7 Mart 2022 Pazartesi
6 Mart 2022 Pazar
ŞU DESTANI
Menkıbelere göre "Şu': M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış bir Türk hükümdarıdır. Onun hayat ve hatırası etrafında söylenen bir menkıbe, Kaşgarlı Mahmut tarafından yazıya geçirilmiştir. Şu Destanı'nda, Arapların Zülkarneyn olarak adlandırdıkları "İskender"le, Türklerin hükümdarı olan "Şu" arasındaki mücadele dile getirilir. "Şu': İskender'in orduları Semerkant'ı geçip de Türk yurduna doğru yöneldiğinde "Balasagun'' yakınlarında "Şu Kalesi"nde oturmaktaydı. İskender ile Şu kuvvetleri arasında bir savaşın olup olmadığı konusu destanda kesinlik kazanmadığı halde, İskender ile Şu'nun daha sonra barıştıkları zikredilir. Destanda Makedonyalı İskender'in İran üzerinden Asyaya doğru yürürken yapılan savaşları ve bu savaşların Türklerle ilgili bölümü anlatılmaktadır. Türk boylarının oluşumu, Türklerin şehir hayatı yaşamaya başlamaları, aynı zamanda milletini geçici bir işgalden mümkün olduğu kadar can ve mal kaybına uğratmadan kurtarmak için düşünen bir hakanın kaygıları da anlatılan destanın en büyük özelliği, daha sonraki Türk destanlarında gelişecek olan ana fiziği ve süslemeleri önceden işlemesidir. Zeki Yelidi Togan'a göre, destanda önemli bir yer tutan ve destanın geçiş dengesi olan İskender'in istilasının aslında İskender'le ilgisi yoktur; daha önceki yüzyıllardan bir Aryan istilasıyla ilgilidir.
Destanın kısa da olsa bir özeti Divanı Lügat-it Türk'te yer almaktadır:
"Şu Kalesi, Balasagun yakınlarında, genç bir hakan olan Şu tarafından yapılmış bir kaleydi, fakat hakanın sarayı Balasagun'da idi. Kalede ve Balasagun'da o çağların en güçlü, en büyük ordusu bulunuyordu. Şehir zengindi. Öyle ki, her gün Şu Hakan'ın sarayının önünde ordu beyleri için 365 nevbet vurulurdu. Bu sıralarda, bir adına da Zülkarneyn denilen Makedonya Kralı İskender ünlü Doğu seferine çıkmış, Ön Asya'dan İran içlerine doğru önüne neresi gelmişse ordusunu yenmiş ve ülkesini ellerinden almıştı. İskender Semerkant'a kadar gelmiş, burayı da geçip Türklerin yaşadığı ülkelere doğru ilerlemişti. İskender'in Balasagun'a ve Şu Kalesi'ne doğru yaklaşmakta olduğunu, genç Hakan Şu'nun gözcüleri gelip haber verdiler. Dediler ki: 'İskender denilen, gün batısından kopup gelen bir kral ordusuyla bize yaklaşmaktadır. Önüne gelen ülkeleri dize getirmiş yerle bir etmiştir. Bize ne buyurursun? Savaşalım mı?'
Genç hakan ordu habercilerini dinlemez gibi göründü. Çünkü çok daha önce en güvendiği yiğitlerden kırk kişiyi seçmiş ve Hucend ırmağı kıyılarına gözcülük etsin diye göndermişti. Yiğitler kimseye görünmeden, gizlice gidip Hucend ırmağı'nın kıyılarına yerleştikleri için ordu habercileri durumu bilmiyorlardı. Getirdikleri haberden, hakanlarının telaş edip yerinden kımıldamadığını gördükleri için de şaşmışlardı. Hakanın gönlü rahattı. Hakan Şu'nun bir havuzu vardı; gümüştendi. Bu işten çok iyi anlayan ustalara yaptırmıştı. Her yere taşınabilecek şekildeydi. Bunun için hakan gümüş havuzunu sefere bile çıksa yanına alır, konakladıkları yerlerde içine su doldurtur, kazlar ve ördekleri su dolu gümüş havuza salar ve onlarla oyalanıp eğlenirdi. Kazların ve ördeklerin gümüş havuzda yüzüşlerini seyretmek hakanı dinlendirir, dinlenirken seferle, milletinin geleceğiyle ilgili tasarıları hazırlardı. Haberciler geldikleri zaman yine gümüş havuzunda yüzen ördeklerle kazları seyredip dinleniyordu. Habercilerin 'Nasıl buyurursunuz? İskender'le savaşalım mı?' diye sorup buyruk beklemeleri üzerine onlara havuzu ve orada yüzen kazlarla ördekleri göstererek:
'Görüyor musunuz kazlarla ördekler suda ne güzel yüzüyor, nasıl dalıp dalıp çıkıyorlar?' dedi.
Haberciler hakanlarının bu sözünü garip karşıladılar; ona kuşkuyla baktılar. 'Herhalde hakanımızın hiçbir hazırlığı yok ne yapacağını bilemiyor' diye düşündüler. Ama o sırada İskender Hucend ırmağı'nı geçmişti. Vakit gece yarısına geliyordu. Hucend ırmağı'nın kıyılarında gözcülük yapıp devriye gezen genç hakanın en güvendiği kırk yiğit yıldırım hızıyla atlanıp Şu Kalesi'ne geldiler ve gece vakti İskender'in Hucend ırmağı'nı geçip Balasagun yolunda ilerlemekte olduğunu Şu'ya haber verdiler. Daha önceki habercilerin haberlerini dinlerken kılı bile kıpırdamayan Hakan Şu, yiğitlerin sözü üzerine derhal ve gece yarısı göç davulunun çalınmasını emretti. Davulun çalınmasıyla birlikte doğuya doğru hızla yola çıktı. Bu durum halkı şaşırttı. Hakanın gündüzün hiçbir hazırlıkta bulunmadan böyle gece vakti göçü başlatması üzerine korktular. Ellerine ne geçtiyse toplayıp, buldukları atlara atlayan millet hakanla birlikte yola düştü. Sabah olurken şehirde hemen hemen hiç kimse kalmamıştı; bomboş ve dümdüz bir ova görünüyordu. Bütün milletin Hakan Şu'nun ardından gitmiş olmasına rağmen, gece vakti binecek hiçbir şey bulamayan yirmi iki kişi ne yapacaklarını bilemeden Şu Kalesi'nde kalmışlardı. Bu yirmi iki kişi ne yapacaklarını düşünürken yanlarına iki kişi daha geldi. Kapkacakları toplamışlar sırtlarına yüklenmişler, öyle taşıyorlardı. Yorgundular. Fakat pek duracağa benzemiyorlardı. Önceki yirmi iki kişi, bu yeni gelenlere bir yere gitmemelerini, kendileri gibi burada kalıp beklemelerini söylediler. Ayrıca 'İskender dedikleri her kimse, burada uzun müddet kalamaz. Geldiği gibi geri dönüp gider. Burası bizim yurdumuz, yine bize kalır' diye ısrar ettiler. Bu yüzden bu iki kişinin adı Kalaç oldu kaldı; bu iki kişiden olan çocuklar ve torunları Kalacı adıyla anıldılar. Fakat bu iki kişi, öteki yirmi iki kişinin sözlerini dinlemedikleri, bırakıp gittikleri için İskender'in geldiğini görmediler. İskender gelip de, uzun saçlı yirmi iki kişiyi görünce 'Türk manend' (Bunlar Türk'e benziyorlar) demişti. Bu yüzden yirmi iki kişinin soylarının adı Türkmen olarak kaldı. Giden iki kişi gittikleri için tamı tamıma Türkmen sayılmadılar. Yirmi dört boydan yirmi ikisi Türkmen, kalan ikisi Kalaç diye bilindi.
Bu olaylar gelişe dursun, öte yandan Şu Hakan ordusu ve yanında gidenlerle birlikte Çin sınırına kadar yürümüşlerdi. Çine yakın Uygur iline vardıklarında Şu, İskender'i artık karşılayabilecek durumda olduğunu, onu asıl merkezinden çok uzaklara çektiğini, kendi ırkdaşları arasında bulunduğu için İskenderden daha güçlü bir duruma geldiğini düşündü. Ve bir kısım askerini ayırarak, içlerinden en gençlerini seçerek İskender'in üstüne yolladı. Veziri, gidenlerin hepsinin genç olduğunu, tecrübelerinin olmadığını ileri sürdü. Başaramazlarsa sonucun kötüye varacağını söyledi. Şu Hakan vezirine hakverdi ve yaşlı, tecrübeli bir subaşını askerleriyle birlikte gönderdi. Bunlar, bir zaman sonra İskender'in gönderdiği öncü birliklerle karşılaştılar. Türk erleri, İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok kanlı bir baskındı bu, ölüm kalım meselesiydi. İskender'in öncü birlikleri bozguna uğradı. Türk erlerinden biri İskender'in askerlerinden birini bir kılıçta ikiye bölmüş, askerin kemerine bağladığı altın dolu bir kemer parçalanarak içindeki altınlar yere saçılmış ve İskender'in askerinin kanıyla bulanmıştı. Ertesi sabah güneş ışıkları bu kanlı altınları parıldattı. Bunu gören Türk erleri birbirlerine bakıp Altın Kan! Altın kan!' diye bağırıştılar. O günden bu yana, bu baskının yapıldığı yere yakın bulunan bir dağın adı Altun Han Dağı oldu ve öyle söylenip geldi. Baskından sonra Şu Hakan ile İskender bir daha savaşmadılar, barış yaptılar. Barışın sonu her iki taraf için de iyi sonuçlar verdi. Birbiri ardınca şehirler yapılmaya başlandı. Uygurlar ile öteki Türk kavimleri şehirlere yerleşti. Şu Hakan da Balasagun'a döndü. Şu Kalesi'ni sağlamlaştırdı ve şehri geliştirdi. Bütün bunları yaptıktan sonra bir de tılsım koydu. Bu tılsım öyle bir tılsımdı ki her yanda duyuldu. Leylekler bu şehre geldikleri zaman tılsım yüzünden daha öteye geçemediler, şehri aşamadılar:'
Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.
3. HATTUŞİLİ VE PUDUHEPA
2. Murşili’nin uzun yıllar süren egemenliğinin nasıl noktalandığı (İÖ 1310) hakkında bilgimiz yoktur. Ondan sonra Hitit Devleti’nin başına geçen iki kral, Muwatalli (İÖ 1310 – 1282) ve 3. Murşili (prenslik adı Urhi-Teşup, İÖ 1282 – 1275) ile ilgili en ayrıntılı bilgileri sağlayan kaynak, bu ikisi zamanında çok önemli askeri ve idari görevlerde bulunmuş ve büyük başarılar kazanmış bir prensken, yeğeni 3. Murşili’yi bertaraf ederek tahtı ele geçiren 3. Hattuşili’nin (yaklaşık İÖ 1275 – 1250) kaleme aldığı ve otobiyografi niteliğindeki metnidir. 3. Hattuşili, Hitit tarihi içinde eşi Puduhepa ile birlikte, tanıdığımız en kişilik sahibi hükümdardır. Gerek askerlikteki yeteneği, gerekse iç ve dış siyasetteki etkinliği ile, Ön Asya’da bir döneme kendi damgasını vurmuş olan bu kralın otobiyorgrafisindeki ilk bölüm şöyledir: Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Murşili’nin oğlu, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Şuppiluliuma’nın torunu, Kuşşar kralı Hattuşili’nin soyundan, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Tabarna Hattuşili’nin sözleridir: Tanrıça İştar’ın kudretinden söz edeceğim; bunu herkes duymalıdır. Ve gelecekte tanrılar içinde İştar... özellikle kutsanmalıdır. Babam murşili’nin 4 çocuğu oldu: Halpaşulupi, Muwatalli, Hattuşili ve (bir de) kız çocuk. Bu saydıklarım içinde ben en küçükleridim... Efendim İştar kardeşim Muwatalli’yi, babam Murşili’ye rüyasında gönderdi: ‘yıllar Hattuşili için kısadır (yani ömrü uzun değildir); o sağlıklı değildir. Onu bana ver; o, benim rahibim olsun. O zaman sağlıklı olur.’ Ve babam ben, küçük çocuğunu, aldı ve beni tanrıçanın hizmetine verdi... Ve İştar, benim efendim, benim elimden tuttu, bana hükmetti. Babam Murşili tanrı olduğunda, kardeşim Muwatalli babasının tahtına oturdu. Kardeşimin yanında ben de ordu komutanı oldum. Kardeşim beni saray baş muhafızı mevkiine çıkardı ve Yukarı Ülke’yi (İç Anadolu’nun kuzey kesimleri) benim yönetimime verdi. Ve ben, Yukarı Ülke’yi egemenliğim altına aldım... Efendim İştar beni esirgediği ve kardeşim Muwatalli de beni iyi tuttuğu için, efendim İştar’ın bana olan koruyuculuğunu ve kardeşimin bana iyi davrandığını görenler, beni kıskandılar. (Benden önceki vali ve diğerleri... benim kötülüğümü istediler. Ve bana karşı iftira edilmeye başlandı. Ve kardeşim Muwatalli benim için soruşturma açtı. Fakat efendim Tanrıça İştar, bana rüyada göründü ve bana rüyada dedi ki: ‘seni bir tanrıya emanet edeceğim. Korkma!’ Ven ben (bu) tanrının yardımıyla temize çıktım... Efendim Tanrıça İştar beni hiçbir zaman ihmal etmedi; beni hiç düşmanlarıma terketmedi. Beni mahkemede karşıtlarıma, beni kıskananlara karşı yalnız bırakmadı. Düşmanlardan olsun, mahkemedeki karşıtlarımdan olsun, kral sarayından olsun, bana karşı edilen sözlere karşı, İştar, beni savundu, her fırsatta beni kurtardı. Düşmanlarımı, beni çekemeyenleri benim elime teslim etti, ben onların (işini) tamamladım. Kardeşim, sorunun (aslını) anlayınca, bana hiçbir kötülük yapmadı. Ve beni tekrar (korumasına) aldı, Hatti’nin ordusunu ve arabalı savaşçılarını bana teslim etti... bütün Hatti ülkesindeki komutayı ben üstlendim. Ve beni efendim İştar’ın onurlandırması ile, hangi düşman ülkesine karşı döndüysem, düşman bana karşı gelmedi. Düşman ülkelere karşı hep ben galip geldim! Muwatalli’nin, kardeşi 2. Hattuşili’nin kişiliğinde büyük bir yardımcı ve asker bulduğuna kuşku yoktur. Hattuşili, şimdiye değin dizginlenemeyen Kaşkalar’ı sürekli olarak yenmiş ve kuzey bölgelerinin tek egemeni durumuna gelmiştir. O kadar ki, 3. Hattuşili, bugünkü Amasaya ile eşitlenen Hakmiş kentinde özerkliğe sahip bir kral olmuştur. Bu dönemde Kaşkalar üzerindeki baskısını artırarak, çok eskiden, Hantili zamanından beri Hatti toprakları dışında kalmış olan kutsal kent Nerik’i tekrar ele geçirmeyi başarmıştır. 3. Hattuşili’nin böylece ülkenin kuzeyindeki düşmanı frenlemesi ve Kaşka tehlikesini ortadan kaldırması sayesindedir ki, kral Muwatalli ülkenin batı ve güneybatısına karşı başarılı seferler düzenleyebilmiş ve özellikle Mısır’a karşı sert bir tutum takınabilmiştir. Anadolu’nun batısıyla olan ilişkileri hakkında elimizde bazı belgeler varsa da bunların hangi krallara tarihlenmesi gerektiği noktasında hala tartışmalar sürmektedir. Ancak, Muwatalli’nin batıda birtakım kendine bağlı yerel krallıkla kurarak, bu kesimi güvence altına almaya çalıştığı belli olmaktadır.
Hatti ülkesinin batısında ve güneybatısında yerleşmiş toplumların kralları ile yapılan antlaşmalarda geçen bazı yer ve kişi adları da çeşitli yorum ve tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Örneğin, hangi Hitit kralı zamanında yazıldığı tartışmalı olan belgelerden biri üzerinde şunlar okunmaktadır: Ahhiyalı Attarşiya, seni Madduwatta’yı ülkenden kovdu... Sen, majestenin babasına kaçtın... Seni, Madduwatta’yı, majestenin babası, karın, çocukların maiyetin, askerlerin ve arabalı savaşçılarınla birlikte, Attarşiya’nın kılıcından kurtardı. Yoksa sizi açlıktan köpekler yiyecekti. Buradaki Ahhiya ya da başka metinlerde geçen biçimiyle Ahhiyawa ile Yunan belgelerinden bilinen Akalar’ın ülkesi; Attarşiya ile, yine Yunan efsanesindeki Atreus, yukarıda verdiğimiz belgenin sonlarına doğru çok kırkı bir yerde okunabilen Mukşu adıyla, yine Yunan efsanesine göre Troia savaşlarından sonra Anadolu’nun güney kıyılarında ve Çukurova’da kent kurduğu söylenen Mopsos eşitlenmek istenmiştir. Aynı biçimde başka metinlerde rastlanan bir yer adı Apaşa ile Efesos, Milawanda adıyla Miletos ve Milyas aynı tutulmak istenmiştir. Muwatalli’nin Wiluşalı Alakşandu ile yaptığı antlaşma da aynı tartışmaların açılmasını gerektirmişti. Alakşandu ile Alaksandros, Wiluşa ile ise İllion (Troia dolayları) eşitlenmiştir. Anadolu’nun batı kesiminin kimi zaman Hitit egemenliğine girdiği, kimi zaman bağımsız kaldığı bazı dönemlerde ve vasal olarak Hattuşa’ya bağlandığı gerek yazılı belgelerden, gerekse Karabel’deki (İzmir’in doğusu) ve Niobe-Sipylos(İzmir’in doğusu)’daki Hitit hiyeroglif yazıtları ile mühür ve heykelcikler gibi bazı küçük eserlerden anlaşılmaktadır. Diğer yandan Troia, Efesos, Miletos, Kolofon ve Müsgebi gibi Batı Anadolu’nun arkeolojik merkezlerinde de Aka varlığına işaret edecek maddi belgeler ele geçirilmiştir. Bu nedenle yukarıda sözünü ettiğimiz eşitlemeleri, beraberlerinde getirdikleri bazı sorunlar da olsa, tümüyle geçersiz saymak yanlış olacaktır.
Muwatalli, batı sorununu çözüme kavuşturduktan sonra, kardeşinin de kuzeyde güçlü bir durumda kendisine yardımcı olması sayesinde, bir müddet Hatti’de kalıp bazı dinsel işleri tamamlamıştı. Ülkenin güneydoğu sınırları, Mısır firavunlarının toprak istekleri yüzünden tehlikedeydi. Bu yüzden Hitit kralı, seferlerini yönelteceği güneydoğu bölgelerine daha yakın bir askeri üs kurmak amacı ile başkentini Hattuşa’dan, yeri kesinlikle henüz saptanamayan Dattaşa’ya taşıdı. 1. Hattuşili zamanında başkentin Kuşşar’dan Hattuşa’ya nakledilmesinden sonra, burası Hatti Devleti’nin hiç kesintisiz yönetim merkezi olarak kalmıştı. Şimdiye değin Kuzey Suriye üzerine sefer düzenleyen pek çok Hitit kralı, başkenti, yapacakları askeri operasyon alanlarına yaklaştırmaya gereksinme duymadıkları halde, belki de Muwatalli’nin bu işe girişmesine, kardeşinin Yukarı Ülke’de fazla nüfuz sahibi olmasından korkması da rol oynamış olabileceği göz önünde tutulmalıdır. Muwatalli’nin Aşağı Ülke’ye çekilmesi, göz önünde tutulmalıdır. Muwatalli’nin Aşağı Ülke’ye çekilmesi, bu bakımdan, İmparatorluğun ikiye ayrıldığına bir işaret olarak da sayılabilir. Diğer yandan kralın Hattuşa’dan ayrılınca, bu bölgenin yönetimini Yazmanların Başı Mittannamuwa’ya terk etmesi de çok ilgi çekici bir olaydır. Adı geçen yazman daha sonraki dönemlerde pek çok belgede yazar olarak adı bulunan Walwaziti’nin de babasıdır ve bu, yazmanların ne denli önemli görevlerde bulunabileceklerini kanıtlamaktadır.
2. Ramses’in Mısır tahtına oturması ile (İÖ 1290), Suriye siyasetinde Hititler’in aleyhine değişiklikler oldu. Adı geçen firavun, herhalde Hititler’e karşı girişeceği büyük bir savaşa hazırlık olmak üzere daha egemenliğinin 4. yılında Suriye üzerine yürümüş ve elde ettiği başarılar sonucunda, önceki bölümde adı geçen küçük ülkelerden Amurru’nun kralı Benteşina, Hititler ile yaptığı ittifakı bozarak, Mısır’ın yanında yer almak zorunda kalmıştı. Firavunun 5. egemenlik yılında ise, Hitit-Mısır ilişkileri çok gergin bir durum gösteriyordu. Savaş kaçınılmaz olmuştu (İÖ 1285). 2. Ramses’in komutasındaki Mısır ordusu Kadeş’e yaklaştı. Savaşın hazırlık evresi için Hitit belgeleri fazla bilgi vermemektedir. Sadece 3. Hattuşili otobiyografisinde savaştan şöyle söz etmektedir: Kardeşim Mısır’a sefere çıktığında, benim yeniden iskan ettiğim (Hattuşili, olasılıkla Kaşka tehlikesi yüzünden terk edilmiş olan bölgelere yeniden yerleşmeler yaptığını söyler) bölgelerden aldığım askerleri ve arabalı savaşçıları Mısır ülkesine, kardeşimin seferine götürdüm... Komuta bendeydi. 2. Ramses’in zafer kitabında ise, Hitit ordusu içinde Kaşka, Maşa, Arzawa, Kizzuwatna gibi bölgelerin askerlerinin bulunduğu yazılıdır. Yine savaşın taktik hatası yapmış ve ordusunu oluşturan dört birliği, birbirinden çok uzak mesafede Kadeş üzerine sürmüştü. Ancak tutsak alınan bazı Hitit gözcülerinin anlatımından durumun farkına varıldı: Muwatalli, Mısırlılar’ın umdukları gibi Halep yakınında değil, hemen Kadeş’in gerisinde bekliyordu. Mısır orduları bu duruma göre savaş düzeni almaya başlayamadan, Hitit savaş arabaları Mısırlılar’ı yandan vurdular. Mısır kaynaklarına göre, Hitit ordusunda 3500 araba ve 1700 yaya asker bulunuyordu. Bundan sonra ne olduğunu kesinlikle bilmiyoruz. 2. Ramses, zafer kazandığından söz etmekteyse de, bu gerçeğe pek uygun görünmemektedir. Çünkü, Hitit kuvvetlerinin Şam’a kadar ülkeyi yakıp yıktıları ve Amurru’nun tekrar Hitit vasallığına döndüğü bilinmektedir. Hititler’e ihanet etmiş sayılan Benteşina da krallıktan uzaklaştırılmış, yerine Şapili getirilmiştir.
3. Hattuşili, kardeşi Hitit kralı Muwatalli’ye Mısır’a karşı kazanılan bu savaşta yardım ettikten sonra ülkesine geri dönerken, Lawazantiya (kesin yeri belli değildir) kentine uğradığını ve orada Tanrıça Şauşga’nın (İştar’ın diğer adı) rahibi Pentipşarri’nin kızı olan ve kendisi de aynı tanrıçanın rahibesi görevinde bulunan Puduhepa ile evlendiğini yazmaktadır. Hattuşili otobiyografisinde bu evliliğe kutsal bir hava vermeyi, bu evliliğin tanrıların bir isteği olduğunu söylemeyi ihmal etmemektedir. Bu eş, kocası ile birlikte, Hitit tarihinin en etkin kraliçesi olacaktır.
Hattuşili’nin kardeşinin krallığı sırasında, sonraki dış siyasetini de etkileyecek bir başka icraatı da, ülkesine dönerken, Dattaşa’daki Muwatalli’ye uğrayıp onun tahtından indirdiği Amurru kralı Benteşina’yı kurtarması ve beraberinde Hakmiş kentine götürmesidir. Hangi nedenle buna gerek duyduğunu bilemiyoruz. Ancak, Hakmiş’te ona bir ev vermiş ve kendi deyimiyle hiç kötülük yapmamıştır. Hattuşili’nin yokluğunu fırsat bilen Kaşkalar’ın ülkenin kuzey kesimlerini, Hakmiş’i de içine almak üzere yeniden ele geçirdiklerini yine onun ağzından öğreniyoruz. Fakat o, Kaşkalar’ı sürmüş ve bu kez kendisini Hakmiş kralı, Puduhepa’yı da kraliçe ilan etmiştir. Böylece, yukarıda değindiğimiz gibi, ülke onunla resmen Hitit kralı olan kardeşi arasında adeta paylaşılmış olur.
Muwatalli’nin ölümünden sonra Hitit tahtına, bir harem kadınından olan oğlu Urhi-Teşup geçmiştir. Telipinu fermanına göre, böyle ikinci dereceden oğullar, ancak birinci dereceden erkek çocuk yoksa, kral olabileceklerdi. Bu duruma göre, Muwatalli’nin böyle bir oğlu olmadığı anlaşılmaktadır. 3. Hattuşili, Urhi-Teşup’un tahta geçişinde kendisinin yardımcı olduğunu belirtmekte ise de, kendisinin onu devirerek krallığı elde etmesinde, 3. Murşili adıyla tahta çıkan Urhi-Teşup’un bir harem kadınından doğmuş olmasının rolü olmalıdır. Hattuşili’nin ona karşı isyan edişine bu da bir özür oluşturmuştur. Otobiyografisinde bu açıkça bellidir; Hattuşili kardeşine olan saygısından, onun ölümünden sonra bir şey yapmadığını belirtmektedir.
3. Murşili adıyla tahta oturan Urhi-Teşup’un ilk işi, başkenti tekrar Hattuşa’ya nakletmek olmuştu. Zaten yeni kralın iç siyasetinin temelini, merkezi otoritenin Yukarı Ülke’yi gittikçe daha çok etkileyecek biçimde genişletilmesi oluşturmaktaydı. Babası Muwatalli’nin Aşağı Ülke’de bulunduğu sırada Hattuşa ve yöresinin yönetimi kendisine verilmiş olan ve amcası Hattuşili ile iyi dost oldukları anlaşılan Baş Yazman Mittannamuwa’nın Urhi-Teşup tarafından görevden alınması da, yine kuvvetin tek elde toplanması yolunda atılmış bir adımdı.
Urhi-Teşup’un dış siyaseti ile ilgili fazla bir şey bilmiyoruz. Amcası, onu pek tecrübesiz ve yeteneksiz bir kral gibi göstermek istemektedir. Fakat elimizde, Hattuşili’nin oğlu kral 4. Tuthaliya zamanında yazılmış bir belge vardır ki, bunun yardımı ile, Urhi-Teşup’un Asur kralı ile birbirlerine karşılıklı mektup ve elçi gönderdikleri ve dost oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca kız kardeşini Anadolu’nun batısındaki Şeha Irmağı ülkesinin beyine eş olarak verdiğini de öğreniyoruz. Hattuşili’nin anlatımına göre Urhi-Teşup’un amcasını en öfkelendiren hareketi, onun elinden en önemli 2 kenti almak istemesi olmuştur: Ve benim elimden Hakmiş ve Nerik’i aldı. Artık dayanamadım ve ona isyan ettim. Fakat ona isyan ederken (din açısından) pis (bir şey) yapıp, ona arabada ya da evde saldırmadım. Ona (sadece) şöyle düşmanca haber ilettim: ‘Bana karşı kavgayı başlattın. Ve sen büyük kralsın, senin bana bıraktığın tek kalede, yalnız ben kralım. Haydi! Bizim hakkımızda Şamuha kenti İştar’ı ve Nerik kenti Fırtına Tanrısı karar versin.’ Ben Urhi-Teşup’a böyle yazdığımda, eğer biri deseydi ki ‘Sen onu önce krallık mevkiine çıkartıyorsun? (O zaman diyecek oydu ki) ‘Benimle kavgaya başlamasaydı! (O iyi davransaydı, tanrılar) bir küçük kralın bir büyük kralı yenmesine izin verirler miydi?’... Ben ona bu sözleri yazınca, o, Maraşşantiya (Kızılırmak) kentinden hareketle, Yukarı Ülke’ye geldi. Yanında, Armadatta’nın (yani Hattuşili’ye düşman olan kişi) oğlu Şipaziti de vardı; onu Yukarı Ülke’nin ordularına karşı asker çıkarmakla görevlendirmişti. Fakat, Şipaziti bana düşman olduğundan, bana karşı hiç başarı kazanamadı. Efendim Tanrıça İştar bana krallığı daha önce söz verdiğinden, o sırada, karımın rüyasında göründü: ‘Kocana destek olacağım. Bütün Hattuşa da kocanın yanını tutacak. Ben onu üstün tutuğum için, onu kötü bir (tanrısal) mahkemeye, bir kötü (niyetli) tanrıya, hiçbir zaman terk etmem. Onu şimdi de yükselteceğim ve Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın rahipliğine getireceğim. Sen de, bana, İştar’a güven.’ İştar, efendim, benimle ilgilendi ve bana söylediği gibi de oldu. İştar’ın kudretinde burada da mazhar oldum. Urhi Teşup’un bir zamanlar kovduğu (yani görevinden uzaklaştırdığı) beylerin rüyalarında da efendim İştar göründü ve onları (uyardı): ‘Bütün Hatti ülkelerini ben İştar tekrar Hattuşili’ye verdim.’ O (yani tanrıça) Urhi-Teşup’u hiçbir yere bırakmadı, onu Şamuha kentinde, bir domuzu ahırına hapseder gibi, hapsetti. Bana düşman olan Kaşkalar da tekrar bana döndüler, bütün Hattuşa tekrar bana döndü. Kardeşime olan saygımdan, ben ona bir şey yapmadım, Urhi-Teşup’u bir esir gibi yanıma alarak Şamuha’dan çıktım. Ona Nuhaşşe ülkesinde müstahkem kentler verdim ve orada oturdu. O yeni bir isyana kalkışıp, Babil’e kaçacaktı. Ben bunu işitince, onu yakaladım ve deniz tarafına gönderdim. Şipaziti’nin de sınırı geçmesine göz yumuldu, ama, ben onun evini aldım ve Tanrıçam İştar’a verdim... Prenstim, saray muhafızları komutanı oldum; saray muhafızları komutanı idim, Hakmiş kralı oldum; Hakmiş kralı idim, (sonunda) büyük kral oldum... Efendim Tanrıça İştar bana Hatti ülkesinin krallığını verdi, büyük kral oldum... Benden önceki krallara, öncüllerime ve dost olan (krallar) bana da dost oldular. Bana elçiler yollayıp armağanlar gönderdiler. Bana gönderdikleri armağanları benim babalarıma ve atalarıma göndermemişlerdi. Bana uyruk olmak zorunda olan krallar, uyruk oldular. Bana düşman olanları yendim. Hatti ülkelerine toprak üzerine toprak kattım... Oğlum Tuthaliya’yı da senin (Tanrıça İştar’ın) hizmetine verdim. İştar tapınağını oğlum Tuthaliya üstlenecektir. Ben nasıl tanrıçanın hizmetkarı isem, o da tanrıçanın hizmetkarı olsun. Gelecekte, Hattuşili ve Puduhepa’nın soyundan olanların elinden kim İştar’a hizmet görevini alırsa, kim Şamuha İştarı’na ait tapınağa, mala, mülke, eşya ve ambarlarına göz dikerse, o, Şamuha İştarı’nın mahkemesi önüne çıkacaktır. Kimse (onun) mallarından vergi almasın. Ve gelecekte, Hattuşili ve Puduhepa’nın çocukları, torunları ve onların soyundan olanlardan kim başa geçerse, tanrıların arasında (en fazla) Şamuha İştarı’nı kutlasın!
Görüldüğü gibi, Hattuşili, 3. Murşili adıyla tahta çıkmış olan yeğeni Urhi-Teşup’u sürekli Tanrıçası İştar’ın yardımlarıyla alt ettiğini vurgulamaktadır. Onu, hiçbir zaman krallık adı olan Murşili adıyla anmaması da ilginçtir ve Urhi-Teşup’un amcasının gözünde hiçbir zaman kral sayılmadığını kanıtlamaktadır. Hattuşili’nin kral olmaya niyetlendiği, karısı Puduhepa’nın da onu kral olarak görmek istediği, anlatılan rüyalardan açıkça belli olmaktadır. Puduhepa’nın rüyasında, Hattuşili’nin İştar tarafından Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın rahipliğine yükseltilmesi, bu görevin sadece büyük kralın sahip olabildiği bir dinsel unvan olması dolayısıyla, Hattuşili tarafından kendisine İştar’ın krallık vaat ettiği biçiminde yorumlanmaktadır. Görüldüğü gibi, kralın yaşamında rüyalar çok önemli bir yer tutmaktadır. İştar, yüksek mevkilerde bulunan beylerin de rüyalarına girerek, onlara, krallığı Hattuşili’ye vereceğini bildirmiştir. Öyle görülmektedir ki, Hattuşili bir rahip ve İştar’a bağlı biri olduğu için arkasına tüm rahip kitlesini almış ve onların da etkisi ile yandaşlarının sayısını artırmıştır. Ayrıca kendi tutkularını da gizleyerek, yaptıklarının tanrı isteği olduğuna, etrafını olduğu kadar, herhalde kendini de inandırmıştır. Hattuşili, yeğeni ile doğrudan bir savaştan söz etmemektedir. Büyük bir olasılıkla, kendi yanına çekmeyi başardığı beyler, Urhi-Teşup’u kaçmasına fırsat vermeden tutuklamışlardır. Urhi-Teşup’un Nuhaşşe’ye gönderilmesi, arkasında kaçış planlarının haber alınmasından sonra deniz yönüne sürgüne gönderilmesi anlatımlarından, özellikle ikincisi, biraz üstü kapalı geçiştirilmeye çalışılan bir gerçeğin anlatılması izlenimini yaratmaktadır. Deniz yönüne sözlerinden acaba ne kastedilmektedir? Eğer, sürgün yeri olarak Kıbrıs Adası seçilmiş ise, bunun açıkça belirtilmesinden kaçınılmasının nedeni olmalıdır. Belki de Hattuşili, Urhi-Teşu’un aldığı bütün önlemlere karşın, elinden kurtulduğunu söylemek istememekte ve bundan dolayı dolambaçlı anlatımlara başvurmaktadır.’ Gerçekten de Mısır firavunu 2. Ramses Anadolu’nun batı kesiminde bulunduğuna daha önce değindiğimiz, Mira ülkesi kralına yazdığı bir mektupta Urhi-Teşup’tan söz etmektedir. Anlaşıldığına göre Mira beyi, Ramses’e daha önce bir mektup yazarak, Urhi-Teşup’un durumu ile ilgili bazı bilgiler vermiş ya da ondan bilgiler istemiştir. Belki de Urhi-Teşup’u Hattuşili’ye karşı kullanmak amacını güden isteklerde bulunmuştur. Ramses ise mektubunda, durumun Mira beyinin yazdığı gibi olmadığından bahisle, kendisi ile Hatti kralı arasında bir antlaşma bulunduğunu (bu antlaşma 1270 yıllarında imzalanan ve Kadeş savaşının sonucunu belirleyen belgelerdir) ve artık barış içinde yaşamak istediklerini yazmaktadır. Ayrıca, yine firavunun anlatımına göre, Hatti kralı ondan Urhi-Teşup’un olasılıkla kaçarken beraberinde götürdüğü altın, gümüş ve bakır eşyasını ve atlarını vermesini de istemiştir. Mektubun ondan sonrası kırıktır, ancak, Ramses’in Mira kralına, bu işe bulaşmak ve Urhi-Teşup yüzünden Hatti ile arasını bozmak istemediğini yazmasının nedenini anlamak güç değildir. İşin ilginç yanı, bu mektubun Hattuşa arşivinde elimize geçmiş olmasıdır. Büyük bir olasılıkla, iyi bir diplomat olan Mısır firavunu, Urhi Teşup’u Hattuşili’ye geri vermemiş, ama onun başkaları tarafından Hitit kralına karşı bir koz olarak kullanılmasına da engel olmuştur. Herhalde iyi niyetini belirtmek için de, Mira kralına yazdığı ve onu bu işe karışmaması için uyardığı mektubun bir kopyasını Hattuşili’ye de göndermiştir. Böylece, Hatti kralına kendi sadakatini kanıtlamış olmakta, hem de ona karşı girişilen komplolardan onu haberdar etmektedir. Hattuşili ise, Urhi-Teşup’un Mısır’da kalmasının kendisi için bir tehlike yaratmayacağına emin olmalıdır ki, bildiğimiz kadarıyla bu yüzden Ramses ile aralarından yeni bir sorun çıkmamıştır.
3. Hattuşili’ye ait yeterli belgeye sahibiz. Ancak, bunları kronolojik bir sıraya sokmakta güçlük çekiyoruz. Buna karşın özellikle dış siyasetinin ne olduğu ana çizgileriyle belirlenebilmektedir. Kendi otobiyografisinde de anlatıldığı gibi, zorunlu olanlar zaten Hititler ile dost geçinmeye çalışmış, karşı çıkanlar ise, eğer yeteri derece güçlü değiller ise, Hattuşili tarafından yenilmişlerdi. Bu arada, iki düşmanı birbirine kırdırmak gibi taktiklere başvurulduğunu da öğrenmekteyiz.
3. Hattuşili, 1. Salmanasar döneminde Asur ile iyi ilişkiler içindeydi. Oysa ondan önce Adadnirari döneminde, Asur’un Hatti ülkesine pek dost olmadığı, yazarı belirlenemeyen bir Hitit kralının şu mektup müsveddesinden anlaşılmaktadır: ... Hurriler’e karşı kazandığın zaferlerden söz edip duruyorsun. Silah gücüyle kazanmışsın... büyük kral olmuşsun. Fakat neden hep kardeşlikten dem vuruyorsun? Sen ve ben sanki bir anadan mı doğduk. Bunun yazarının Muwatalli olması olasıdır. Hattuşili döneminde işlerin düzeldiği, elçilerin gidip gelmesinden ve armağanların karşılıklı gönderilmesinden bellidir. Fakat bu ilişkilerin nasıl iyi duruma gelebildiği, eğer şu mektup Asur kralına yazıldı ise (bunu kesin olarak saptayamıyoruz), kolay anlaşılır değildir: Ben krallığa geçtiğimde, sen bana elçi göndermedin. Oysa bir kralın tahta geçmesinde gelenek, kendi düzeyindeki kralların ona güzel kokulu yağlar ve bir krali elbise armağan etmesidir. Oysa sen bunların hiçbirini yapmadın! Diğer yandan, Babil kralına Hattuşili’nin yazdığı bir mektupta da şunları okuyoruz: Duydum ki, kardeşim erkek olmuş, ava çıkıyormuş! Kardeşim Kadaşman-Turgu’nun adını fırtına tanrısı yükselttiği için, çok sevinçliyim. Şimdi kardeşime diyorum ki: ‘artık git ve düşman ülkesini yağmala! Düşman ülkesine sefer düzenle ve düşmanı yen! Bil ki sefere çıktığın ülke karşısında sayıca 3-4 kez daha üstünsün! Düşman ülkesinin adını vermemesine karşın, bunun Asur’dan başka bir ülke olamayacağı açıktır. Aynı tüm bir anlatıma da 3. Hattuşili’den sonra tahta geçen oğlu Tuthaliya’nın, Asur kralı Tukultininurta’ya yolladığı mektupta rastlanır. Bunda da, kralın kendisinden 3-4 kat daha az sayıda olan bir düşman ülkesine sefere yapması dileğinde bulunulmaktadır. Hattuşili’nin Asur ve Babil özellikle Asur’un dikkatinin Hatti sınırından uzaklaştırılması biçiminde uygulanmıştır. Dış görünüşteki dostluğa karşın, iki tarafın birbiri için iyi emeller beslemediği böylece ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda, 3. Hattuşili’nin, kardeşi Muwatalli’nin Amurru tahtından attığı Benteşina’yı onun elinden alıp, Hakmiş’e götürdüğüne değinilmişti. Benteşina’nın Urhi-Teşup zamanında da orada kaldığını düşünmek hatalı olmayacaktır. Hattuşili otobiyografisinde, yeğeni Urhi-Teşup’a 7 yıl sabırla dayandığını belirtmektedir. Bu kadar uzun süre Benteşina orada ne yapmıştır, bunu bilmiyoruz. Fakat hemen şunu da söylememiz gerekir ki, Hattuşili tahta geçmek için 7 yıl beklememiş de olabilir. Bu 7 sayısı, uzun süre beklediğini anlatmak için kullanılmış bir mecaz da sayılabilir. Urhi-Teşup’u krallıktan atar atmaz Hattuşili, eski dostu Benteşina’yı yeniden Amurru krallığına geçirmiş ve onunla bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşmanın aile bağlarıyla da pekiştirildiği, şu satırlarda okunmaktadır: Büyük Kral Muwatalli ölünce, ben Hattuşili, babamın tahtına oturdum. Benteşina’ya ikinci kez Amurru (krallığını) verdim; babasının evini (yani sarayını) ve krallık tacını ona verdim. Aramızda (gerçek bir) dostluk kurduk. Benim oğlum Nerikkaili, Amurrulu Benteşina’nın kızını eş olarak aldı. Ben de kızım Gaşşulawi’yi, Amurru kralı sarayına, Benteşina’ya eş olarak verdim. O Amurru’da kraliçelik mevkiine geçecek. Amurru ülkesinde krallığın kızımın çocukları, torunları sürdürecekler... Amurru ülkesinin egemenliğini, Benteşina’nın, oğlunun, torununun, Benteşina’nın kardeşinin ve benim kızımın soyunun elinden kimse almasın... Bugünden sonra sen, efendin Büyük Kral Hattuşili’yi ve efendin Büyük Kraliçe Puduhepa’yı ve onların torununu krallık açısından kollamazsan, tanrılar önünde ettiğin bu and (ın lanetine uğra!). Böylece, Amurru ülkesinde Hititler kendilerine bağlı bir vasal kral daha yaratmışlardır.
Mısır’la olan ilişkilere gelince; Muwatalli ile 2. Ramses arasındaki Kadeş Savaşı’nın ardından yıllar geçmesine karşın, iki ülke arasında ne yeni bir savaş çıkmış, ne de barış antlaşması yapılmıştı. İki taraf da statükonun bozulmasını arzu etmiyor gibi davranıyor, birbirlerinden çekiniyorlardı. Savaş, Ramses’İn 5. krallık yılında olmuştu, Hatti ve Mısır arasındaki antlaşma ise Ramses’in tahta geçişinin 21. yılına rastlamaktadır. Aradaki bu 16 yıllık süre içinde, Hattuşili ile Mısır firavunu arasında elçiler ve mesajlar gidip gelmiştir. Urhi-Teşup Mısır’a kaçmış ve geri verilmemiş olmasının da antlaşmanın gecikmesinde büyük rolü olmuştur. Sonuçta imzalanan antlaşmanın Urhi-Teşup’un da geleceğini etkileyip etkilemediğini bilmiyoruz. Antlaşma metni daha önce değindiğimiz gibi, o zamanın diplomatik yazışma dili olan Akadça ve Mısır dilinde hazırlanmıştı. Bir yüzünde Hattuşili, diğer yüzünde Puduhepa’nın mühür damgaları bulunan, gümüş bir tablet üzerine kazıttırılarak yazılmış ve Mısır’a gönderilmiş olduğunu bildiğimiz Akadça nüshası, ne yazık ki şimdiye değin elimize geçmemiştir. Fakat, aynı metnin kil bir tabletteki kopyası Boğazköy arşivlerinde bulunmuştur. Mısır tapınaklarında aynı konuyu işleyen yazıtlarda ise, Kadeş Antlaşması’nın, özellikle baş bölümleri Mısır’ı daha kazançlı ve Hititler’den daha üstün göstermek amacı ile değiştirilmiştir. Oysa, antlaşma tümüyle eşitlik temeli üzerine kurulmuştur. Bunda her iki kral da birbirlerini kardeş saymakta, yapılan antlaşmayla Hitit ve Mısır ülkeleri arasında güzel kardeşlik ve güzel barışın sonsuz olacağı belirtilmektedir. Yalnız antlaşmayı yapan taraflar değil, Hattuşili ve Ramses’in çocukları da bu barış içinde kardeş olmuşlardır. Ne Büyük Kral, Mısır kralı Ramses, sonsuza değin Hatti ülkesinden bir şey almak için saldıracak, ne de Büyük Kral, Hatti Kralı, Hattuşili, sonsuza değin Mısır’dan bir şey almak için saldıracaktır. Diğer yandan, eğer bir başka düşman, Hatti ülkesine sefer düzenlerse ve Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı Hattuşili, bana haber yollarsa ‘gel, bana ona karşı yardım et’, Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı Ramses savaşçılarını ve arabalarını yollayacak, Hatti ülkesinin öcünü alacaktır. Antlaşmada üstünde durulan sorunlardan biri de içteki isyanlardır: Ve eğer Hattuşili, Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, hizmetkarlarına (=uyruklarına) kızarsa ve onlar, ona karşı suç işlerse ve sen Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı Ramses’e haber yollarsan, Ramses arabalarını ve askerlerini gönderecek ve karşı gelenleri yok edecektir. Doğal olarak, Hattuşili de, kardeşi Ramses, böyle isteklerde bulunursa, aynı yükümlülükleri yerine getirecektir. Suçluların geriye verilmesi de antlaşmada yer almaktadır: Ve Hatti ülkesinden bir adam kaçarsa, ya da 2 adam ya da 3 adam, Büyük Kral, Mısır ülkesi kralı, kardeşim Ramses’e gelirse, Ramses onları yakalayacak ve kardeşi Hattuşili’ye geri yollatacaktır. Bu sonsuz kardeşli ve barış antlaşması ile Hitit – Mısır ilişkileri bir daha bozulmamıştır.
Hattuşili’nin Puduhepa ile olan evliliği Hitit tarihi içinde başlıbaşına bir bölüm oluşturur. Çünkü, kişiliği ve kudreti ile kraliçe Puduhepa’yı Hattuşili döneminden soyutlamaya olanak yoktur.
Hattuşili otobiyografisinde, Puduhepa’ya rastladığı ve onunla evlendiği döneme değin, ailesi ile ilgili fazla bilgi vermez. Aslında, kardeşlerinin adlarını sayması dahi, diğer Hitit krallarının belgelerinde ana adı bile verilmediği düşünülecek olursa, Hattuşili’nin olağandan fazla aile bağlarına önem verdiğini gösterir. Kardeşlerden Muwatalli’nin, icraatını daha önce gördüğümüz Hitit kralı olduğunu biliyoruz. Adının Halpaşulupi olduğu bilinen diğer erkek kardeşten bir daha hiç söz edilmemektedir. Bunun, Muwatalli tahta geçmeden ölmüş olduğu düşünülebilir. Kız kardeş ise, Muwatalli zamanında Batı Anadolu beylerinden Şeha Irmağı Ülkesi’nin Maşturi adlı kralına gelin gitmiştir. 3. Hattuşili bu kardeşlerini saydıktan sonra, kendisinin Puduhepa’dan önce evli olup olmadığını, evlenmiş ise, çocuklarını da hiç söz konusu etmemektedir. Ancak bildiğimiz, Kadeş Savaşı’nda kardeş Muwatalli’ye yardım edip ülkesine dönerken, Lawazantiya kentine uğradığı ve oradan Pentipşarri’nin kızı Puduhepa ile tanrıların isteği üzerine evlendiğidir. Evlenme tarihi ile Kadeş Savaşı arasında bir yıl geçmiş olduğunu varsayarak İÖ 1284 tarihini elde ederiz. Gerek babası Pentipşarri, gerekse Puduhepa, Hurri kökenli adlar taşımaktadırlar. Lawazantiya kentinin yeri belli değildir. Ancak Puduhepa, bir yerde Kizzuwatna ülkesinin kızı, başka bir belgede ise Kummanni ülkesinin kızı olarak geçmektedir. Kizzuwatna, daha önce değindiğimiz gibi, bugünkü Çukurova ve dolaylarına, Kummani ise (Roma dönemindeki adı Commana) günümüzdeki Şar’a yerleştirilmektedir. Her iki yerin, Hititler döneminde aynı bölgenin sınırları içinde kabul edildiği, belgelerden anlaşılmaktadır. Hem babanın, hem kızının hizmetinde oldukları tanrı ise, Lawazantiya İştar’ı ya da Hurca adıyla Şauşga olarak bilinen tanrıcadır. Bütün bunlar, Puduhepa’nın Hurri kökenini açıkça vurgulamaktadır.
Hattuşili ve Puduhepa’nın, kral ve kraliçe olmadan önce rahip ve rahibe görevlerinde bulundukları düşünülecek olursa, bize kalan belgelerin de neden bu kadar dindar gözüktükleri, neden her işlerinde tanrısal güçlerin karışmasına değindikleri daha iyi anlaşılır. Kraliçenin mühürlerinden biri üzerinde daha dindarlığı belli olmaktadır: Hatti ülkesi prensesi, yeryüzünün efendisi Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın gözdesi, Tanrıçanın hizmetkarı, Kizzuwatna ülkesinin kızı Puduhepa’nın mührü. Bu anlatımın elimize geçmeyen ve Mısır’a gönderildiği söylenen, Kadeş Antlaşması’nın yazılmış olduğu gümüş tabletteki mühür üzerinde kullanıldığı, bunun başka belgelerdeki tanımından öğrenilmektedir. Puduhepa gibi, hattuşili de dinsel görevlerini Ugarit’te bulunmuş bir mühründe belirtmiştir. Büyük Kral, Hatti ülkesi kralı, kahraman, Arinna’nın Güneş Tanrıçası’nın, Nerik kentinin Fırtına Tanrısı’nın ve Şamuha kentinin İştari’nın gözdesi, Hattuşili. Puduhepa’nın, her fırsatta tanrılara dua ettiğini, özellikle kocasının sağlığı ve uzun ömürlü olması için yakardığını, elimize geçen dua metinlerinden biliyoruz.
Puduhepa, pek çok resmi belgeye, kocası ile birlikte mührünü koymuştur. Bunlardan çoğu ferman niteliği taşıyan metinlerdir. Kraliçenin dış siyasette etken olduğu, Ramses ile yapılan antlaşmaya da mührünü basmasından anlaşıldığı gibi, Mısır kralından gelen mektuplardan bir bölümü doğrudan doğruya kralından gelen mektuplardan bir bölümü doğrudan doğruya kraliçeye gönderilmiştir. Ramses’in 34. krallık yılında, bir Hitit prensesinin firavuna gelin gönderildiği bilinmektedir. Mısır’daki Abu Simbel’de bulunan ve düşün steli adıyla bilinen eserde, prensesin Mısır’a gelmesi anlatılırsa da Hattuşili’nin Mısır’a gitmemek için bahaneler bulduğu ve böyle bir seyahatten kaçındığı anlaşılmaktadır. Ramses, ... kardeşim beni görmeye gelse, birbirimizin yüzünü görsek diye, Hatti kralını çağırmış, ancak Hattuşili bu çağrıya majestenin ayaklarının yanması iyi olur olmaz uyacağını yazarak, karşılık vermiştir. Ramses’in haremine ikinci bir Hitit prensesinin daha gelin olarak gönderildiği de belgelerden öğrenilmektedir. Mısır kaynakları bu olayı şu sözlerle açıklamaktadır: Hatti prensi, Ramses’e, Mısır’a ikinci kızını gönderdiğinden, Hatti ülkesinden, Kaşka ülkesinden, Arzawa ülkesinden çok ganimetler ve ayrıca pek çok at sürüleri, pek çok sığır sürüleri gönderdi. İşte bu evlenmelerle ilgili olarak, Ramses’ten doğrudan Puduhepa’ya yollanan mektup çok ilgi çekici bir anlatım ve içerik taşımaktadır: Tanrı Amon’un gözdesi, Güneşin oğlu, Mısır ülkesi kralı, Büyük Kral Ramses şöyle der: ‘Hatti ülkesinin kraliçesi, büyük kraliçe Puduhepa’ya söyle ki, işte ben, kardeşin, iyiyim. Evlerim, oğullarım, ordularım, atlarım, arabalarım iyidirler. Ülkemde çok iyilik vardır. Sen, kız kardeşim, iyi olasın! Evlerin, oğulların, orduların, atların, arabaların iyi olsunlar! Ülkende çok iyilik olsun! Kız kardeşime şöyle söyle ki, işte elçilerim, kız kardeşimin elçileri ile birlikte bana geldiler. Onlar bana, kardeşimin, Hatti ülkesinin kralı, Büyük Kralın iyiliğini bildirdiler. Kardeşimin, kız kardeşimin ve ülkelerinizin iyi haberlerini alınca çok sevindim ve şöyle dedim ‘Çok şükür, iyidirler!’ Kız kardeşimin bana gönderdiği mektubu gördüm ve Hatti ülkesinin Büyük Kraliçesi olan kız kardeşimin çok güzel bir biçimde yazdığı konuları işittim. Kız kardeşime söyle ki, kardeşim Hatti ülkesinin kralı, Büyük Kral bana şöyle yazdı: ‘Kızımın başına güzel kokulu yapı dökecek kişileri gönder; onlar onu (prensesi) Mısır kralının, Büyük Kralın evine götürsünler.’ İşte, kardeşim bana böyle yazdı. Kardeşimin bana haber verdiği karar çok ve pek güzeldir. Mısır ülkesinin tanrıları ve Hatti ülkesinin tanrıları iki büyük ülkeyi ebediyen bir ülke olarak birleştirmek için bizi bu karara yönelttiler! Söz konusu edilen gelinin başına bir tür parfüm olan iyi kokulu yağ sürme işlemi, anlaşıldığına göre nişan töreninin bir bölümüydü. Tahta çıkacak veliahtların başına da parfüm sürmenin, bu çağın geleneklerinin olduğunu bilmekteyiz. Kraliçe Puduhepa’nın başka ne gibi devlet işleriyle uğraşmış olduğunu gösteren bir başka belge de, Kuzey Suriye’nin Akdeniz kıyısında, Ras Şamra’da bulunan Ugarit’teki Hitit uyruklu tüccarlarla ilgilidir. Bu tüccarlar, klasik dönemdeki adı Olba, şimdiki adı ise Uzuncaburç olan, Ura kentinde (Mersin’in batısında) oturmakta ve Suriye limanları ile iş yapmaktaydılar. Ugarit kralı Niqmepa’ya hitaben yazılmış bu belgede şöyle denmektedir: Senin bana yazdığın ‘Ura halkından olan tüccarlar, hizmetkarlarının ülkesini yük olmaktadır’ konusunda, ben, majeste Ura ve Ugarit halkı ile ilgili olarak şu karara vardım: Ura halkı iyi mevsimlerde Ugarit’teki işlerini görsünler. Fakat kışın Ugarit’ten kendi ülkelerine dönmeye zorunlu olsunlar. Böylece Ura halkı, kışın Ugarti’te kalmaya, ev ve arazi satın almaya izinli değillerdir. Bu da Hattuşili yanında Puduhepa’nın mührünü taşımaktadır.
Puduhepa ve Hattuşili’nin kendi çocukları yanında, Hattuşili’nin önceki bir evliliğinden ya da harem kadınlarından da çocukları doğmuş olmalıdır. Benteşina’nın kızını alan Nerikkaili ve Benteşina’ya eş olarak verilen Gaşşulawi’nin Puduhepa’nın doğurduğu çocuklar olmaması gerekir. Çünkü, Benteşina, Hattuşili’nin, yeğeni Urhi-Teşup’u tahttan indirmesinden hemen sonra, yeniden Amurru krallığına geçirilmiş ve kendisi ile bir antlaşma imzalanmıştır. Bu tarihte Hattuşili ile Puduhepa’nın evliliği üzerinden ancak 9 ya da 10 yıl geçmiş olmalıdır ki, o zaman Nerikkaili ve Gaşşulawi’nin evlenecek yaşa gelmedikleri açıktır. Ancak, eğer, Benteşina ile yapılan antlaşma, onun tahta çıkarılışından çok sonra yazılmış ise, bu çocukların da Puduhepa’nın doğurduğu çocukları olabilmesi olasıdır. Ramses’e verilen kızların, bu Hitit çiftinin çocukları olması, yaşları açısından uygundur. Hatırlanacağı gibi, Hattuşili ile Puduhepa’nın evliliği Ramses’in 5. ya da 6. krallık yılına, bu prenseslerden birinin Ramses’e gelin gönderilmesi ise, firavunun 34. krallık yılına rastlar. Hattuşili’nin Puduhepa’dan önce evlendiğini söylememesine karşın, herhalde çocukları vardır. Zaten Puduhepa’nın kendisi de, saraya geldiğinde bulduğu çocukları bizzat büyüttüğünden söz eder. Ayrıca bir başka tablet üzerinde de, pek açık olmayan bir anlatım kullanılarak, Hattuşili’nin oğulları ve torunları ile, Puduhepa’nın soyu birbirinden ayrılmıştır.
Hattuşili’nin ne zaman öldüğünü kesinlikle saptayamıyoruz. Ama kendinden sonra devletin başına, Puduhepa’nın doğurmuş olduğu bir oğulun geçtiğini belgeler kanıtlıyorlar. Bu oğul ise 4. Tuthaliya’dır. (İÖ 1250).
Alıntıdır.
Gılgamış Destanı III. Bölüm
(Gılgamış ve Enkidu sedir ormanına yolculuk etmek ve kötü yürekli Humbaba ile karşılaşmak için hazırlandılar.)
Enkidu'nun yüreği mutsuz olduğu için, bir gün gözleri yaşla doldu. Arkadaşının acı acı iç çektiğini duyan Gılgamış, ona "Enkidu, dostum neden gözlerin yaşla doluyor ve neden böylesine acıyla iç çekiyorsun" diye sordu.
Enkidu yanıt verdi: "Kaybolan gücüm için ağlıyorum. Otlak arazide hayvanların arasında yaşarken, çok hızlı ve güçlüydüm. Burada, sağlam surlu Uruk kentinde kollarım işe yaramaz şekilde iki yanımda sarkıyor. Hareketsizlik beni güçsüz yaptı."
"Kalbindeki sızıyı nasıl iyileştireceğimi biliyorum" dedi Gılgamış. "Canlılar ülkesindeki Lübnan Sedir Ormanları'nda, gök tanrılarının evi olan Sedir Dağı'nın eteklerinde korkunç dev Humbaba yaşar. Benimle onu Öldürmeye gel, ülkedeki bütün şeytanları kovmuş olalım."
"Söylediklerinde ciddi olamazsın" diye yanıt verdi Enkidu. "Böylesine cesurca konuşabiliyorsun, çünkü Humbaba'yı hiç görmedin. Ben de onu hiç görmemiştim, ama vahşi hayvanlardan Sedir ormanını ve onu koruyan kötü devi öğrendim."
"Orman, 30.000 milkarelik bir alan üzerinde uzanıyor" diye açıkladı Enkidu. "Yayıldığı alan öyle büyük ki bir insan oraya girebilir, ama bir daha asla çıkış yolunu bulamaz. Humbaba'ya gelince, bu canavar deve karşı savaşma düşüncesi de kalbimi dehşetle dolduruyor. Göksel tanrıların yöneticisi Enlil, onu gözcü olarak tayin etti. Sedir Ormanları'nı, girmeye cesaret edenlere dehşet saçarak koruyor. Yüzü bir aslanınki kadar ürkütücü. Korkunç kükremesi, ormanın içinde, tufanda kabaran bir nehir gibi yankılanıyor. Dişleri bir ejderhanınkilere benzer ve ağzından alevler fışkırır. Her soluk aldığında yolunun üzerindeki bütün kamışları ve ağaçlan yakıp yok eder. Yenebilen hiçbir şey bu canavar tarafından yenip yutulmaktan kurtulamaz. Neden senden daha güçlü bir yaratığa karşı kendini ortaya atmayı seçiyorsun?"
"Er geç öleceğimi ve bunun benim kaderim olduğunu biliyorum" diye açıkladı Gılgamış. "Yaşamım sona ermeden ad bırakmayı istiyorum. Dunun için Sedir Dağı'na çıkmak istiyorum. Geçmişin büyük adları anıldığında benim adımın da onların arasında olmasını isterim. Göksel tanrıların adlarını da bizimle birlikte taşıyacağım ki onlar da anımsansınlar."
Enkidu "Sedir Ormanları'na giremeyiz" diye yineledi. "Humbaba dinlenmeksizin ormanı gözlüyor. Vahşi sığırları 200 mil öteden duyabilir o."
Gılgamış karşılık verdi: "Dostum, kim göklere ulaşabilir? Işık saçan Şamaş’la birlikte, yalnızca tanrılar sonsuza dek yaşarlar. İnsanların günleri sayılıdır ve ulaştıkları şeyler ne olursa olsun rüzgâr gibidir! Tüm insanlar gibi senin kaderinde de öleceğin yazılıysa neden ölümden korkuyorsun? Kahraman gücüne ne oldu? Sabırla ve sessizce oturup öleceğin günü beklemektense ün kazanmak için elinden geleni yapman daha iyi değil mi? Ün ve onur sen öldükten sonra bile adını yaşatacaktır."
"Eğer Humbaba ile savaşmaktan hâlâ korkuyorsan" diye devam etti, "bırak, sen beni daha yürekli olmam için cesaretlendirirken, ben önden yürüyeyim. Başarısız olsam bile kalıcı bir ad bırakmış olurum, insanlar benim için, Gılgamış acımasız dev Humbaba ile savaşırken öldü diyecekler."
Enkidu yanıt verdi: "Senin arkanda yürümeyeceğim dostum. Sen canlılar ülkesine doğru seyahat ederken, ben sağlam surlu Uruk kentinde kalacağım, gönencini annene bildireceğim. Bilge tanrıça Ninsun, bütün insanlara ününü ilan etsin! Çok yakında gerçekleşecek ölümünü annene haber vereceğim. Bilge tanrıça Ninsun, kayıp çocuğu için yas tutarken acı gözyaşları döksün."
"Ben ölümü seçmiyorum" diye devam etti Enkidu. "Ateşler içinde yok olmak istemiyorum. Üç katlı kefen için hazır değilim. Fırat nehrine seyahat etmeye hazır değilim."
Gılgamış şöyle dedi: "Korkun kalbimi üzüntüyle dolduruyor. Humbaba'yı ellerimle öldüreceğim, Sedir ağaçlarını keseceğim ve güzel kokulu kerestelerini sağlam surlu Uruk kentine getireceğim. Böylece kalıcı bir ad kazanacağım. Demirciye bizim için yeni silahlar dökmesini emredeceğim; ağaçları kesip devirmek için baltalar ve şekil vermek için bıçaklar ve Humbaba'ya karşı kullanmak için olağanüstü kılıçlar… Adı ülkemizde dehşet saçan bu devi görmek istiyorum. Onu Sedir Ormanlarında yeneceğim. O zaman bütün insanlar Uruk kralının ne denli güçlü olduğunu öğreneceklerdir."
Enkidu yanıt verdi: "Ey Gılgamış, eğer böyle bir maceraya girmeyi kafana koyduysan ve Canlılar ülkesine girmeye karar verdiysen, istemeye istemeye sana eşlik edeceğim. Ancak ışık saçan Şamaş'a söylemelisin. Sedir Ormanları'ndan o sorumlu ve mutlaka onun yardımına ihtiyacın olacak."
Böylece Gılgamış biri beyaz, diğeri kahverengi iki oğlak seçti ve dualarla Şamaş'a sundu: "Ey göksel Şamaş, Canlılar ülkesindeki Lübnan Sedir Ormanları'na girmek istiyorum ve bana yardımcı olmanı diliyorum."
"Gılgamış, gücünün çok büyük olduğunu biliyorum" diye karşılık verdi ışıklar saçan Şamaş. "Sen gerçekten büyük bir savaşçısın. Ama niçin böyle bir maceraya girişiyorsun? Neden Canlılar ülkesi seni bu kadar ilgilendiriyor?"
Gılgamış gözyaşları içinde yanıt verdi: "Ey ışık saçan Şamaş, lütfen sözlerimi dinle. Biz insanlar göksel tanrılar kadar kutsanmış değiliz, çünkü sonsuza dek yaşayamıyoruz. Her gün kentim Uruk'ta insanlar ölüyor! Kentimin güçlü duvarlarından baktığım zaman Fırat Nehrinin onların ölü gövdelerini taşıdığını görüyorum."
"Bir kral da olsam, er ya da geç ben de bu kaderle yüzleşeceğim, bu son yolculuğu yapmak zorunda kalacağım, ölüm insan kalbini acıyla doldurur. Ne kadar uzun olursa olsun bir ölümlü göklere ulaşamaz. Ne kadar geniş olursa olsun bir ölümlü tüm dünyaya yayılamaz."
Sözlerini şöyle tamamladı Gılgamış: "Ancak yaşamım sona ermeden önce bir ad bırakmak istiyorum. Canlılar ülkesine girmek ve Sedir Dağı'na tırmanmak istiyorum. Gelecek kuşaklar geçmişin ünlü adlarını andıklarında, o adların arasında benimkinin de olmasını istiyorum. Göksel tanrıların adlarını da yanımda getireceğim ki sizin adlarınız da anımsansın."
Şamaş, Gılgamış'ın sözlerini duydu ve gözyaşlarını kutsal bir kurban olarak kabul etti. Işık saçan tanrı, Gılgamış'ın insan kaderi yüzünden ona acıdı. Gılgamış'a "Humbaba'ya karşı senin bağlaşığın olacağım; diliyle zehirleyen yılanı, ateşiyle kavuran ejderhayı, ülkeyi mahveden tufanı ve yenilmez yıldırımları, dağdaki mağaralara hapsedeceğim. Maceran boyunca sana dert çıkaramayacaklar."
Gılgamış Şamaş'ın sözlerini duyunca kalbi mutlulukla doldu. Uruk'un ileri gelenlerini toplantıya çağırdı ve onlara planını anlattı. Coşkusu onları ikna edememişti.
Krallarına, "Genç ruhun kalbini dolduruyor Gılgamış, ancak o ruh yaptığın şeye karşı seni körleştirmiş. Öğüdümüzü dinle, Sedir Ormanı'nın 30.000 milkarelik bir alana yayıldığını duyduk. İnsanlar arasında hangisi oraya girecek kadar yiğittir? Duyuyoruz ki Humbaba kendisinden korkulacak bir yaratıkmış. Hangi insan onun silahlarına karşı koyabilir? Canavar tıpkı tufanda kabaran bir nehir gibi kükrüyor ve ateşten nefesi ölüm getiriyor" dediler.
"Neden böyle bir düşmanla karşılaşmak istiyorsun?" diye sordular. "Daha eşitsiz bir mücadele seçemezdin! Ama eğer seni kararını değiştirmeye ikna edemezsek o zaman hayır dualarımızla git. Tanrın Şamaş seni korusun ve seni sağlam surlu Uruk'a sağ salim geri getirsin!"
Gılgamış ışık saçan Şamaş'ın önünde diz çöktü. Ellerini dua etmek için kaldırdı ve şöyle dedi: "Göksel Şamaş, ben yola çıkıyorum. Ruhumu koru. Beni koru ve Uruk'a güvenli bir şekilde dönmemi sağla. Daha önce hiç görmediğim bir yere gidiyorum. Kalbimde neşeyle yürümek istiyorum."
Gılgamış sonra bazı yurttaşlarını askere aldı. "Ailesinden sorumlu olanlar evde kalsın" diye emretti. "Annesinden sorumlu olan onunla kalsın! Ama eğer yalnız bir erkekseniz ve kahramanlık maceralarının en büyüğünde bana katılmak isterseniz, içinizden elli kişiyi, Humbaba'nın Sedir Ormanı'nı koruduğu Canlılar ülkesine doğru benimle gelmeye davet ediyorum. Orada canavarı öldüreceğiz ve bütün kötülükleri ülkeden kovacağız."
Uruk erkekleri Gılgamış'a itaat ettiler. Ailelerine bakanlar arkada kalırken elli genç, büyük macerada Gılgamış'a eşlik etmek için hazırlandı.
Gılgamış, metal dökümcülerine bütün arkadaşları için baltalar ve kılıçlar yanında, "kahramanlığın gücü" adını verdiği olağanüstü büyük bronz baltayı dökmelerini emretti. Sonra uşaklarına daha başka silahlar ve aletler yapmak için elma, şimşir ve söğüt ağaçlarından kereste kesmelerini emretti. Bütün maceracılar uygun şekilde donanınca Gılgamış'ın uşakları ona silahlarını getirdiler. Yayını, oklarla dolu sandığını, birtakım kesici ve şekillendirici aletleri verdiler ve baltası "kahramanlığın kudretini ve kılıcını kemerine yerleştirdiler.
Grup yola çıkmak için hazır olduğunda insanlar bağırdılar:
"Kentimize esenlikle dönün!"
Daha sonra büyükler Gılgamış'a son Öğütlerini verdiler. "Gılgamış, sakın kendi gücüne çok fazla güvenme. Sedir Ormanı'na giden yolu bildiği ve savaşta deneyimli olduğu için Enkidu'nun önden gitmesine izin ver. Ormanda ve dağ geçitlerinde Enkidu'nun önden yürümesini sağla. Önde giden insan arkasından gelen arkadaşlarını korur, kendini ve sizi koruması için bırak gözleri her şeyi açıkça görsün."
"Gece dinlenmeden önce bir kuyu kazın ki kaplarınızdaki su her zaman taze kalsın. Işık saçan Şamaş'a soğuk su sunmayı ve baban Lugalbanda'yı onurlandırmayı asla unutmayın. Humbaba'yı öldürdükten sonra tanrıların istediği gibi ayaklarım yıkamayı da unutmamalısın."
Büyükler sözlerini "Tanrın seninle olsun Gılgamış" diye tamamladılar. "Şamaş dualarınıza kulak versin. Tiklinmiş patikaları, kapanmış yolları ve korkunç dağları ayaklarınızın önüne sersin. Gece, korkacağınız hiçbir şey getirmesin. Baban seninle olsun ve seni korusun. Yaşa ve dileklerine kavuş."
Sonra meclisteki büyükler, "Meclis olarak biz kralımızı sana emanet ediyoruz. Arkadaşını koru ve onu güvenlik içinde bize geri getir" diyerek Enkidu'ya seslendiler.
Yaşlı soylular meclisinin hayır dualarını aldıktan sonra Gılgamış, Enkidu'ya ''Önce Şamaş'ın rahibesi annemi görmeye gidelim. Çok geniş bir bilgisi ve müthiş bir aklı olan büyük kraliçe Ninsun, bizi mutlaka kutsayarak gönderecektir" dedi.
İki arkadaş el ele Ninsun'un odasına girdiler. Gılgamış şöyle dedi: "Anne beni Sedir Ormanı'na doğru garip bir yola sürükleyecek ve Humbaba'nın evine götürecek büyük bir yolculuğa çıkmaya karar verdim. Bütün kötülükleri ülkeden kovmak amacıyla Humbaba'yı öldürmeye çalışacağım. Sonucu kesin olmayan bir savaşla karşılaşacağım. Hareket etmemden geri dönmeme kadar geçen her gün benim adıma Şamaş'a dua et, çünkü o da kötülüklerden nefret eder."
Ninsun tören kıyafetini giydi, göğsüne bir süs yerleştirdi ve başına üç katlı tacını taktı. Merdiven basamaklarından sarayın tepesine kadar çıktı, çatının üzerinde durdu ve ışık saçan Şamaş'a güzel kokular sundu.
Ninsun ellerini güneş tanrısına kaldırarak bağırdı. "Bana neden Gılgamış gibi bir oğul verdin? Neden bu denli huzursuz bir kalp verdin? Ona böylesine garip bir yolculuk yaptırarak eline ne geçecek? Neden Sedir Ormanı'nda Humbaba ile karşılaşması gerekiyor?"
Daha sonra Ninsun dua etti: "Ey Şamaş, gidişinden dönüşüne kadar geçen her gün oğlumu korumanı rica ediyorum. Ve her günün sonunda sen dinlenmeye giderken oğlumu gecenin gözcülerine emanet et. Sen de kötülüklerden nefret edersin; ülkeden bütün kötülükleri defetmesi için güçlü Humbaba'yı öldürürken, onu Sedir Ormanı'nda koru."
Daha sonra Ninsun her tarafı tütsüye boğdu ve Enkidu'ya seslendi: "Gılgamış gibi benim çocuğum değilsin güçlü Enkidu, fakat seni şimdi resmen evlat ediniyorum. Hayır dualarımla git ve Uruk'a güvenli bir şekilde dön."
Alıntıdır.
5 Mart 2022 Cumartesi
Silah susturucuları nasıl çalışır?
Filmlerde görmüşsünüzdür. Aslında kulaklara zarar verebilecek kadar yüksek olan silah sesi, silahın ucuna takılan boru gibi çok basit bir madeni parça ile neredeyse işitilemeyecek kadar, çok düşük bir seviyeye indirilebilmektedir.
Gerçekten de susturucular silahın sesini çok aza indirirler ve de çok basit bir prensibe göre çalışırlar. Bir balon düşünün, bu balonu iğne ile patlattığınızda yüksek bir ses çıkar. Alt tarafı balonun içindeki basınçlı havayı boşaltmışsınızdır. Halbuki balonun ağzını çok az açarak basınçlı havanın rahatça boşalmasını sağlarsanız, çok az bir ses çıkar.
Bir diğer örnek de şarap şişeleridir. Köpüklü şarap veya şampanya şişelerinin mantarları çıkartıldığında çok yüksek bir ses çıkmasına rağmen, normal bir şarabın mantarı çıkartıldığında az bir ses çıkar. Çünkü şampanya şişesinde mantarın arkasında sıkıştırılmış basınçlı gaz bulunmaktadır.
Her iki örnekte de görüldüğü gibi, kapalı bir yerde sıkıştırılmış bir gaz aniden küçük bir delikten salınıverirse, ortaya bir patlama sesi çıkmaktadır. Gazın basıncı fonksiyonel olarak size gerekli olduğu için, bu sesi azaltmanın tek yolu boşalan gazın tek bir delikten değil de, daha büyük bir delikten boşalmasını sağlamaktır. İşte silah susturucularının arkasında yatan temel fikir budur.
Kurşunu silahtan atabilmek için, kurşunun arkasındaki barut ateşlenir. Ateşlenen barut çok yüksek basınçlı ve hacimli bir sıcak gaz ortaya çıkarır. Bu gazın basıncı kurşunu namluya doğru iter.
Kurşun mermiden çıktığında, bir şişenin mantarının çekilip çıkarıldığında oluşan sese benzer bir olay olur. Kurşunun arkasındaki yaklaşık santimetrekarede 200 kilogram olan basınç, şampanyanın mantarının patlatılmasında olduğu gibi, kurşunun mermiyi terk etmesiyle birlikte yüksek bir ses çıkarmasına yol açar.
Namlunun ucuna vidalanan ve üzerinde delikler bulunan susturucunun hacmi, namludan 20 - 30 kat daha fazladır. Kurşunun arasındaki sıkıştırılmış, basınçlı sıcak gaz anında buraya boşalır ve basıncı yaklaşık santimetrekarede 15 kilograma kadar düşer. Kurşun da namludan çıkarken arkasında şampanya örneğinde olduğu gibi basınçlı gaz olmadığından, normal bir şarap şişesi mantarı çıkarılıyormuş gibi, çok az bir ses çıkarır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...