24 Şubat 2022 Perşembe

Arabamızın aynaları niçin farklı gösteriyor?

 



Önce dikiz aynası ile başlayalım. Dikiz aynasını gece konumuna getirince, arkadaki arabaların farlarının ışıklarının sizi rahatsız etmeden nasıl arkayı görebildiğinizi hiç merak ettiniz mi? Eğer evinizde gece ışıklar açık ve dışarısı karanlık iken pencerenin önünde durursanız, camdan aksinizi bir aynaya yakın netlikte görebilirsiniz. Dikiz aynalarında da bu özellik kullanılır.

Dikiz aynasında arka arkaya ama birbirine açılı, 'V' şeklinde, önde düz bir cam, arkada ise normal düz bir ayna vardır. Normal gündüz konumunda ayna kısmı dik durumdadır ve camdan geçen ışıklar burada yansıyarak arkanızı görmenizi sağlarlar.

Dikiz aynasını gece konumuna getirince, cam kısmı dik duruma gelir, açılı hale gelen ayna kısmı ise arabanızın tavanını gösterir. Bu pozisyonda ayna kısmı tamamen karanlık olan arabanın tavanını camın arkasına yansıtır ve evdeki cam örneğinde olduğu gibi, dikiz aynasının cam kısmından arkadan gelen ışıkları nispeten az ve gözlerinizi rahatsız etmeyecek şekilde görebilirsiniz.

General Motors ilgilileri, şimdi yeni bir dikiz aynası geliştirdiklerini söylüyorlar. Bunda sadece tek bir yansıtıcı yüzey olacak ve üzerindeki özel film tabakası sayesinde geceleri parlak far ışıklarını düşük düzeyde yansıtacak.

Birçok sürücü arabalarının sağ ve sol tarafındaki aynalardaki görüntülerin farklılıklarına dikkat etmez. Genellikle sürücü tarafındaki ayna, düz ayna olup arkadaki arabaların gerçek boyut ve uzaklıklarını gösterir.

Sağ taraftaki ayna düz değil bombelidir ve cisimleri daha küçük gösterir. Bu da sürücülerin arkalarındaki araba daha uzaktaymış gibi algılamalarına sebep olur. Ancak bu hali ile sağ taraftaki ayna arkayı daha geniş açıdan görme ve özellikle sağ arka kör noktayı daha iyi izleme imkanını sağlar.

80'li yıllarda kullanıcıların istekleri doğrultusunda başlayan bu farklı görüntülü ayna konulmasının getirebileceği sakıncalar göz önüne alınarak, son zamanlarda yeni arabalarda sağdaki aynaya ''arabalar göründüğünden daha yakındırlar'' şeklinde bir ikaz yazılmaya başlanıldı. Şüphesiz sağ tarafa da bire bir ölçekte gösteren bir düz ayna konulabilir ama burayı bombeli aynadaki kadar çok geniş açıdan gösterebilmesi için, bu aynanın yüzeyinin de çok büyük olması gerekir.


YERYÜZÜNDE SICAKLIĞIN COĞRAFİ DAĞILIŞI

 


Sıcaklığın zamana göre dağılışının anlaşılması bir saha için iklim karakterlerinin anlaşılmasında ilk adımdır. Çünkü yeryüzünde her noktanın sıcaklıkla ilgili belli karakterleri oluşmuştur. Bu karakterler enlem etkisi, karasallık, yükselti ve hakim olan genel atmosfer sirkülasyonunun özelliklerine göre gelişse de her yerin sıcaklık dağılış özellikleri makro iklim açısından bir karakteri yansıtır.


YERYÜZÜNDE SICAKLIĞIN COĞRAFİ DAĞILIŞI


Sıcaklığın aylık ve yıllık dağılışı ile amplitüd değerleri ve isonomal değerlerin haritalanması da sıcaklık dağılışının anlaşılmasında önemli olan süreçleridir.


Sıcaklığın yeryüzü üzerinde coğrafi dağılışını belirleyen unsurlar gezegensel unsurlardır. Yani enlem, kara ve deniz dağılışı, yükselti ve hatta bir ölçüde rakım koşullarının denetimi altında sıcaklık dağılışı gerçekleşmektedir. Enlem, kara ve deniz dağılışı ile yükselti temel faktörler olmakla birlikte lokal coğrafi faktörler bu dağılış üzerinde etkilidirler.


Bu temel üç etkenden enlem, sıcaklığın dağılışında temel faktörü oluşturmaktadır. Diğer bir ifadeyle enlemin etkisi ile sıcaklığın Ekvatordan kutuplara doğru azalması sıcaklık dağılışını kontrol eden temel faktördür.


Enlem etkisi ile güneş ışınları Ekvator’dan kutuplara doğru belli açılarda gelerek yıl içerisinde sıcaklık ve dolayısıyla mevsimsel değişiklikleri denetlemektedir. Burada en önemli faktör güneş ışınlarının geliş açısıdır. Güneş ışınlarını dik alan alanlar daha sıcak, yatık alan alanlar ise genel anlamda daha soğuk bölgeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan Yengeç ve Oğlak dönenceleri arasında güneş ışınları yıl içerisinde 90olik açıya ulaşmakta, diğer alanlar, bu açıya ulaşamamaktadır. Bu durum küresel anlamda sıcaklık dağılışının temel özelliğini bize verir.


Ancak bu şekilde enlem etkisi, sıcaklık dağılışını belirleyen tek etken olmamaktadır. Enlem etkisini değiştiren etkenlerden biri kara ve deniz dağılışıdır. Karalar ve denizler sıcaklığın enleme göre dağılışını değiştirmektedir. Yani örneğin, dönenceler dışındaki alanlar kara ve deniz dağılışına göre yıl içerisinde daha yüksek sıcaklığa ulaşabilmektedirler. Çünkü bilindiği gibi kara ve denizler farklı ısınma ve soğuma süreçlerine sahiptir. Denizler daha geç ısınıp daha geç soğurken, karalar ise daha erken ısınıp daha erken soğumaktadır. Bu durum günlük sıcaklık değişimlerinde kıyı bölgelerinde çeşitli etkilere sahiptirler. Benzer bir durum ise daha büyük ölçekte okyanus ve kıtaların dağılışı ile mevsimsel değişimlere neden olmasıdır. Daha ılıman koşullara sahip denizler enlemin etkisini değiştirebilmektedir. Böylece sıcaklığın yeryüzündeki genel dağılışında enlemin etkisi değişmekte, diğer bir ifade ile sıcaklığın enleme uygun dağılışı değişmektedir.


Bununla birlikte kısa mesafelerde görülen yükselti farklılıkları da sıcaklığın dağılışında enlem ve kara-deniz dağılışı ile ortaya çıkan düzeni değiştirmektedir. Yükseltinin ve yükselti farklılıklarının büyük olduğu alanlarda ise adeta diğer etkenler ortadan kalkarak, yükselti sıcaklığın dağılışını kontrol eden en önemli faktör olmaktadır. Bu nedenle yukarıdaki konularda da ifade edildiği gibi sıcaklığın genel dağılışını anlatmak üzere hazırlanan haritalarda indirgenmiş sıcaklık değerleri kullanılmaktadır. İndirgeme, yüksek seviyedeki bir sıcaklık değerini, hesaplama yoluyla deniz seviyesine eşitlenmesinden ibarettir. Diğer bir ifade ile indirgenmiş sıcaklık, herhangi bir yerde ölçülen hava sıcaklığının (aktüel sıcaklığın), o noktanın 0m yükseklikte (deniz seviyesinde) bulunduğu varsayılarak hesaplanan sıcaklığına çevrilmiş haline denir. Her ne kadar böyle bir indirgeme reel sıcaklık değerini yansıtmasa da, genel değerlendirmeler için tercih edilen bir yoldur. Bir yerin indirgenmiş sıcaklığını hesaplamak için öncelikle yükseltiden kaynaklanan sıcaklık farkının hesaplanması gerekir. Daha sonra hesaplanan bu fark o yerin gerçek sıcaklığına eklenir. Böylece ortaya indirgenmiş sıcaklık çkar. Bu da yükselti farkının azlığı ya da çokluğuna göre değişim gösterir.


İndirgenmiş sıcaklık bu durumda sıcaklık farkı + gerçek sıcaklık olarak formülize edilebilir. Sıcaklık farkının bulunması için ele alınan genel rakam her 100 m.de 0.5 oC sıcaklık değişiminin yaşandığıdır. Buna göre örneğin indirgenmiş sıcaklık değerini hesaplayacağımız istasyon 1000 m seviyesinde ise sıcaklık farkı basitçe 1000 x 0.5 = 5 oC olarak hesaplanır. Bu hesaplanan değer o istasyonun gerçek sıcaklık değerine eklenir. Örneğin ele aldığımız istasyonun gerçek sıcaklık değeri 12 oC ise, bu durumda indirgenmiş sıcaklığı 12 + 5 = 17 oC olarak bulunur. Örnek olarak Türkiye'nin yıllık indirgenmiş sıcaklık dağılış haritası şekil 69’da verilmektedir (Şekil 69). Burada da görüldüğü gibi özellikle yükseltinin sıcaklık dağılışı üzerindeki etkisi ortadan kaldırılmıştır. Ancak karasallık etkisi yine de görülmeye devam etmektedir.

Aylık Ortalama Sıcaklık Dağılışı

Aylık ortalama sıcaklıklar bir bölgedeki iklim karakterinin anlaşılması açısından önem taşımaktadır. Aylık ortalama sıcaklıklar ve bu sıcaklılarda yıl içerisinde görülen değişimler ele alınan saha yada bölge hakkında bilgi vermektedir. İster dünya ölçeğinde olsun, ister ülke veya bölge ölçeğinde, ele alınan sıcaklık değerleri, o sahanın sıcaklık rejimini ortaya koymaktadır. Daha önce de ifade edildiği gibi aylık ortalama sıcaklıklar, o aya ait günlük sıcaklıkların toplanarak gün sayısına bölünmesi ile elde edilmektedir. Elde edilen tablo sıcaklığın yıl içerisindeki değişimi ile ilgili bilgi verdiği gibi o istasyonun makroklima özelliklerini de ortaya koyarak diğer benzer iklim grubu içerisinde yer alan yerlerle de bir bütünlük oluşturmasını sağlamaktadır. Bu da aslında iklim sınıflandırmaları için önemli bir konudur.


Sıcaklığı aylık değişimi 12 aylık bir periyotta incelenebileceği gibi, mevsimlik yada yaz ve kış dönemi için seçilen ayların (Temmuz – Ocak) ele alınmasıyla da değerlendirilebilir. Aslında bir çok genel çalışma 12 aylık değerlendirme yerine temsili olarak Ocak ve Temmuz aylarındaki sıcaklık değerlerini ele alarak yapılmaktadır. Bu anlamda Ocak ayı kış sıcaklıkları için, Temmuz ayı ise yaz sıcaklıkları için temsil edilmektedir.


Kış Mevsimi Sıcaklık Dağılışı (Ocak Ayı)


Kış mevsimi her iki yarım küre için farklı aylara rastlamaktadır. Kuzey yarım kürede Ocak ayı iken, Güney yarım kürede Temmuz ayıdır. Bu nedenle yukarıda da yapılan yaz ve kış ayları tanımlamalarının Kuzey yarım küre için olduğunu daima hatırda tutmak gerekmektedir.

Ocak ayı Kuzey yarım küresi için kış mevsimine karşılık geldiğinden ortalama sıcaklık değerlerinin Ekvator’dan kuzey kutbuna doğru azalarak – 40 oC’lere kadar indiği şekil 70’de görülmektedir. Bu değişim Kuzey yarım küresi Ocak ayı koşulları için normal bir süreç olup sıcaklık dağılışında öncelikle enlemin etkisini ortaya koyan bir durumdur. Çünkü bu dönemde güneş ışınları Güney yarım küresi üzerine dik gelmekte, Kuzey yarım küresi daha yatık açı ile aldığı güneş enerjisinde yeteri kadar faydalanamamaktadır.


Bununla birlikte iç kesimler ile kıyılar arasında da sıcaklık farklılıkları bulunduğu görülmektedir. Böylece kıtaların iç kesimleri aynı enlemdeki kıyılara oranla daha soğuk olmaktadır. Bu dağılım gerek Kuzey Amerika ve gerekse Avrupa ve Asya’da bariz bir şekilde görülmektedir.


Bununla birlikte aynı dönemdeki deniz/okyanus suyu yüzey sıcaklıklarına bakıldığında, karalar kadar olmasa da Kuzey yarım kürede belli bir soğuma görülmektedir.

Akdeniz’de deniz yüzeyinde 14-16 oC’ler civarında olduğu görülmektedir. Kuzey Atlantik’te ise kuzeye doğu sıcaklıkların düştüğü net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bununla birlikte kış mevsiminde aynı enlemde de olsa karaların denizlere oranla daha soğuk olduğu da görülmektedir. Bununla birlikte deniz yüzeyindeki sıcaklık dağılışında karalarda olduğu gibi yükselti ile ilgili bir etken olmasa da burada da okyanus ve deniz akıntıları önemli bir faktördür. Ancak yine de deniz yüzeyi sıcaklık dağılışları karalara göre daha düzenli olmaktadır.


Netice itibariyle Ocak ayında Kuzey yarım kürede sıcaklığın dağılışı karalar üzerinde enlem etkisi ile birlikte karasallık ve yükseltinin kontrolünde gelişmektedir. Denizler üzerinde ise enlem etkisi ile birlikte okyanus akıntıları nispeten bölgesel ölçeklerde etkili olmaktadır. Buna göre karalar denizlere oranla daha soğuk ve sıcaklık dağılışı daha karmaşıktır.


Öte yandan aynı dönem, yani Ocak ayı Güney yarım küre için yaz mevsimini temsil etmektedir. Karalar ile birlikte deniz yüzeyinde de yüksek sıcaklık değerleri görülmektedir. Bununla birlikte Ocak ayında yaz olmasına rağmen Güney yarım kürenin en soğuk bölgesi Antartika ve Güney Kutbu’dur. Her iki yarım küre arasında kara ve deniz dağılışının farklı olması, Güney yarım kürenin daha çok deniz alanına sahip olması nedeniyle sıcaklık dağılışları Kuzey yarım küreye oranla daha sade yayılım göstermektedir.


Yaz Mevsimi Sıcaklık Dağılışı (Temmuz Ayı)

Temmuz ayı Kuzey yarım küresi için yaz mevsimini temsil ederken, bu sefer Güney yarım küresi için kış mevsimini ifade etmektedir. Dünyanın yıllık hareketi neticesinde bu dönemde Kuzey yarım küreyi etkisi altına alan yaz koşullarında sıcaklık dağılışına bakıldığında karasallığın etkisinin öne çıktığı görülmektedir.

Afrika’nın iç kesimleri, Asya, Arabistan yarımadası ve yine karasal koşulların etkisi ile Hindistan’ın iç bölgelerinde yüksek sıcaklıklar belirginleşmiştir. Avrupa’nın güneyi 20 oC izoterminin altında kalırken, daha kuzeye doğru ortalama sıcaklıklar azalarak devam etmektedir. 20-30 oC arası sıcaklık izotermi bu dönemde Ekvator’un her iki tarafında da geniş yer tutmaktadır. Karasallığın etkisi bu dönemde sıcak koşulların daha da yaygın hale gelmesine neden olmuştur.


Bu dönemde deniz seviyesi sıcaklık dağılışı da özellikle Ekvator civarında maksimum seviyelere ulaştığı görülmektedir.


Güney kutup civarı min. sıcaklıkların yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde de okyanus akıntıları deniz seviyesi sıcaklıkları üzerinde etkilidir. Bu dönemde de izotermler Güney yarım kürede daha düzenli bir seyir izlerken, Kuzey yarım kürede karaların iç kesimlerinde sıcaklık adacıkları oluşturmuştur. Bu açıdan bakıldığında yılın her döneminde izotermelerin Güney yarım kürede daha düzenli seyrettiğin görebiliriz. Bununla birlikte karaların daha çok yer kapladığı Kuzey yarım kürede izotermler mevsimler itibariyle büyük ölçüde yer değiştirirken, Güney yarım kürede bu değişim azdır. Burada temel etken, daha önce de ifade edildiği gibi kara ve deniz dağılışıdır. Bununla birlikte akıntı sistemleri de bu süreç üzerinde etkili diğer faktördür.

Yıllık Sıcaklık Farklılıklarının Dağılışı

Bir yerde ölçülen sıcaklık değerleri arasındaki fark amplitüd olarak ifade edilmektedir. İzoamplitüd haritaları ise tercihe göre aylık yada yıllık olarak çizilebilmektedir. Fark haritaları kara ve deniz iklimlerinin özelliklerini ortaya çıkarması bakımından önemlidir. Bilindiği gibi karasallık gerek günlük, gerekse aylık ve yıllık sıcaklık farklılıklarının yüksek olması ile karakterize edilmektedir. Bu nedenle amplitüd değerleri ve izoamplitüd haritaları, karasal-denizel özelliklerinin ayırt edilmesinde önemli bir işlev görmektedir.


Yıllık sıcaklık fark haritaları yıllık mak. ve min. değerler arasındaki farka göre hesaplanarak çizilirler. Bu şekilde çizilmiş bir haritada dünya üzerindeki karasal – denizel alanları ayırt etmek mümkündür.


Yıllık Ortalama Sıcaklık Dağılışı


Yıllık ortalama sıcaklıkların dağılışı, bir yerin genel iklim özelliklerini ve makro iklim sınıfı içindeki yerini anlamaya yardım eden sıcaklık değerleridir. Bu değerlerin kullanılması ile elde edilen haritalar yıllık ortalama sıcaklık izoterm haritalarıdır.

Bu haritalarla sıcaklıkla ilgili özelliklerin, makro iklim bölgelerinin yada sıcaklık bölgelerinin ayrımları yapılabilir. Bu haritalar bir yandan enlem etkisini yansıttığı gibi, diğer yandan karasallık ve yükseltinin etkilerini de yansıtabilmektedirler. Ancak önceki konularda da açıklandığı gibi, özellikle makro ölçekli izoterm haritalarında indirgenmiş sıcaklık değerleri kullanılarak karasallık ve yükseltinin olumsuz etkileri bertarafedilmeye çalışılır.


Yerkürenin bütününü ilgilendiren yıllık izoterm haritasının incelenmesinde yarım küreler arasındaki farklar daha net anlaşılabilecektir. Bu haritalar mevsimlik haritalardan farklı olarak her iki yarım kürenin de yıllık ortalama halini verdiği için, dünyanın yıllık hareketinin getirdiği etkiyi sadeleştirmektedir.


Eşanomali Değerlerin Dağılışı


Eşanomali yada isonomal değerler ortalamalardan sapmayı ifade ederler. Sıcaklık ortalamalarından sapma isonomal haritalar vasıtasıyla ifade edilmektedirler. Sıcaklık dağılışı üzerinde karasallığın etkisinin belirtilmesinde kullanılabilen haritalardır. Böylece sıcaklık dağılışında enlem etkisi dışındaki kara ve deniz dağılışının etkisi ortaya konabilmektedir.


Her enlemin hesaplanabilen sıcaklık değerleri ile gerçekleşen sıcaklıklar arasındaki farkların ortaya konması da yine karasallığın ifadesi açısından önemlidir.


Alıntıdır.




İslam'ın Doğuşu

 


M.S.610'da Mekke'de Arap tüccarı olarak yaşayan Hz. Muhammed  bir rüyet gördü. Bu  şekilde tek ve her   şeye kadir olan Allah'ın büyüklüğü ona bildirilmişti.  Mesajını  yaymak  için uğraştı ve çok sayıda destekçi kazandı. Mekke'nin yöneticileri ise onu tehlikeli bir düşman olarak gördüler. 16 Temmuz 622'de Medine'deki taraftarlarının yanına hicret  ederek  kendisine  yönelik  bir  suikast girişiminden kurtulmayı başardı. Bu göç hareketi Hicret adıyla anılmaktadır. islami takvim bu yıldan itibaren başlatılır.

İslam adıyla bilinen Hz. Muhammed'in öğretisi (islam teslimiyet demektir, Allah'ın iradesine teslimiyet) daha sonra Kur'an'da yazılı hale geldi. Hz. Muhammed, taraftarlarından oluşan kalabalık bir orduyla Mekke'ye dönerek kasabayı fethetti. islam'ın mesajını kendisini dinlemek için toplanmış olan 40.000 hacıya tebliğ etti (Müslümanları günde beş defa, yüzlerini Mekke' deki Kabe'ye dönerek namaz kılmaya teşvik etmiştir). Mesajı hızla yayıldı. 632 yılında olduğu sırada, Arap Yarımadası İslam'ın egemenliği altına girmişti.

Hz. Muhammed' in kayınpederi Halife   Ebu Bekir' in ve Halife Ömer'in (Halife, kendinden sonra gelen veya vekil anlamı taşır) liderliği altında İslam, Arap Yarımadası'nın dışına, Filistin'e, Sasanilerin iranı'na ve Mısır'a yayıldı. Daha sonra Arap orduları Kuzey Afrika'nın tamamını kontrol altına aldılar. Asya'nın büyük bölümü (Hindistan'ın batısı da dahil) İslam egemenliğine girmişti. 670 yılından itibaren başarılı olamasalar da  birkaç  kez Konstantinopol'u fethetmeyi denediler. Bu arada Kıbrıs ve Sicilya da İslam egemenliğine girmişti. Vizigotların  egemenliği  altındaki ispanya'da  da  bir  dönem  Müslümanlar  etkin  oldular.  Buna  rağmen Arap orduları Frank lider Charles Martel tarafından 732 yılında Poitiers'te yenilgiye ugratıldılar.

751 yılında İslam imparatorluğu'nun sınırları Fransa ve çin'e kadar uzanmıştı. Kutsal şehirler olan Mekke ve Medine, ileri Arap kültürünün dinin ve islam hukukunun merkezleri haline gelmişlerdi.

23 Şubat 2022 Çarşamba

Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Halfeti / Şanlı Urfa

 


Hıdrellez

 



En yaygın efsaneye göre Hızır ve İlyas iki kardeştir. Ayrı düşmüşler ve Allah dualarını kabul ederek kardeşlere yılda bir kez buluşma izni vermiştir. Hıdrellez günü iki kardeşin buluşma günüdür. Bu günde Hızır’ın kendilerini ziyaret etmesi ve dileklerini kabul etmesi ihtimaline karşı hazırlık yapılarak Hıdrellez kutlanır. Hıdrellez’de karada yaşayıp oradaki işlerle ilgilenen İlyas anılmayıp, denizlerde dolaşan kardeş Hızır beklenir. Hızır’dan sağlık dağıtması, uğur, bereket getirmesi, kısmet ve talihi açması, mal ve servet kazandırması dilenir. Bunun için kâğıtlara dilekler yazılır, gül ağacı dibine konulur. Ev isteyenler ev resmi çizer, bebek iste yenler oyuncak beşik yapar. Her yerin temizlenmesi,.yeni giysiler giyilmesi, sabah erken kalkılıp o gün iş yapılmaması, kırlara, özellikle su bulunan ağaçlı yerlere gidilip açık havada niyet oyunları oynanarak yemek yenil mesi âdettir. Yemekler o güne özel şifalı otlardan yapıldığı gibi, özel çörekler de yapılır. Bu yemeklerin çalınması da hoş görülür. Ateş yakılan yöreler de vardır. Hıdrellez günü bereket günüdür, Kadir gecesinde olduğu gibi sular uyur, ağaçlar secde eder.


Hıdrellez günü, güneşin Ülker burcuna girdiği, eski takvimle 23 Nisan, Miladi 6 Mayıs günüdür ve yukarıda anlatıldığı gibi Ruz-ı Hızır dönemin den Ruz-ı Kasım’ın başlangıcı olan 9 Kasım’a kadar sürer. Yani 6 Mayıs Ülker burcuna göre yılı ikiye bölen dönemin başı ve en eski takvimlere göre bahar başıdır.

Hızır’ın kimliği birçok kültüre göre farklılık gösterir ve tartışmalıdır. Hızır sözcüğünün Arapça yeşil, yeşili bol yer anlamında hadr, hıdr kökün den geldiği ileri sürülmüştür. İbrani geleneğine göre Hıdır, İlyas peygamberin yeşil anlamındaki lakabıdır, peygamberin bastığı yer yeşillenip, ardınca bitkiler fışkırdığı için bu lakabı almıştır. Anadolu inancında da Hızır’ın bastığı yerde otlar yeşerir, orası yeşillenir. Hızır’a Adem ve Nuh’tan başlatılan şecerelere göre baba ve akrabalar yakıştırılmıştır; bir inanca göre de annesi Rum, babası Fars’tır. Hızır’ın Kuran'da da adı geçen ilyas peygamberin kardeşi olduğu inancı vardır ve İslam kültüründe Kuran da Musa ile hikâyesi anlatılan kişinin Hızır olduğu, kendisi hak kında bazı hadislerin varlığı da ileri sürülmüştür. Bazılarınca peygamber, bazılarınca melek veya velidir. Hızır inancının en önemli öğesi onun ab-ı hayat içtiği, ölümsüz oluşudur. Hızır arefe günü Cebrail, Mikail ve İsrafil’le Arafat’ta buluşur ve Deccal’ın karşısına çıkacak olan odur. Birçok velinin Hızır’dan yardım gördüğü inancı vardır. Yeseviliğe göre Ahmet Yesevi’nin babası Hızır’la arkadaşlık ettiği gibi, kendisi de onunla buluşmuştur. Bektaşilik’te Hızır mihmandarlık postunun sahibi kabul edilir ve Mihman Ali inancıyla, Ali ile özdeş tutulduğu olur. Tarikatların zikir ve erkânında kökeni Hızır’a bağlanılan usûller vardır. Hızır güçlü, kuvvetli ve babayiğit bir kişi olmasına karşılık, çoğunlukla kimlik değiştirerek zavallı bir fakir, dilenci gibi dolaşır ve böylelikle insanları sınar. Darda kalanın imdadına yetişen Hızır’ın iyiliğinden ve saçtığı bereketten yararlanabilmek için her an kalbin temiz tutulmasına gayret etmelidir.


Hızır’ı tanımanın yolu parmağının kemiksiz olmasıdır. Evliya Çelebi Ankara’da rüyasında Er Sultan’ı gördükten sonra, gündüz yanına gelen biri onu Er Sultan türbesine ziyarete götürür: “Elime yapışup ziyâret ziyâret gezdiklerimiz de inşâallahu Te’âlâ tahrîr olunur. Hemân kim elime yapıştı, elinde aslâ kemiği yok idi. Ne cânibe eğsem hamîr gibi eğilirdi. (...) Hakîr dahi ol tarafa nazar edince bir dahi yanıma bakdım, ol kimesne gâ’ib olmuş. ‘Bre meded ben anın elini elimden koyurmasam gerek idim. Bre meded hâlim neye müncer olur’ deyü cânib-i erba’aya vakt-i seherde serâsîme olup gezerdim,” (Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, II. Kitap, s. 227).


Boz atlı Hızır, insanların imdadına yetişen ölümsüz, insanüstü bir kişilik olarak günlük hayatta bir çare kapısı oluşuyla, Hıdrellez günü saçtığı bereketle, tarikat kurucuların yaşamlarında oynadığı rolle birçok inancın ve geniş bir edebiyatın konusu olmuştur. Tek başlarına Hıdrellez manileri halk edebiyatında önemli bir yer tutarlar.


Yahudilik ve İslamiyet’te, ortodoks açıdan tartışmalı da olsa Hızır'ın yeri olduğu gibi Bektaşilik ve Alevilik’te çok daha güçlü bir inanç konusudur. Doğu Hıristiyanlığında Aya Yorgi ya da Saint George, İslam mitolojisinde Circis olarak tanınan aziz kültü Hızır’la birçok koşutluk gösterir ve bu azizin kutlama günü 6 Mayıs olduğu gibi, lakabı da Yeşil’dir. Hızır inancının en güçlü olduğu Anadolu’da bu iki kimliğin birbirine karıştığını söylemek mümkündür. Örneğin, Hızır’dan dilekte bulunmak için Ayasofya’da kırk sabah namazı kılma inancı, Ayasofya ile Hızır’ın kutsallığını birleştirmektedir. Hızır inancında Persephone’dan Budha’ya kadar ortak bahar, yenilenme ve diriliş/ölümsüzlük öğeleri görülür.


Ortodoks açıdan Hızır inancı tartışılmış ve Ebussuûd Efendi (1490-1573) fetvalarına göre Hıdrellez’i bir inanç konusu olarak kutlamak haram sayılmış, yoksa “sair günlerde ettiği seyir” gibi o gün eğlenilmesine cevaz verilmiştir.



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


ATOMUN YAPISI

 Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz, oturduğunuz koltuk, kısacası en ağırından en hafifine kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz herşey atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek mümkün değildir. Bir atomun çapı ancak milimetrenin milyonda biri kadardır.

Bu küçüklüğü bir insanın gözünde canlandırması pek mümkün değildir. O yüzden bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:

Elinizde bir anahtar olduğunu düşünün. Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmeniz mümkün değildir. Atomları mutlaka görmek istiyorum diyorsanız, elinizdeki anahtarı dünyanın boyutlarına getirmeniz gerekecektir. Elinizdeki anahtar dünya boyutunda büyürse, işte o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz.

Yine bu küçüklüğü kavrayabilmek ve heryerin nasıl atomlarla dolu olduğunu görebilmek için bir örnek daha verelim:

Bir tuz tanesinin tüm atomlarını saymak istediğimizi düşünelim. Saniyede bir milyar (1.000.000.000) tane sayacak kadar eliçabuk olduğumuzu da varsayalım. Bu dikkate değer beceriye karşın, bu ufacık tuz tanesi içindeki atom sayısını tam olarak tesbit edebilmek için beşyüz yıldan fazla bir zamana ihtiyacımız olacaktır.

Peki bu kadar küçük bir yapının içinde ne vardır?

Bu derece küçük olmasına rağmen atomun içinde evrende gördüğümüz sistemle kıyaslanabilecek derecede kusursuz bir sistem bulunmaktadır.

Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen başka parçacıklar vardır.



Çekirdek

Çekirdek, atomun tam merkezinde bulunmaktadır ve atomun niteliğine göre belirli sayılarda proton ve nötrondan oluşmuştur. Çekirdeğin yarıçapı, atomun yarıçapının onbinde biri kadardır. Rakam olarak verirsek; atomun yarıçapı 10-8 (0,00000001) cm, çekirdeğin yarıçapı ise 10-12 (0,000000000001) cm kadardır. Dolayısıyla çekirdeğin hacmi, atomun hacminin 10 milyarda biri eder.

Bu büyüklüğü (daha doğrusu küçüklüğü) yine gözümüzde canlandıramayacağımıza göre, kiraz örneğimizden devam edebiliriz. Biraz önce bahsettiğimiz gibi elinizdeki anahtarı dünya boyutlarına getirdiğinizde ortaya çıkan kiraz büyüklüğünde atomların içinde çekirdeği arayalım. Ama bu arayış boşunadır, çünkü böyle bir ölçekte de çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme olanağımız kesinlikle bulunmaz. Gerçekten bir şey görebilmek için yeniden ölçü değiştirmek gerekecektir. Atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde kocaman bir top olacaktır. Bu akıl almaz boyuta karşın atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri duruma gelmeyecektir.

Öyle ki, çekirdeğin 10-13 cm olan çapı ile, atomun 10-8 cm olan çapını kıyasladığımızda şöyle bir sonuç ortaya çıkar: Atomu bir küre şeklinde kabul ederek bu küreyi tamamen çekirdekle doldurmak istediğimiz takdirde bu iş için 1015 (1.000.000.000.000.000) atom çekirdeği gerekecektir.

Ancak bundan daha şaşırtıcı bir durum vardır: Boyutları atomun 10 milyarda biri olmasına rağmen, çekirdeğin kütlesi atomun kütlesinin % 99.95'ini oluşturmaktadır. Peki bir şey nasıl olur da bir yandan kütlenin yaklaşık tamamını oluştururken, diğer yandan da hemen hemen hiç yer kaplamaz?

Bunun sebebi şudur: Atomun kütlesini oluşturan yoğunluk tüm atoma eşit olarak dağılmamıştır, yani atomun bütün kütlesi atomun çekirdeğinde birikmiştir. Diyelim ki, sizin 10 milyar metrekarelik bir eviniz var ve bu evin tüm eşyasını 1 metrekarelik bir odada toplamanız gerekiyor. Bunu yapabilir misiniz? Tabii ki yapamazsınız. Ancak atom çekirdeği dünyada eşi-benzeri olmayan çok büyük bir güçle bunu yapabilmektedir. "Güçlü Nükleer Kuvvet" diye isimlendirilen bu kuvvet, proton ve nötronları çekirdekte toplamaktadır.

Güçlü nükleer kuvvet, bir atomun çekirdeğini birarada tutan, onu dağılmaktan kurtaran, doğadaki kuvvetlerin en güçlüsü olarak bilinmektedir. Çekirdekteki protonların hepsi pozitif yüklüdür ve elektromanyetik kuvvet nedeniyle birbirlerini iterler. Fakat güçlü nükleer kuvvet onların itme gücünden 100 kat daha büyük olduğundan, elektromanyetik kuvvet etkisiz hale gelir. Böylece protonlar birarada tutunabilirler.

Kısacası gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir atomun içinde, birbiriyle etkileşim halinde iki büyük kuvvet bulunur. Bu kuvvetlerin değerleri öylesine hassastır ki, birinin biraz daha az veya biraz daha fazla olması atomdaki tüm dengeleri alt üst eder. Dolayısıyla atomun yapısı bozulur, parçalanır ve maddeyi oluşturamaz...

Atomun boyutlarını ve evrendeki atom sayısını dikkate aldığımızda, ortada muazzam bir denge ve tasarım olduğunu görmemek mümkün değildir. Öyle ki, evrendeki temel kuvvetlerin çok özel bir biçimde, büyük bir ilimle ve kudretle yaratıldığı kesindir. İnkarcıların bu yaratılışı gözardı edebilmek için sığındıkları tek yol, tüm bunların "tesadüfler" sonucu böyle olduğunu iddia etmektir. Oysa olasılık hesapları evrendeki dengelerin "tesadüfen" oluşma ihtimalinin "sıfır" olduğunu bilimsel olarak kanıtlamaktadır. Tüm bunlar, Allah'ın varlığının ve yaratılışının açık delilleridir.



Atomdaki Boşluk


Daha önce de üzerinde durduğumuz gibi, bir atomun çok büyük bir bölümü boşluktan oluşmaktadır. Peki böyle bir boşluk nasıl olur?

Şimdi şöyle düşünelim: Atom, en basit anlatımla içinde bir çekirdek ve çekirdek etrafında dönen elektronlardan oluşmaktadır. Çekirdekle elektronlar arasında başka hiçbir şey yoktur. Bu, hiçbir şey olmayan mikroskobik büyüklük aslında atom ölçeğine göre çok geniştir. Bu genişliği şöyle örneklendirebiliriz: Çapı 1 cm. olan küçük bir bilya çekirdeğe en yakın elektronu temsil ederse, çekirdek bu bilyadan 1 km. ötede bulunacaktır. Kuşkusuz bu, çok büyük bir boşluktur. Öyle ki kafamızda tam olarak canlandırabilmek için astrofizikçi Jean Guitton'dan bir örnek verebiliriz:

Temel parçacıklar arasında çok büyük bir boşluk egemendir. Eğer bir oksijen çekirdeğinin protonunu şu önümdeki masanın üstünde duran bir toplu iğnenin başı gibi düşünürsem, o zaman çevresinde dönen elektron Hollanda, Almanya ve İspanya'dan geçen bir çember çizer. (Bu satırların yazarı Fransa'da yaşamaktadır.) Onun için, bedenimi oluşturan tüm atomlar birbirlerine değecek kadar bir araya gelseydi, artık beni göremezdiniz. Zaten, artık beni çıplak gözle hiçbir zaman gözlemleyemezdiniz: Neredeyse milimetrenin birkaç bindebiri boyutunda ufacık bir toz kadar olurdum.

İşte bu noktada evrende bilinen en büyük mekanla, en küçük mekan arasında bir benzerlik ortaya çıktığını farketmekteyiz. Öyle ki, gözlerimizi yıldızlara çevirirsek, orada da atomdakine benzer bir boşlukla karşılaşırız. Yıldızlar arasında da, galaksiler arasında da milyarlarca kilometrelik boşluklar mevcuttur. Ama bu boşlukların her ikisinde de insan aklını zorlayan, anlama kapasitesini aşan bir düzen hakimdir.

Çekirdeğin İçi: Proton ve Nötronlar


1932 yılına dek, çekirdeğin proton ve elektronlardan oluştuğu sanılıyordu. Çekirdeğin içinde protonla beraber elektronların değil nötronların olduğu ancak o tarihte keşfedilebildi. (Ünlü bilimadamı Chadwick 1932 yılında çekirdeğin içinde nötronun varlığını ispatladı ve bu keşfiyle Nobel ödülü kazandı.) İşte insanoğlunun atomun yapısıyla tanışması bu kadar yakın tarihte gerçekleşti.

Atom çekirdeğinin ne kadar küçük boyutta olduğundan daha önce bahsetmiştik. Atom çekirdeğinin içine sığabilen bir protonun büyüklüğü ise 10-15 metredir.

Bu kadar küçük bir parçacığın insan hayatında pek bir önemi olamayacağını düşünebilirsiniz. Ancak, insan aklının tahayyül bile edemediği küçüklükteki bu parçacıklar aslında etrafınızda gördüğünüz herşeyin temelidir.



Evrendeki Çeşitliliğin Kaynağı


Bilimin, şu ana kadar tespit edebildiği 109 tane element vardır. Tüm evren, dünyamız canlı-cansız bütün varlıklar bu 109 elementin çeşitli biçimlerde birleşmeleriyle oluşmuştur. Buraya kadar tüm elementlerin birbirinin benzeri atomlardan oluştuğunu gördük; atomlar da birbirinin aynı parçacıklardan oluşuyordu. Peki madem elementleri oluşturan bütün atomlar aynı parçacıklardan oluşuyor, o halde elementleri farklı kılan, sınırsız çeşitlilikte maddeyi oluşturan nedir?

Elementleri temelde birbirlerinden farklı kılan şey, atomlarının çekirdeklerindeki proton sayılarıdır. En hafif element olan hidrojen atomunda bir proton, ikinci en hafif element olan helyum atomunda iki proton, altın atomunda 79 proton, oksijen atomunda 8 proton, demir atomunda 26 proton vardır. İşte altını demirden, demiri oksijenden ayıran özellik, yalnızca atomlarının proton sayılarındaki bu farklılıktır. Soluduğumuz hava, vücudumuz, herhangi bir bitki veya bir hayvan ya da uzaydaki bir gezegen, canlı-cansız, acı-tatlı, katı-sıvı her şey... Bunların hepsi sonuçta aynı proton-nötron-elektronlardan meydana gelmiştir.


Fiziksel Varlığın Sınırı: Kuarklar

Günümüzden 20 yıl öncesine kadar atomları oluşturan en küçük parçacıkların protonlar ve nötronlar oldukları sanılıyordu. Ancak çok yakın bir tarihte, atomun içinde bu parçacıkları oluşturan çok daha küçük parçacıkların var oldukları keşfedildi.

Bu buluştan sonra, atomun içindeki "alt parçacıkları" ve onların kendilerine has hareketlerini incelemek üzere "Parçacık Fiziği" isimli bir fizik dalı ortaya çıkmıştır. Parçacık fiziğinin yaptığı araştırmalar şu gerçeği açığa çıkarmıştır: Atomu oluşturan proton ve nötronlar da aslında "kuark" adı verilen daha alt parçacıklardan oluşmaktadırlar.

İnsan aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki protonu oluşturan kuarkların boyutu ise daha da hayret vericidir:

10-18 (0,000000000000000001) metre.

Protonun içinde bulunan kuarklar hiçbir şekilde birbirlerinden çok fazla uzaklaştırılamazlar; çünkü, kuarklar arasında lastik bant gibi bir kuvvet vardır. Kuarkların arası açıldıkça bu kuvvet büyür ve iki kuark birbirinden en fazla 1 metrenin katrilyonda biri kadar uzaklaşabilir. Kuarklar arasındaki bu lastik bağlar, bir diğer parçacık türü olan "Gluon"lardır. Kuarklarla gluonlar birbirleriyle son derece güçlü bir iletişim halindedirler. Ancak, bilimadamları bu iletişimin nasıl gerçekleştiğini halen keşfedememişlerdir.

'Parçacık Fiziği' hiç durmadan parçacıklar dünyasını aydınlatmak için araştırmalar yapmaktadır. Varlığının üzerinden binlerce yıl geçmiş insanoğlu, sahip olduğu akıl ve şuura rağmen kendisiyle birlikte herşeyi oluşturan özü yeni yeni keşfetmektedir. Üstelik bu özün içine girdikçe konu daha da detaylanmakta ancak insan kuark ismini verdiği 10-18 sınırında takılmaktadır. Peki bu sınırın altında ne vardır?

Bugün bilimadamları bu konu ile ilgili çeşitli tezler öne sürmektedir ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu sınır fiziksel evrenin son noktasıdır. Bunun altında bulunacak olan herşey madde ile değil ancak enerji ile ifade edilebilecektir. Asıl önemli olan nokta ise, insanın tüm teknolojik imkanlarına rağmen yeni keşfedebildiği bir mekanda çok büyük dengelerin, fizik kanunlarının bir saat gibi işliyor olmasıdır. Üstelik bu mekan evrendeki tüm maddenin ve insanın da yapıtaşını oluşturan atomun içidir. İnsan kendi vücudundaki organlarda, sistemlerde her saniye işleyen kusursuz mekanizmadan yeni yeni haberdar olmaya başlamıştır. Bunları oluşturan hücrelerin mekanizmalarını öğrenmesi ise ancak son birkaç on yıla dayanır. Hücrenin temelindeki atomların, atomların içindeki proton ve nötronların, ve bunların da içindeki kuarkların mekanizmaları ise, inansın inanmasın herkesi hayrete düşürecek kadar mükemmeldir. Çok önemli bir nokta da, tüm bu muazzam mekanizmaların insan yaşamındaki her saniye boyunca "kendi kendine" insanın kontrolü dışında çalışmasıdır. Tüm bunların üstün bir iradeye sahip bir Yaratıcı tarafından varedildiği ve denetiminin de yine aynı üstün Yaratıcı'ya ait olduğu, vicdan sahibi akıllı her kişi için çok açık bir gerçektir.



ATOMUN DİĞER UCU: ELEKTRONLAR


Elektronlar, çekirdeğin etrafında belirli yörüngelerde durmaksızın dönen parçacıklardır ve çekirdeği elektrik yükünden oluşan bir zırh gibi kuşatırlar. Elektronları daha yakından inceleme ve onlara bakabilme imkanımız olsaydı, onların tıpkı dünyamız gibi hareket ettiklerini görürdük. Evet; elektronlar tıpkı dünyanın güneş çevresinde dönerken aynı zamanda kendi çevresinde dönmesi gibi dönerler.

Ancak kuşkusuz, elektronların büyüklüğü dünyanın büyüklüğünden çok farklıdır. Eğer bir kıyas yapmak gerekirse; bir atomu dünya kadar büyütsek, bir elektron sadece bir elma boyutuna gelecektir.

En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, atomun içinde çok karışık bir trafik yaratır. Ancak, elektronlar atomun içinde en ufak bir kazaya yol açmazlar. Üstelik atomun içinde yaşanacak en ufak bir kaza atom için felaket olabilir ama atom, kendi sonunu getirecek bu felaketi hiçbir zaman yaşamaz ve varlığını sürdürür.

Çekirdeğin etrafında saniyede 1.000 km gibi akılalmaz bir hızla hiç durmadan dönen elektronlar, bir kez bile birbirleri ile çarpışmamaktadırlar. Bu durum, bunların büyük bir düzen içinde bulunduklarını, bizlerin "yörünge" adını verdiğimiz yollarda hareket ettiklerini gösterir. Oysa birbirlerinin aynı olan elektronların farklı yörüngelerde bulunmalarının "dizayn" dışında bir açıklaması olamaz. Kütleleri ve hızları birbirlerinden farklı gezegenlerin güneş etrafında sıralandığı güneş sistemimizde çok açık bir dizayn görülmekte iken, birbirlerinin tıpatıp aynı elektronların niçin çekirdek etrafında farklı yörüngelere sahip oldukları, bu yörüngeleri şaşmadan takip ettikleri, akılalmaz küçüklükteki boyutlarda akılalmaz büyüklükteki süratleriyle nasıl çarpışmadıkları soruları bizleri bir noktaya götürür. Bu noktada bulacağımız yegane güç, Allah'ın kusursuz yaratışından başkası değildir.

Elektronlar, nötron ve protonların neredeyse ikibinde biri kadar ufaklıkta parçacıklardır. Bir atomda, protonlarla eşit sayıda elektron bulunur ve her elektron her bir protonun taşıdığı artı (+) yüke eşit değerde eksi (-) yük taşır. Çekirdekteki toplam artı (+) yük ile elektronların toplam eksi (-) yükü birbirini dengeler ve atom nötr olur.

Elektronların taşıdıkları elektrik yükü itibariyle bazı fizik kurallarına uymaları gerekir. Bu fizik kuralları 'aynı elektrik yüklerinin birbirini itmesi ve zıt yüklerin birbirlerini çekmesi'dir.

İlk olarak; normal koşullarda hepsi eksi yüklü olan elektronların bu kurala uyup birbirlerini itmeleri ve çekirdeğin etrafından dağılıp-gitmeleri gerekir. Ancak durum böyle olmaz. Eğer, elektronlar çekirdeğin etrafından dağılsalardı, tüm evren boşlukta dolaşan, proton, nötron ve elektronlardan ibaret olurdu. Bu durum da tabii olarak evrenin sonunun gelmesine sebep olurdu.

İkinci olarak; artı yüke sahip olduğu için çekirdeğin, eksi yüklü elektronları kendine çekmesi ve elektronların da çekirdeğe yapışmaları gerekir. Böyle bir durumda da çekirdek bütün elektronları kendine çeker ve atom içine çöker.

Ancak bu olumsuzlukların hiçbiri olmaz! Elektronların az önce belirttiğimiz (1.000 km/s) olağanüstü kaçış hızları, bunların birbirlerine uyguladıkları itici kuvvet ve çekirdeğin elektronlara uyguladığı çekim kuvveti o kadar hassas değerler üzerine kurulmuştur ki bu üç zıt etken birbirlerini mükemmel bir şekilde dengelerler. Sonuçta atomdaki bu muazzam sistem dağılıp parçalanmadan sürüp gider. Atoma etki eden bu kuvvetlerden birinin olması gerekenden çok az daha fazla veya az olması atom diye bir kavramın hiç varolmamasına neden olurdu.

Bu etkenlerin yanısıra, çekirdekteki protonları ve nötronları birbirine bağlayan nükleer kuvvetler olmasaydı, eşit yüke sahip olan protonlar değil kenetlenmek, birbirlerine yaklaşamayacaklardı bile. Nötronlar da çekirdeğe hiçbir şekilde bağlanamayacaklardı. Bunun sonucunda çekirdek, dolayısıyla atom diye birşey olmayacaktı.

Bütün bu ince hesaplar, tek bir atomun bile başıboş olmayıp üstün bir iradenin kontrolünde hareket ettiğinin bir göstergesidir. Aksi takdirde içinde yaşadığımız evrenin sonunun gelmesi kaçınılmaz olurdu. Hatta daha başlangıçta meydana gelmesi bile imkansızdı. Ancak herşeyin Yaratıcısı, sonsuz güç ve ilim sahibi olan Allah, evrendeki tüm dengeler gibi, atomun içinde de çok hassas dengeler kurmuştur ve bu sayede atom, ihtişamlı düzeni ile varlığını sürdürmektedir.

Allah'ın yarattığı bu denge, bilimadamları tarafından yıllar boyunca araştırılarak çözülmeye çalışılmış ve sonunda gözlenen olaylara çeşitli isimler takılarak sözde açıklanmış sayılmıştır: "elektromanyetik kuvvet", "güçlü nükleer kuvvet", "zayıf nükleer kuvvet", "kütlesel çekim kuvveti", vs. gibi. Ancak, kitabın girişinde de değindiğimiz gibi, kimse "Neden?" sorusu üzerinde düşünmemiştir. Örneğin, neden aynı protonların -eşit yüke sahip olduklarından- bazen birbirlerini ittikleri, bazen de -eşit yüke sahip oldukları halde- birbirlerini kuvvet ile çektikleri bilim dünyasında cılız hayret ifadeleriyle geçiştirilmiştir.

Aslında bu durum fizik kanunları içinde mantıksal bir paradoks oluşturmaktadır. Çünkü "eşit yükler birbirlerini iterler!" evrensel bir fizik kuralıdır. Peki o halde neden bu durum çekirdekte tersine işlemekte ve neden eşit yüklü protonlar birbirlerinden şiddetle uzaklaşmaları gerekirken, muazzam bir güçle birbirlerini çekip kenetlenmektedirler. Çekirdekteki proton da serbest haldeki proton da aynı protondur. Yapılarında en ufak bir farklılık yoktur. O halde itme ve çekme kuvvetlerinin protonun kendisinden kaynaklandığı kabul edilirse, proton her seferinde bu iki kuvvetten birini uygulaması gerekmektedir. Bazen elektromanyetik kuvvetle bir diğerini itmesinin, bazen de nükleer güçle birbirini çekmesinin fiziksel çerçevede hiçbir mantığı yoktur. Çevrede protonun böyle farklı farklı davranmasını gerektirecek başka fiziksel etkenler de yoktur. Demek ki bu kuvvetler protonun kendisinden kaynaklanmamaktadır. Ortada tek bir kuvvet vardır, o da tüm güç ve kudret kendisinde bulunan Allah'a ait kuvvettir. Allah dilediği anda dilediği noktada kudretini tecelli ettirmektedir. Değişik zamanlarda, değişik durumlarda Allah'ın kuvveti değişik biçimlerde yansımaktadır. En küçük atomundan uçsuz bucaksız galaksilere kadar tüm evren de ancak Allah'ın dilemesi ve her an ayakta tutması ile varlığını sürdürmektedir.

Allah, Kuran'da kendisinden başka kuvvet olmadığını vurgularken (Kehf, 39), bunun bilincine varamayıp da Allah'ın, kudretini kendilerinde yansıttığı aciz varlıkları (canlı olsun cansız olsun), Allah gibi güç ve kuvvet sahibi sanarak, o yaratıklara ilahi vasıflar yükleyenlerin sonunu şöyle bildirmektedir:


... O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara, 165)


Bugüne kadar hiçbir bilimadamı atomdaki dolayısıyla evrendeki kuvvetlerin sebebini, kaynağını ve niçin belli durumlarda belli kuvvetlerin ortaya çıktığını izah edememiştir. Bilimin yaptığı sadece gerçekleri gözlemlemek ve bunları ölçüp birer "isim" takmaktır.

Bu tür 'isim takmalar' bilim dünyasında büyük buluşlar olarak değerlendirilir. Halbuki, bilimadamları evrende yeni bir denge oluşturmaya, yeni bir sistem kurmaya değil, sadece evrende var olan mevcut dengeyi kavramaya-çözmeye çalışmaktadırlar. Yapılan şey de çoğunlukla, Allah'ın evrendeki sayısız yaratılış harikalarından birini bir ucundan gözlemleyip buna bir isim vermekten ibarettir. Allah'ın yarattığı üstün bir sistemi veya yapıyı keşfeden, tesbit eden bir bilimadamı çeşitli bilimsel ödüllere layık görülür, yüceltilir, insanlar arasında kendisine hayranlık beslenir. Bu durumda o yapıyı yoktan vareden, akılalmaz derece hassas dengeler ve karmaşık hesaplarla donatan ve bunun gibi daha sayısız, olağanüstü harikalıkları yaratan bir Yaratıcı'nın ne derece sonsuz bir övgü ve yüceltmeye layık olduğunu anlamak hiç de zor değildir.



Elektronların Yörüngesi


En güçlü mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca elektron, daha önce de belirtildiği gibi atomun içinde son derece karışık bir trafik yaratır. Ancak bu trafik, en düzenli şehir trafiğinden bile daha düzenlidir ve elektronlar hiçbir şekilde birbirleriyle çarpışmazlar. Çünkü elektronların herbirinin ayrı ayrı yörüngeleri vardır ve bu yörüngeler hiçbir zaman birbiriyle çakışmaz.

Asla değişmeyen bu yedi yörüngedeki elektron sayısı da bir matematiksel formülle belirlenmiştir: 2n2. Atomların tüm yörüngelerinde bulunabilecek maksimum elektron sayısı işte bu formülle sabitlenmiştir (formüldeki "n", yörünge numarasını belirtir).

Evreni oluşturan sınırsız sayıdaki atomun elektron yörüngelerinin asla şaşmadan belirli sayıda kalmaları bir düzenin göstergesidir. Herbir yörüngedeki elektron sayısının 2n2 formülüne uymaları bir düzenin göstergesidir. Elektronlar inanılmaz hızlarda hareket edip karmaşa çıkarmamaları da bir düzenin göstergesidir. Bu öyle bir düzendir ki, tesadüflerle oluştuğu asla iddia edilemez. Şans faktörü böyle bir düzenin sebebi olarak asla gösterilemez. Bu düzenin tek geçerli açıklaması Kuran'da bildirildiği gibi Allah'ın herşeyi kudretinin bir tecellisi olarak düzen ve intizam içinde yaratmış olmasıdır. Bu düzenden bahseden bazı ayetleri şöyle sıralayabiliriz:


Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır. (Talak, 3)


Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan, 2)


O'nun katında her şey bir miktar (ölçü) iledir. O, gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Pek büyüktür, yücedir. (Ra'd, 8-9)

Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her şeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik. (Hicr, 19)


Gökyüzü, Onu da yükseltti ve mizanı (ölçüyü) koydu. (Rahman, 7)


Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir. (Rahman, 5)


Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak yapandır. (Nisa, 86)


Ayetlerden anlaşıldığı gibi Alemlerin Rabbi olan Allah'ın, herşeyi kusursuz bir ölçü, hesap ve düzen içinde yaratma vasfı vardır. Bu ölçü ve hesap atomun en küçük parçacığından uzaydaki devasa gök cisimlerine, güneş sistemlerine, galaksilere kadar, bunların arasındakiler de dahil, bütün varlıklar alemini içine alır. Bu da Allah'ın sonsuz gücünün, ilminin, sanatının ve hikmetinin bir sonucudur. Allah, yarattığı varlıklardaki ve sistemlerdeki mükemmel ölçü, düzen, denge ve hesaplarla bu sıfatlarını insanlara tanıtır. Sonsuz kudretini gözler önüne serer. İşte bütün bilimsel araştırmaların, hesaplamaların insanı ulaştırması gereken asıl gerçek budur. Elde ettiği bilgilerden bu en önemli gerçeğe varamayan bilimadamlarının görevi de, bu gerçeğe varabilecek insanlara, yani inananlara, ömürleri boyunca malzeme toplayıp, Rablerinin ayetlerini, delillerini, onları takdir edebilecek müminlerin gözleri önüne sermektir. Allah kendisine inanmadığı halde bilimle uğraşanları da bu şekilde müminlerin hizmetine sunmuştur. Aynen, bir zamanlar şeytanları ve cinleri Hz. Süleyman'ın hizmetine sokması gibi... Örneğin, uzunca bir yoldan bir krala, çuvallar dolusu kıymetli eşya taşıyan bir devenin, atın ya da eşeğin ne kadar değerli bir yük taşıdığının farkına varmamasının son derece önemsiz olması gibi. O yalnızca kendisine yükletilen görevi yapmış, kralına hizmet etmiştir. Hayatlarını bilime adadıkları halde Yaratıcıları'nın delillerinin şuuruna varmayan ateist bilimadamlarının durumu da bu örnektekinden pek farklı değildir.


Dalga mı, Parçacık mı?

Elektronlar ilk keşfedildiklerinde parçacık oldukları sanılıyordu. Ancak daha sonra yapılan deneylerde tıpkı ışık (fotonlar) gibi dalga özellikleri de gösterdikleri ortaya çıktı.

Işığın, tıpkı havuza atılan bir taşın su yüzeyinde yaptığı dalgalanmalar gibi yayıldığı bilinmektedir. Ancak ışık, bazen de sanki maddi parçacık özelliği taşımakta ve pencere camına vuran yağmur damlaları gibi kesik kesik, aralıklı darbeler halinde de gözlenmektedir. İşte aynı ikilem bu kez elektronda da yaşandı. Tabii bu durum bilim dünyasında büyük bir kargaşa yarattı. Bu kargaşa ünlü Kuramsal Fizik Profesörü Richard P. Feynman'ın sözleriyle şöyle çözüldü:

Elektronların ve ışığın nasıl davrandıklarını artık biliyoruz. Nasıl mı davranıyorlar? Parçacık gibi davrandıklarını söylersem yanlış izlenime yol açmış olurum. Dalga gibi davranırlar desem, yine aynı şey. Onlar kendilerine özgü, benzeri olmayan bir şekilde hareket ederler. Teknik olarak buna "kuantum mekaniksel bir davranış biçimi" diyebiliriz. Bu, daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir davranış biçimidir...... Bir atom, bir yay ucuna asılmış sallanan bir ağırlık gibi davranmaz. Küçücük gezegenlerin yörüngeler üzerinde hareket ettikleri minyatür bir güneş sistemi gibi de davranmaz. Çekirdeği saran bir bulut veya sis tabakasına da pek benzemez. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen bir şekilde davranır. En azından bir basitleştirme yapabiliriz: Elektronlar bir anlamda tıpkı fotonlar gibi davranırlar; ikisi de "acayiptir", ama aynı şekilde. Nasıl davrandıklarını algılamak bir hayli hayal gücü gerektirir; çünkü açıklayacağımız şey bildiğimiz herşeyden farklıdır.

Bilimadamları, elektronların bu şekilde davranmalarını hiçbir şekilde açıklayamadıkları için çözüm olarak bu harekete yeni bir isim takmışlardır: 'Kuantum Mekaniksel Hareket'. Bu noktada görülen olağanüstülüğü ve bilimin düştüğü hayreti yine Profesör Feynman'ın kaleminden aktarıyoruz:

Size doğanın ne şekilde davrandığını anlatacağım. Onu, bu şekilde davranabileceğini kabul ederseniz, çok sevimli ve büyüleyici bulacaksınız. Eğer yapabilirseniz, kendinize sürekli "Ama bu nasıl olabilir?" diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. Bunun neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor.

Ancak, burada Feynman'ın bahsettiği "çıkmaz sokak" aslında çıkmaz değildir. Burada bazılarının bir türlü işin içinden çıkamamasının sebebi, ortadaki açık delillere rağmen bu inanılmaz sistemlerin ve dengelerin bilinçli ve şuurlu bir Yaratıcı tarafından varedildiğini kabul edememeleridir. Halbuki durum son derece açıktır: Allah evreni yoktan varetmiş, olağanüstü dengelere dayalı ve örneksiz olarak yaratmıştır. İçinden bir türlü çıkılamayan, anlaşılamayan ve bilimadamlarının her fırsatta "Ama bu nasıl olabilir?" diye kendi kendilerine sordukları sorunun cevabı, herşeyin yaratıcısının Allah olmasında yatmaktadır.



Elektronların Bir Başka Fonksiyonu: Renkler


Kapkara bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bedeniniz, etrafınızdaki insanlar, denizler, gökyüzü, ağaçlar, çiçekler, kısacası herşeyin kapkara olduğunu gözünüzde bir canlandırın. Böyle bir yeryüzünde yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?

Peki, yeryüzünü renkli kılan nedir? Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır?

Maddenin yapısında bulunan, birazdan göreceğimiz özellikler bizim maddeyi renkli olarak algılamamıza yol açarlar. Evet; renkler, elektronların atom içindeki bazı hareketlerinin bir fonksiyonu olarak oluşur. 'Elektronların hareketiyle renklerin ne ilgisi olabilir?' diye düşünebilirsiniz. Bu ilişkiyi hemen kısaca açıklayalım.

Elektronlar sadece belirli yörüngelerde dönerler. Bu yörüngelerin 7 tane olduğundan az önce bahsetmiştik. Her bir yörünge belirli bir enerji seviyesine sahiptir. Sözkonusu bu enerji seviyesi yörüngenin çekirdekten olan uzaklığına bağlı olarak değişir. Bir yörünge çekirdeğe ne kadar yakınsa elektronun enerjisi o kadar az, çekirdeğe ne kadar uzaksa enerjisi o kadar yüksek olur.

Elektronların yörüngelerinin her birinin altında da "alt yörüngeler" vardır. Elektronlar, bulundukları yörüngenin "alt yörüngeleri" arasında seyahatler yaparlar. Nasıl mı?

Elektronlar bulundukları alt yörüngeden bir başka yüksek enerjili alt yörüngeye atlarlar. Bir üst enerji seviyesinde boş bir yer olduğunda elektron birdenbire ortadan kaybolur ve şaşırtıcı bir şekilde o üst enerji seviyesinde tekrar ortaya çıkar. Ancak elektron bunu yaparken dışardan çok önemli bir destek alır: Enerji. Elektron bulunduğu yörüngeden daha yüksek enerjili alt yörüngeye sıçrarken bu iki enerji seviyesinin arasındaki fark kadar dışardan enerji almak zorundadır. Üst enerji seviyesinin gerektirdiği enerji seviyesine ulaşmadan elektron bu yörüngeye sıçrayamaz. Elektronun dışardan temin ettiği enerji "Foton"dur.

Foton, en basit anlatımıyla "ışık parçacığı"dır. Evrendeki yıldızların hepsi birer foton kaynağıdır, Dünyamız içinse en önemli kaynak elbette ki Güneş'tir. Fotonlar Güneş'ten saniyede 300.000 km. hızla tüm uzaya dağılmaktadırlar. Peki ışık ile az önce bahsettiğimiz elektronların hareketleri arasında nasıl bir bağlantı var, hemen açıklayalım.

Bir cismin rengi, gerçekte o cisimden yansıyarak gözümüze ulaşan ışıkların bir karışımıdır. Genellikle kendi ışık yaymayan ve güneşten aldığı ışığı yansıtan bir cismin rengi, hem aldığı ışığa hem de bu ışık üzerinde yaptığı değişikliğe bağlıdır. Beyaz ışıkla aydınlatılan cisim "kırmızı" görünüyorsa güneş ışığındaki karışımın büyük bölümünü soğuruyor ve yalnız kırmızıyı yansıtıyor demektir. Burada "soğurmak"tan kastedilen şudur:

Yukarıda da belirttiğimiz gibi atomdaki her bir yörüngenin altında bir de alt yörüngeler vardır ve elektronlar bu alt yörüngeler arasında seyahat yaparlar. Herbir alt yörüngenin bir enerji seviyesi vardır ve elektron bulunduğu alt yörüngenin enerji seviyesi kadar enerji taşımaktadır. Yörüngeler çekirdekten uzaklaştıkça enerjileri de artar. Elektron, bulunduğu alt yörüngeden yukarıda başka bir alt yörüngede, 1 elektronluk boş yer olduğunda bir anda yok olur. Ve üst enerji seviyeli alt yörüngede ortaya çıkar. Yalnız elektronun bu hareketi yapabilmesi için enerjisini geçiş yaptığı alt yörüngenin gerektirdiği enerjiye çıkartmalıdır. Elektron, enerjisini arttırmalıdır ve bunu da foton soğurarak (yutarak) yapar. Evet, elektron tıpatıp bu iki alt yörünge arasındaki enerji farkı kadar enerjiye sahip ışık parçacığı olan fotonu soğurur. Daha sonra da tekrar eski yörüngesine geri döner. Bu hareket sürekli devam eder....

Güneşten çok çeşitli enerji seviyelerinde fotonlar gelmektedir. Ancak, bu fotonlar arasındaki görünür ışık, çok dar bir alanı kaplamaktadır. Güneşten gelen ışık parçacıkları maddeye çarptığında, işte ışığın bir kısmı yukarıda anlattığımız şekilde madde tarafından soğurulur, soğurulmayan diğer kısım ise maddeye çarpıp dışarı geri yansır. Nihayet, cisimden yansıyan ışık gözümüzün retinasına çarpar. Retinaya çarpan bu ışık işareti sinir akışına dönüşür ve beynimize kadar ulaşıp görüntüyü oluşturur.

Durumu birkaç örnekle daha anlaşılır hale getirebiliriz: Bir Morpho Kelebeğini (Sarı Kelebek) ele alalım. Kelebekte pterin adı verilen pigmentler, sarı hariç bütün güneş ışığını soğurmaktadırlar. Kelebeğe çarpıp, kelebekteki pigment molekülünün elektronları tarafından soğurulmadan dışarı yansıtılan ışık parçacıkları, sahip oldukları enerji sarıya denk geldiği için beynimiz tarafından sarı renk olarak algılanmaktadır.

Cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliğine ve sözkonusu cismin bu ışığın ne kadarını dışarı yansıttığına bağlıdır. Örneğin bir elbisenin rengi, güneş ışığında veya bir mağazada bakıldığında aynı değildir. Bir cisim şayet beynimiz tarafından siyah olarak algılanıyorsa, güneşten gelen bütün ışığı soğuruyor ve dışarı hiç ışık yansıtmıyor demektir. Aynı şekilde eğer cisim güneşten gelen ışığın tümünü birden yansıtıyor ve hiç ışık soğurmuyorsa beynimiz tarafından beyaz olarak algılanmaktadır. Bu durumda üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken noktalar şunlardır:

1-Cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliklerine bağlıdır.

2-Cismin rengi, kendi yapısındaki moleküllerin elektronlarının hareketine, bu elektronların hangi ışığı soğurup hangisini soğurmayacağına bağlıdır.

3-Cismin rengi, retinaya çarpan fotonu beynimizin nasıl algılayacağına bağlıdır.

Bu şartlar altında, gördüğümüzün cismin gerçek hali olduğunu asla söyleyemeyiz. Cismin rengi kesinlikle görecelidir ve gördüğümüz rengin hangi aşamadaki halinin gerçek olduğundan emin olamayız.

Bu noktada bir kere daha durup bir düşünelim.

Gözle görülemeyecek kadar küçük bir madde olan atomun çekirdeğinin etrafında inanılmaz bir süratle dönen elektronlar, mevcut yörüngelerinden bir anda kaybolup alt-yörünge adı verilen bir başka mekana geçiyorlar. Bu geçiş için alt-yörüngede boş bir yerin olması da şart. Bu esnada ihtiyaç duydukları enerjiyi foton soğurarak temin ediyorlar. Sonra asıl yörüngelerine geri dönüyorlar. Bu hareket esnasında insan gözünün algılayabileceği renkler oluşuyor. Üstelik sayıları trilyonlarla ifade edilebilecek kadar çok atom, üstelik her saniye hiç durmadan bunu yapıyorlar. Bizler de hiç kesintisiz bir "görüntü" elde ediyoruz.

Bu müthiş mekanizma, insan yapısı hiçbir makinenin işleyişine benzetilemez. Örneğin bir saat tek başına çok karmaşık bir mekanizmadır, ve saatin doğru olarak çalışabilmesi için tüm parçalarının (çarklar, dişliler, vidalar, somunlar, vs.) doğru yerlerde, doğru biçimde bulunması şarttır. Bu mekanizmada en küçük bir aksama, saatin işleyişine zarar verir. Fakat atomun yapısını ve elektronların yukarıda anlattığımız mekanizmasını, işleyişini düşününce, bir saatin yapısı çok hafif kalıyor. Dediğimiz gibi bu mekanizma hiçbir insani sistemle kıyaslanamayacak kadar karmaşık, mükemmel ve organize. Peki son derece sistematik biçimde işleyen, hiç aksamadan devam eden böyle bir sistem kendi kendine, tesadüfler sonucunda meydana çıkabilir mi? Ya da şöyle soralım: Issız bir çölde ilerlerken yerde işleyen bir saat görseniz, bunun toz, toprak, kum ve taşlardan şans eseri oluştuğunu düşünür müsünüz? Bunu hiç kimse düşünmez, çünkü saatteki tasarım ve akıl her yönüyle gözler önündedir. Oysa bir atomdaki tasarım ve akıl, yukarıda da söylediğimiz gibi insan yapısı herhangi bir mekanizmayla kıyaslanmayacak kadar üstündür. Bu aklın sahibi de büyük ilim sahibi, Bilen, Gören ve Yaratan Allah'tır.

Bu bölümde bize verilen en büyük nimetlerden biri olan renklerin oluşumunu inceledik. 'Renk' kavramının var olmasından da anlaşıldığı gibi, Allah gördüğümüz ve göremediğimiz heryeri sonsuz bir sanatla yaratmış ve bizim haberimiz bile olmadığı halde sayısız sebebi bizim emrimize vermiştir. Daha önceden hiç bilmediğimiz, belki de öğrenmeyi hiç aklımıza getirmediğimiz renkler konusu, bilim ilerledikçe işte bu kadar detaylı olarak bize aktarılır. Bilimin, akıl ve vicdan sahibi her insanın Allah'ın varlığına inanmasına vesile olacağı bir gerçektir. Tüm bunlara rağmen evrenin her noktasında şahit olunan üstün sanatı ve aklı görmemezlikten gelenler olabilmektedir. Ünlü bilimadamı Louis Pasteur bu konuyla ilgili ilginç bir tespit yapmıştır: "Bilimin azı Allah'tan uzaklaştırır, ama çoğu, O'na götürür."

İşte bizim de çevremizde gelişen sayısız olayla ilgili bilgimiz arttıkça her geçen gün Allah'ın ilmine olan hayranlığımız da artmaktadır. Bu hayranlık ise Allah'ın sonsuz kudretini, gücünü mümkün olduğunca idrak etme, ve dolayısıyla O'ndan gereği gibi korkup-sakınma yolunda çok önemli bir adımdır. İnsanın teknik bilgisi arttıkça, Allah'ın kendisini her yönden kuşattığını, gökten yere her işi onun düzenlediğini, kontrolünü elinde tuttuğunu, canının bir gün mutlaka alınacağını ve dünyada yaptıklarından hesaba çekileceğini kavrayabilir. Kuran bu durumu bir ayette şöyle açıklar:


Allah'ın gökyüzünden su indirdiğini görmedin mi? Böylece biz onunla, renkleri değişik olan meyveler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı renkleri değişik ve siyah yollar (kıldık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik olanlar vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır. (Fatır, 27-28)



Parçacıkların Programlanmış Hareketi


Buraya kadar, atomu oluşturan tüm parçacıkları inceledik. Bunların birçok özelliklerini gördük. Şimdi bu parçacıkların, daha önce bahsetmediğimiz ortak bir özelliğini ele alacağız: Spin Dönüşü.

Atomu oluşturan parçacıkların kendi eksenleri etrafında olağanüstü bir hızla dönüşlerine "spin" denilmektedir. Parçacıkların spin hareketi ilk kez 1925 yılında farkedildi ve bu dönüş "Pauli Dışlama İlkesi" olarak anılmaya başlandı. Bu ilkeye göre, iki benzer parçacık aynı duruma sahip olamazlar, yani belirsizlik ilkesinin tanımladığı sınırlar içinde hem aynı konumda, hem de aynı hızda bulunamazlar. Bu kuralı şu şekilde açıklayabiliriz: Atom son derece ufak bir yapıdır ve o ufak yapının içinde de çok karmaşık bir trafik vardır. Eğer bu yapıyı oluşturan birbirine benzer parçacıklar aynı hızda ve aynı yönde hareket etselerdi ne olurdu, bir düşünelim:

Önce, protonu oluşturan 3 kuarkı ele alalım: 3 kuark aynı anda, aynı hızda ve aynı yönde hareket ettikleri takdirde, artık 3 kuark diye bir şey kalmaz, hepsi de tek bir kuark halini alırlar. Böyle bir durumda da protonların oluşması mümkün olmaz ve çekirdek, yani dolayısıyla atom oluşamaz. Çünkü kuark bir enerjiden ibarettir. Madde gibi aynı yönde ve aynı hızda hareket eden 3 ayrı enerji olabilmesi mümkün değildir. Bunların bir şekilde birbirlerinden ayrılmaları gerekir. Bu ayırım da ancak hareket farklılıklarıyla oluşabilmektedir. Ancak bu şartla, kuarklar (enerji paketçikleri), nötronları ve protonları oluşturabilirler. Şayet, kuarkların hepsi aynı yönde ve aynı hızda hareket etselerdi, ne protonlar, ne nötronlar, ne de çekirdek oluşabilirdi. Sonuç olarak, atomlar, moleküller dolayısıyla madde varolamazdı...

Görüldüğü gibi, "spin" hareketi, şu ana kadar gördüğümüz diğer özellikler gibi evrenin oluşumunda son derece hayati bir öneme sahiptir. Prof. Stephen Hawking'in ifadesiyle;

Eğer dünya, dışlama ilkesi olmadan yaratılsaydı kuarklar, birbirinden ayrı ve kesin tanımlı proton ve nötronları oluşturamazdı. Proton ve nötronlar da elektronlarla birlikte atomları oluşturamazdı. Hepsi, oldukça düzgün, yoğun bir "çorba" oluşturmak üzere biraraya çökerdi.

Bilim bugün atomaltı parçacıkların bu hareketlerini keşfetmiştir, ama parçacıkların neden böyle hareket ettiklerini bir türlü açıklayamamaktadır. Bu parçacıkların bu şekilde hareket edebilmeleri için, hareketlerinin sonucunda atomu oluşturacaklarını idrak edebilmeleri gerekir. Bu idrakin arkasından da ne şekilde hareket edeceklerine karar vermeleri yani bir strateji belirlemeleri şarttır. Hangi parçacık, hangi yönde ve hangi hızda hareket edecektir, son derece detaylı bir stratejiye ihtiyaç vardır ve bu belirlenir. Daha sonra sıra bu stratejiyi evreni oluşturan sonsuz sayıdaki parçacığa duyurmaya ve hepsinin bu stratejiye uymalarını sağlamaya gelmektedir. Strateji tüm parçacıklara duyurulur ve tüm parçacıklar ne şekilde hareket etmeleri gerektiğini öğrenirler.

Şimdi, cevaplanması gereken çok önemli bir soru vardır ki bu soru bizi en başa döndürmektedir: Neden tüm parçacıklar bu stratejiye uymakta, yani itaat etmektedirler? Neden bir parçacık bile bu stratejiye uymamazlık etmemektedir? Tüm bu parçacıkların, burada saydıklarımızı uygulayabilecek şuur, akıl, irade ve zekaları mı vardır?

Kütlesi bile olmayan, sadece enerjiden ibaret olan bu parçacıkların, hiç şüphesiz ne kendilerine ait bir akılları, ne de müstakil bir iradeleri var olabilir. Asıl var olan Allah'ın sonsuz aklı, sonsuz gücü ve sonsuz ilmidir. Allah, tüm bu parçacıklara, boyun eğdirmiş ve böylece evreni yaratmıştır. Bir ayet bu gerçeği bize şöyle bildirmektedir:


... Hayır, göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir. (Bakara, 116)


Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak