder değilsin, ölü bir adamın cesaretine sahipsin! Yaşayan en soylu insanla evlenmeye söz verdim ve seninle evlenince sözümü bozmuş oldum. Sigurd benim olmadığı için senin ölümüne neden olacağım. Grimhild'in ihanetini en korkunç karşılıkla Ödeteceğim, çünkü senin annenden daha kötü bir kadın dünyaya gelmemiştir!"


Gunnar sakince yanıtladı: "Zehirli bir dille konuşan kötü bir kadınsın. Senden çok daha üstün bir kadını eleştiriyorsun. O yaşamını insanları öldürerek geçirmedi, herkesten övgüler aldı."


"Ben senin annen gibi gizli gizli kötü işler yapmadım" dedi Brunhild. "Ama yüreğim seni Öldürmek için kaynıyor! Bir daha beni asla evinde mutlu karın olarak göremeyeceksin. Bir daha beni asla satranç oynarken veya altın işlemelerimi işlerken, arkadaşlarla içerken, iyi sözler söylerken, sana güzel Öğütler verirken göremeyeceksin. Sigurd benim olmadığı için yüreğim üzüntüyle dolu ve bir daha yüreğimde asla senin sevgin olmayacak!"


Brunhild yataktan çıktı, iğne oyalarını parçaladı, kapı ve pencereleri açtı; figânlarının her yerden duyulmasını istiyordu. Yedi gün yedi gece boyunca odasında yalnız kaldı, yemeyi içmeyi, bütün arkadaşlık önerilerini reddetti. Gunnar, Hogni ve hizmetçiler teker teker onun yüreğine ulaşmaya çabaladılar, ama Brunhild'in acısı ve öfkesi yatıştırılamaz türdendi.


Sonunda Sigurd Gudrun'a "Korkarım üstümüzde kötü rüzgârlar esiyor" dedi. "Brunhild odasında yalnız kaldıkça, yüreğinde benim için korkunç şeyler tasarlıyor!"

"O zaman lütfen gidip onunla konuş" diye yanıtladı Gudrun ağlayarak, "ona altın öner. Hazineler onun acısını dindirecek, öfkesini yatıştıracaktır!"


Sigurd Brunhild'in odasına gitti, yorganını çekip aldı ve bağırdı: "Uyan Brunhild! Yeterince uyudun! Güneş parlıyor, bırak mutlu düşünceler yüreğindeki acıyı dağıtsın."


"Hangi cesaretle karşıma çıkıyorsun!" diye yanıtladı Brunhild. "Yeryüzünde bütün yaşayanlar arasında en çok senden nefret ediyorum, çünkü sen bana haksızlık ettin."


"Hangi kötü ruh seni ele geçirmiş ki bana böyle acımasız davranıyorsun? Senin hakkında hiçbir zaman kaba bir şey düşünmedim. Kocanı serbestçe seçtin."


"Hayır Sigurd" dedi Brunhild, "Gunnar'la evlenmeyi ben seçmedim. Benim alev çemberimden o geçmedi, sen geçtin! Gunnar'ı salonumda önümde dikiliyor görünce senin gözlerini tanıdığımı sandım. Nornlar iyi ve kötü konusunda beni kör ettiler ve ben kuşkulanma karşın Gunnar'la evlenmeyi kabul ettim. Yüreğim onu hiç sevmedi, ama gerçek duygularımı saklamak için elimden geleni yaptım. Korkunç ejderha Fafnir'i öldüren ve benim ateşimden atlayan şendin, Gunnar değil!"


"Brunhild, senin kocan olmadığım doğru, ama ünlü biriyle evlendin. Gunnar en soylu insan! Büyük krallar öldürdü. Üstelik seni yürekten seviyor. Böyle bir sevgiyi koca bir hâzineyle satın alamazsın. Nasıl olur da onu sevemezsin? Niçin bu kadar öfkelisin?"


"Bir kılıç kanına bulaşmadığı için yüreğim yanıyor" diye yanıtladı Brunhild.


"Korkarım çok beklemen gerekmeyecek" dedi Sigurd. "İkimizin kaderinde de yeryüzünde ancak birkaç gün daha kalmak var."


"Benim için fark etmez" dedi Brunhild. "Bana ihanet ettiğine göre, yaşayıp yaşamadığıma aldırmıyorum."


"Senden yaşamanı ve Gunnar'la beni sevmeni istiyorum! Yaşarsan bütün hâzinemi sana vereceğim!"


"Yüreğimdekileri anlamıyorsun. En iyi erkek de sensin, sevdiğim tek erkek de sensin, Gunnar değil!"


Sigurd yanıtladı: "Seni kendimden çok sevdim. Hâlâ da seviyorum. Fakat Kraliçe Grimhild'in kurbanı oldum ve seni kaybettim. Ancak sen Gunnar'la evlendikten sonra seni anımsadım ve o zaman sana olan sevgim de canlandı. Yüreğim benim karım olmadığın için yandı, ama en iyisini yaptım. Ne de olsa bir sarayda yaşıyoruz, beni seven bir karım var ve hep birlikteyiz."


"Sana acımıyorum Sigurd! Senin bana duyduğun sevgi ve kaderimiz karşısındaki acın yüreğimi ısıtmak için çok geç kaldı. Alevlerimden geçen erkekle evleneceğim diye yemin ettim, bu kutsal yemini tutamazsam ölürüm daha iyi!"


"Senin ölümüne dayanamam!" diye bağırdı Sigurd. "Eğer böyle olacaksa, Gudrun'u bırakıp seninle evlenirim!"

"Hayır Sigurd, artık çok geç. Ne seni ne de başka erkeği istiyorum! Sensiz güç ve zenginlik hiçbir şey ifade etmiyor. Yaşamın anlamı yok ve ölmek istiyorum."


Söyleyecek söz kalmayınca, Sigurd Brunhild'in yanından çıktı. Yüreği o kadar acıyla dolmuştu ki, taştı ve zincirden dokunmuş gömleğinin demir halkalarını patlattı. Gunnar'a Brunhild'in öfkesi veya kendi acısı hakkında bir şey söylemedi.


Sonra Gunnar Brunhild'i gördüğünde, kız ona şöyle dedi: "Sigurd senin biçimine girip beni senin adına kazanmak için ateşten atladığında benimle yatıp sana da, bana da ihanet etti. Bu suçu nedeniyle Sigurd Ölmeli, çünkü suçu işleyen o. Veya sen ölmelisin, çünkü ona sen izin verdin. Veya bunun utancından ben ölmeliyim. Sigurd'u kesmeyi kabul etmezsen, senin zenginliğini, ülkeni ve canını yok edeceğim. Aileme döneceğim ve kalan günlerimi acımı yenmek için geçireceğim."


Brunhild'in beklediği gibi Gunnar, kendisine anlattığı öykünün gerisini anlayamadı. Bütün gün acılı bir yürekle oturdu, ne yapabileceğini düşündü. Yüreği Sigurd'a duyduğu sevgi ve ettikleri arkadaşlık yeminiyle, karısına duyduğu sevgi ve ona borçlu olduğu bağlılık arasında bölünmüştü. Sonunda karısının ondan ayrılmasının utancıyla yaşayamayacağını anladı. "Brunhild bütün kadınların en iyisi" diye düşündü, "benim için dünyadaki her şeyden değerli ve onun sevgisini, zenginliğini yitirmektense ölürüm."


Gunnar kardeşi Hogni'yi çağırdı ve "Kötü zamanlara uğradık. Sigurd'u kesmeliyiz, çünkü bize sadakat göstermedi. Sonra onun topraklarını ve zenginliğini aramızda bölüşürüz" dedi.

Hogni, "Fafnir'den  aldığı hazine için Sigurd'a ihanet mi edeceksin?" diye sordu. "Yoksa bu ihaneti Brunhild'in hâzinesini almak için mi düşünüyorsun? Sigurdla arkadaşlık yeminini bozmamamak onur bağımızdır. Seni Brunhild'in ikna ettiğini biliyorum, ama düşünmeni istiyorum. Sigurd'u kesersen, hepimize utanç ve onursuzluk getirirsin!"


"Bunu yapmaya kararlıyım" dedi Gunnar. "Sigurd'u, kardeşimiz Guttorm kessin, çünkü o Sigurd'la ikimizin ettiği yemini vermek için çok küçük. Üstelik ona ne söylersek bize inanır."

"Bu kötü işten hiçbir iyilik çıkmayacak!" diye bağırdı Hogni. "Sigurd onurlu biri. Onun güvenine ihanet edersek, bu aptal işimiz kendi üstümüze çöker."


"İkimiz arasında seçim yap, Hogni" dedi Gunnar, "ya Sigurd'u keseceğiz veya ben kendi yaşamıma son vereceğim!"


Böylece Hogni ihanete razı oldu. İki kardeş Guttorm'u çağırdılar ve Sigurd'u kesmesi karşılığında ona büyük güç ve zenginlik sözü verdiler. Biraz annelerinin sahip olduğu büyü bilgisini kullandılar. Hamurun içine biraz kurt etiyle birlikte solucan kattılar ve bunu gizlice şaraba ekleyip Guttorm'a içirdiler. İlaç Guttorm'u ne derlerse düşünmeden yapacak hale getirdi.


Kardeşler, Guttorm'un Sigurd'u kesebilmesi için domuz ve ayı avı düzenlediler. Gudrun, Sigurd'un av seferinde kardeşlerine eşlik edeceğini duyduğu zaman yüreği önsezi ve korkuyla doldu. Brunhild'in öfkesinin derinliğini bilmese de, Sigurd'un onun kötülüklerine hedef olacağından korktu.


"Sigurd'u Brunhild'in kötü tasarılarından korumam için bana kim yardım edebilir" diye düşündü. "Artık Gunnar'a güvenemem. Karısı ondan ne isterse yapar. Hogni elbette Gunnar'ı destekleyecek, onlar hiçbir zaman ayrılmadılar. Ama Guttorm bana yardım edebilir. Gunnar ve Hogni'ye o kadar yakın değil. Evet, sanırım ona güvenebilirim."


Böylece Gunnar en küçük kardeşi Guttorm'u çağırdı ve ona, "Brunhild'in sizin av maceranız sırasında Sigurd için bir kötülük tasarladığından korkuyorum" dedi. "Sigurd ailemize daima sadık oldu, benim Brunhildle aptalca tartışmamdan onun zarar görmesini istemiyorum. Aceleci dilim yüzünden çoktan özür diledim." 


Guttorm, "Sigurd'u her zaman sevmişimdir" dedi. "Benden ne yapmamı istiyorsun Gudrun?"

"Bir hainliğin av kazası gibi gösterilmesinden korkuyorum" diye yanıtladı Gudrun. "Sigurd'un yanında kalmanı ve onu benim için korumanı istiyorum."

"Sana Sigurd'un yalnızca bana açtığı bir gizi vereceğim" diye devam etti. "Ejderha Fafnir'i kestiğinde, canavarın kanıyla kaplanmış. O zamandan beri üstüne hangi kan bulaşırsa bulaşsın, hiçbir silah ona işlemiyor. Ama Fafnir'in kaynayan yarası Sigurd'u sardığında rüzgâr yakındaki bir ıhlamur ağacının yapraklarını savurmuş ve bu yapraklardan biri omuzlarının arasına yapışmış; ejderhanın kanının burayı ıslatmasını engellemiş. Bir hainlikle Sigurd'un bu noktadan vurulup Öldürüleceğinden korkuyorum."


Guttorm, "Eğer Sigurd'un ceketine burayı işaretleyen bir desen işlersen, gözlerimi ondan ayırmayacağıma söz veriyorum" dedi.


"Teşekkür ederim" dedi Gudrun. "Sigurd'un işlemeli av elbisesine kırmızı ipekten bir yaprak ekleyeceğim. Rengi sayesinde öteki desenlerden ayırt edilecek ve yalnız seninle benim özel anlamını bildiğimiz daha büyük bir desen olacak."


Gudrun'un korkuları onu rahatsız etmeyi sürdürüyordu. Av sabahı üzüntüden aklını kaçırmış gibiydi. "Ah Sigurd" diye seslendi, "dün gece rüyamda, çayırda iki domuzun peşine düştüğünü, yarandan akan kanın çiçekleri koyu kırmızıya boyadığını gördüm. Lütfen bu ava katılma. Birinin seni öldüreceğin¬ den korkuyorum!"


"Saçmalama, Gudrun" dedi Sigurd, "senin akrabalarınla gidiyorum ve birbirimizi ne kadar sevdiğimizi biliyorsun. Benden nefret eden kimse bilmiyorum, çünkü böyle bir iş hiç yapmadım. Rahat ol, birkaç güne kadar döneceğim."

"Ah Sigurd" diye ağladı Gudrun, "aptallık ediyorsun! Dün gece rüyamda iki dağın devrilip seni gömdüğünü gördüm. Bir daha seni göremedim. Lütfen ava katılma. Yüreğimden biliyorum ki, biri seni öldürmeye kalkışacak!"


"Saçmalama sevgili karıcığım" dedi Sigurd. "Korkman için hiçbir neden yok. Rahat ol, beni özlemen için zaman kalmadan geri döneceğim." Sigurd Gudrun'u şefkatle kucakladı ve ayrıldı.


Av partisi huzur ve neşe havasında ormana yöneldi. Ormanın derinliklerine girdiklerinde av stratejisini tartışmak için durdular. Sigurd "Av şansımızı iki katına çıkarmak için ikiye ayrılalım" diye önerdi.

"İyi fikir" diye yanıtladı Gunnar. "Sen becerikli olduğuna göre Hogni benimle gelsin, Guttorm sana kalsın. Böylece eşit oluruz."


Sigurd ve Guttorm kolay av buldular. Birlikte birçok geyik ve yaban keçisi öldürdüler. Sonra kocaman bir domuzun peşine düştüler; korkunç dişleri ve keskin gözleri en yetenekli avcıya bile meydan okuyordu. Hayvan Grani'ye doğru saldırınca Sigurd kılıcıyla onu öldürdü.


Bir ayı bulduklarında ağaçlar arasında bir boru sesi duydular. Sigurd "Çok iyi avlandık Guttorm" dedi, "artık eğlenme zamanı geldi. Bu ayıyı yakalayıp canlı getirmek istiyorum. Bu kardeşlerini şaşırtacak ve gülecek şey çıkacak."


Sigurd Grani'yi gidebildiği kadar uzağa götürdü. Orman sıklaştığında atından indi ve ayıyı yaya izlemeye başladı. Sigurd ayağına pek çabuk ve sessizdi, ayıyı önceden yaralamasına bile gerek kalmadan yakalayıp bağladı. Bu sırada bir çizik bile almadı. Ayıyı Grani'nin yanına sürükledi, eğere bağladı ve partinin Öteki üyelerine katılmak için Guttorm'la yola koyuldu.


Bir ırmağa geldiklerinde Sigurd çok susuz olduğunu anladı. Bütün gün yemek ve içecek için durmamıştı. Canlı ayı eğerinde olduğu için Grani'yi dayanıklı bir ağaca bağladı. Sonra av gereçlerini atının yanına yığdı, ırmağa gitti ve su içmek için eğildi.


Guttorm Sigurd'u takip ediyordu. Kılıcı elindeydi. Sigurd taze suyu ağzına alır almaz Guttorm kılıcını Sigurd’un av ceketine işlenmiş kırmızı ipek yaprağa sapladı. Kılıç Sigurd'un sırtından girdi, göğsünden çıktı.


Sigurd'un sırtını ve göğsünü kan kapladı. Irmağın suları kırmızı aktı ve toprak kana bulandı. Sigurd öfkeli, yaralı bir domuz gibi katilini öldürmek için döndü, ama silahları ağacın yanındaydı ve onlara ulaşamayacak kadar zayıftı. Kahramanların en büyüğü ölümcül yarasıyla yabani çiçeklerin arasına devrildi;


Guttorm güvenli bir mesafeden seyrediyordu. Çocuk Sigurd'a korkarak bakıyordu, ilaçlı içeceğin etkisi yavaş yavaş geçiyor ve aklı başına geliyordu.


"Guttorm" diye fısıldadı Sigurd, "son sözlerimi dinle ve aklında tut. Sevgili çocuğum, sen yalnızca Brunhild'in ihanetinin silahısın. Dayım bana kaderimi çok önceden söylemiş, Brunhild beni uyarmıştı, ama onların sözlerini anlamayacak kadar kördüm, içimizden çok azımız kendi kaderimizi anlayabiliriz ve kaderlerine karşı çıkmak isteyenler kaybetmeye mahkûmdurlar."


"Sana yemin ediyorum ki Gunnar'a hiçbir biçimde zarar vermedim. Onun karısına karşı, beni bütün erkeklerden fazla sevmesine karşın yalnızca kardeş oldum. Birbirimize ettiğimiz yeminlere daima sadık kaldım. Bu sözlerle akrabalarına dön, bugün onurlu bir insanı öldürdün."


Sigurd kana boyanmış çiçeklerin arasına yığıldı. Ölüm hemen üstüne çöktü, ona karşı duracak ne silahı ne de gücü vardı.

Guttorm, Gunnar ve Hogni'yi getirmek için koştu. Döndüklerinde Grani'yi başını eğmiş Sigurd'un yanında buldular. Sigurd'u altın kalkanına yerleştirdiler ve eve dönmeye hazırlandılar. Gunnar, "Hogni, saraya döndüğümüzde, Sigurd'un tek başına ava gittiğini ve ırmaktan su içerken soyguncular tarafından baskına uğramış olması gerektiğini söyle. O zaman kimse bu pis işten bizi suçlamaz" dedi.



Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.


Mardin

 


VENÜS BİTKİSİ

 Bitkiler arasında avlananlar, et ile beslenenler vardır. Birbirinden şaşırtıcı yöntemlerle avlanan bitkilerden biri ise Venüs bitkisidir. 

"Venüs", üzerinde dolaşan böcekleri yakalar ve bunlarla beslenir. Bu bitkinin avlanma sistemi son derece karmaşıktır. Çeşitli bitkiler etrafında gezinerek kendine yiyecek arayan bir sinek, birdenbire oldukça cazip bir bitki ile, yani venüsle karşılaşır. Bir çanağı kavramış ellere benzeyen bu bitkiyi cazip kılan şey, yapraklarının dikkat çekici kırmızı rengi ve daha da önemlisi, bu yaprakların çevresindeki bezlerden salgılanan şeker kokulu salgıdır. Kokunun dayanılmaz cazibesine kapılan sinek fazla tereddüt etmeden bu ilginç bitkinin üzerine konar. Yiyecek kaynağına doğru ilerlerken bitki üzerindeki zararsız görünümlü tüylere de ister istemez dokunur. İşte bunun üzerine bitki aniden kapanıverir. Sinek, ansızın üzerine sımsıkı kapanan bir çift yaprağın arasında sıkışıp kalır. Venüs bitkisi biraz sonra "et eritici" sıvısını salgılamaya başlayacak ve kısa bir süre içinde sineği bir tür pelteye dönüştürecek, sonra da emerek tüketecektir.

Bitkinin sineği yakalamaktaki hızı son derece etkileyicidir. Bitkinin kapanma hızı, insan elinin maksimum kapanma hızından daha fazladır (eliniz açıkken ortasına konan bir sineği yakalamayı denerseniz, büyük olasılıkla başaramazsınız, ama bitki bu işi başarabilmektedir). Peki kasları, kemikleri olmayan bir bitki nasıl olup da böyle ani bir hareket yapabilmektedir?

Araştırmalar venüs bitkisinin içinde elektriksel bir sistem olduğunu ortaya koymuştur. Sistem şöyle çalışır: Bitkinin tüycüklerinde sineğin çarpmasıyla oluşan mekanik etki, tüycüklerin altındaki alıcılara iletilir. Eğer mekanik itme yeterince güçlüyse, alıcılardan tıpkı bir havuzdaki dalgalar gibi tüm yaprak boyunca elektriksel sinyaller yollanacaktır. Sinyaller yaprakları ani bir biçimde hareket ettiren motor hücrelere ulaşır ve sineği yutacak mekanizma harekete geçer.

Bitkinin uyarı sisteminin yanında, yapraklarının kapanmasını sağlayan mekanik sistem de son derece mükemmel bir yaratılıştadır. Bitki içindeki hücreler elektriksel uyarı alır almaz bünyelerindeki su dengelerini değiştirirler. Yaprakların oluşturduğu kapanın iç tarafındaki hücreler bünyelerindeki suyu bırakıp çökerler. Bu olay havası alınmış bir balonun sönmesine benzer. Kapanın hemen dışındaki hücreler ise aşırı su alarak şişer. Böylece insanın kolunu hareket ettirmesi için bir kasın gevşerken ötekinin kasılmasına benzer şekilde, kapan kapanır. İçerde hapsolan sinek ise her çırpınmasında tüylere tekrar tekrar değerek, elektriksel itmenin tekrar oluşumuna ve dolayısıyla da yaprağın daha sıkı kapanmasına neden olmaktadır. 

Bu arada kapanın yüzeyindeki hazım bezleri de uyarılmaktadır. Uyarı sonucunda bezler sineği yavaşça eritecek sıvıyı salgılamaya başlarlar. Böylece bitki, protein bakımından hayli zengin bir çorba haline gelen sineğin peltesini kullanarak beslenir. Sindirimin sonunda ise, tuzağın kapanmasını sağlayan mekanizma tersine işleyerek kapanın açılması sağlanır.

Ayrıca sistemin bir ilginç özelliği daha vardır: Tuzağın harekete geçmesi için tüylere üst üste iki kez dokunulması şarttır. İlk dokunma elektrik potansiyelini oluşturmakta fakat tuzak kapanmamaktadır. Tuzak ancak ikinci bir dokunmayla elektrik potansiyelinin belirli bir boşalma düzeyine ulaşması sonucu kapanmaktadır. Sinek tuzağı bu çift hareketli mekanizma sayesinde gereksiz yere kapanmaz. Örneğin bitkinin içine bir yağmur damlasının düşmesi durumunda kapan harekete geçmez. 


Alıntıdır.


Gündelik Hayatımızda Ev ve Çevresi - 4

 


Pencere, Pencere Camı


Pencere Akdeniz ülkelerinde ortaya çıkmıştır ve 16. yüzyıla kadar kuzey ülkelerine yayılmamıştır. Pencerenin yaygınlaşması ısıtma teknikleri ve camın yaygınlaşmasıyla bağlantılıdır.


Camın yaygınlaşmamış olması pencerelerin de kullanımını sınırlıyordu. Köy evlerinde pencere bulunmadığı gibi, pencere yerine baca, dünlük, peçe denilen ve oynak ahşap kaplamalarla örtülen ‘delik’ler vardı. Zaten baca sözcüğü Farsça badcah, bad (rüzgâr) ve cah (yer) sözcüklerinden geliyor ve büyük pencere anlamını içeriyor. Dede Korkut'ta ikisinin birbiri yerine kullanıldığı görülür. Bu çözümlerden Farsça ışıklı, parlak anlamına gelen tâban tepe penceresini, yuf deliği hava almak için yapılan küçük pencereyi ifade ediyordu.


Orta İngilizcede pencere için Latinceden alınan fenestre ve İskandinav ülkelerinden alınan window bir arada kullanılıyordu. Kapıların sıkı sıkı kapatıldığı kuzey ülkelerinde dumanın ve kötü havanın çıkması için küçük bir delik bırakılıyor ve buraya ‘rüzgâr gözü’ vindr-auga deniyordu. Danimarka’da pencerenin (vindue) kökü, dışarıya gübre atmak için açılmış küçük delikten (vindoga) geliyordu.


Romalılar IO 400 yılında camı tabaka halinde üretmeyi becermişlerse de, pencerelere cam takma ihtiyacı duymamışlardı. Camcılıkta üfleme yönteminin IO 50 yılında bulunması camın kalitesini yükseltmişse de yöntem yalnızca her boy ve türde mutfak eşyası yapımında kullanılmıştı. Fenikeliler, Eski Mısır ve Perslerde cam eşya yaygınken, Eski Yunanlılarda cam eşya bulunmuyordu. Eski Türkçede cam için sınçga ve pencere için közünük sözcüklerinin bulunması, belirli toplumsal katmanların bu malzemeye yabancı olmadığını gösteriyor, iddiaya göre, bugün sırça biçiminde dilimizde yaşayan bu sözcük, camcılığın sır olarak saklanmasından adını almıştır ve sır, giz anlamıyla Arapçaya Türkçeden geçmiştir.


Ortaçağda cam büyük katedrallerin inşa döneminde kilise pencerelerinde, 1065 yılında Almanya’da Augsburg Katedrali’nden başlayarak yaygınlaşan vitray sanatıyla birlikte kullanılmaya başlandı ve buradan zenginlerin evlerine geçti. Cam levhanın ebatının büyütülmesine olanak veren tekniği 1687’de Fransız camcı Bernard Perrot icat etti. Gözlü pencerelere küçük camlar takılması 19. yüzyıla kadar sürdü. 1779’da Fransa’da işçi evlerinin penceresinde halen yağlı kâğıt kullanılıyordu ve 1800’lerde Belgrad’da cam çok nadirdi.


III. Selim döneminde (1789-1807) Mevlevi Mehmed Dede’nin İtalya’da öğrendiği sanatı geliştirmesi ve Müşir Mustafa Nuri Paşa’nın buradaki işliğinin 1845’te devlet idaresine aktarılmasıyla 19. yüzyılda Beykoz işi cam eşya, Fransa, İtalya, Bohemyalı ustaların faaliyetine karşın Avrupa’da ün yapmış, yerli üretim ve geleneğin başlangıcını oluşturmuştu. 1884’de Saul D. Modiano’nun İstanbul’da kurduğu cam fabrikasında 100’ü Avrupalı 600 kişi çalışıyordu. 1922’de Tekel İçki Fabrikası’nın yapımı için bu fabrika yıkıldı. 1934’de Türkiye Şişe Cam Fabrikaları A .Ş, halk arasındaki adıyla Paşabahçe ve yeni adıyla Şişecam, bu fabrikanın ustalarına da istihdam yaratarak 400 ustayla el imalatı yapılan bir fabrikayla işe başladı. 1944’de yılda 500 bin m2 üretim yapacak olan pencere camı bölümünün inşaatı tamamlandı. 1946’da Belçika, 1948’de Çekoslovakya’dan getirilen makinelerle Paşabahçe mekanik üretime başladı. 1955’te ilk mağazalar açıldı. Bugün başka şirketler de kurulmuş olmasına karşın, üretimin % 94’ü Şişecam Fabrikalarının elinde; 110 ülkeye ihracat yapılıyor.


Artık plastik pencere doğramaları hızla yayılıyor; sonu ‘pen’le biten satış mağazaları mahallelere doğru akın ediyor. Onyıl önce binalarda % 5 olan PVC oranı % 40 oranla İtalya, İngiltere, Fransa düzeyine geldi. İlk kez 1980’de Pimaş tarafından üretilen Pimapen adlı PVC kapı pencere sistemleri 90’lı yıllardan itibaren büyük rağbet gördü. Sektörde elli firma üretim yaparken, dört firma (PilSA, Pimaş, Fırat, Çağlar) Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu arasına girdi.



Vasistas


Almanca was İst das (“Bu nedir?”) soru cümlesinin pencere kapı üzerinde bulunan açılır kapanır kanada ad olması tuhaf. Fransızcası da aynıdır ve bu dile oldukça erken bir tarihte 1776’da girmiştir.

Vasistasla ilgili birçok hikâye vardır. En basiti, bir yapı fuarında ilk kez sergilendiğinde sorulan sorunun ad olarak kalması. İkincisi Alman asıllı bir Fransa imparatoriçesinin ilk kez gördüğünde bu soruyu sormasından sonra pencerenin onun yanında bu adla anıldığı ve ad olarak yerleştiği. Üçüncüsü hikâyeyi Marie -Antoniette’e bağlıyor. XVI. Louis’nin karısı hem Alman asıllıdır, hem de 1793’te giyotinle idam edilmiştir. İlk kez 1792’de kullanılan giyotinin konuyla ilgisi şurada ki, Terör döneminde giyotinin penceresine de vasistas denilmiştir ve ‘başını vasistas etmek’ deyimi çıkmıştır. Marie-Antoniette’in Fransa Devrimi sürecinde iktidarını korumak için kardeşi Kutsal-Roma Germen imparatoruyla ve Avusturyalılarla anlaşmaya çalışması anımsanırsa, giyotinle Almanca “bu nedir” sözcüğünün halkın kara mizahında özdeşleştirilmiş olduğu düşünülebilir. Bu varsayımı sözcüğün Fransızcada ilk kez I776’da kayıtlara geçmesi çürütse de, gene de böyle bir adın Türkçeye girecek kadar dirençli çıkmasının ardındaki mantığa ve olayların sonradan birleştirilmiş olması ihtimaline uygun düşmektedir. Türkiye’de düşey sürme pencereye de ‘giyotin pencere’ denir.


Vasistas nihayet iki taraflı açılan ‘pen’lerle tarihe karışma yoluna giriyor.


Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak