21 Şubat 2022 Pazartesi

Balıklı Göl / Şanlı Urfa

 


ÖMER HAYYAM

 


ŞİİR SANATI

Ömer Hayyam'ın bilimsel çalışmaları yanısıra, ününün yaygınlaşmasını sağlayan başarısı, şiir alanında kendini göstermiştir. Onun yaşadığı çağda, İran'da biri eski İran inançlarıyla geleneklerinden; diğeri İslam düşüncesinden kaynaklanan iki akım egemen durumdaydı. İslam düşüncesi Şeriat'a, eski İran inançları ise ulusal geleneklere dayanıyordu.

Bu alanda başlıca kaynak, Firdevsi'nin Şehnamesi'ydi. Eski İran inançlarını, geleneklerini, söylencelerini konu edinen bu yapıtın temeli Zerdüşt'ün kişiliğinde şekillenen Çok Tanrıcılık'dı. İslam düşüncesinin beslediği görüşler de Farabi, İbni Sina ve Gazali gibi aydınların elinde, bir felsefe ve tasavvuf öğretisine dönüşmüştü. Ömer Hayyam, ilkin bu düşünürlerin görüşlerini öğrenmiş, onlardan aldığı esinleri, yeni bir yaşama anlayışıyla rubailerinde şiirleştirerek sergilemiştir. Eski Anadolu-Yunan Felsefesi'nden özellikle Epikuros'un yaşama anlayışından izler taşıyan bu şiirlerde, bilimsel çalışmalarının, gözlemlerinin etkisi pek açıktır. Bu çalışmalar onu, usla, algıyla kavranan bir evrenin gerçekliği sorunuyla karşı karşıya getirmiştir.

EVREN GÖRÜŞÜ

Bu nedenle Hayyam'ın şiirlerinde odak konu, ötedünya (ahret) değil, içinde yaşanan, henüz duyularla özümlenen ve algılanan evrendir. Evrene gerçekçi bir açıdan bakar. Onun için yaşamın asıl ereği mutlu olmak, usla bağdaşmayan her türlü inanç ve geleneğin etkisinden kurtulmaktır. Mutluluk, sevgi, dostluk, barış ve insan sorunları üzerinde durur.

İnsan, düşünen ve us ilkelerine göre yaşamını düzenlemesi gereken bir varlıktır. Bu nedenle usa aykırı düşen, bir takım alışkanlıklardan kaynaklanan, köksüz ve mutluluğu engelleyici inançlardan arınmalı, yaşamı bir sıkıntı, kaygı ve özlem kaynağı olmaktan kurtarmalıdır. Gerçek olan, içinde yaşanan evrendir. Şeriat'ın öngördüğü ötedünya, Tanrısal evren, ölümden sonra yaşam ve dirilme, yargı günü, hep birer vesveseden, kuruntudan başka bir şey değildir, diye düşünür ve şiirlerinde bunu dile getirir İnsan usunu (aklını) kullanarak; onun ışığında yürüyerek, "varlık-yokluk kaygısından kurtulmalı, ötedünyayı değil, kendini bilmelidir." Bu evrendeki yaşam geçicidir. İnsan yeryüzüne ancak bir kez gelir. Bu nedenle, yaşamın tadını çıkarmalı, elden geldiğince, mutlu olmanın yollarını aramalıdır.

MUTLULUK ANLAYIŞI

Mutluluk, usa uygun biçinde yaşam sürmekle, aşırı tutkuların, sınırsız kazanç ardında koşmanın etkisinden kurtulmakla sağlanır. İnsan çıkarı için "Birtakım alçak duyarlığı olanların" buyruğu altına girmemeli, yaşamı sürdürecek nicelikte olanla yetinmelidir. Tutku, insanı usun denetiminden uzaklaştırır.

Bilinçle davranan bir varlık durumuna getirir. Başkalarıyla kurulması gereken dostluk ve kardeşlik ilişkilerini ortadan kaldırır.

Oysa yaşamak bir dost çevresi oluşturmak, sevgiden kaynaklanan bir yöntemi benimsemektir. Sevgi kişiyi, bir yandan çevresine, diğer yandan da yaşama bağlar. Bir sevgi varlığı olan insan için, Şeriat'ın önerdiği katı görevler gereksizdir. Ömer Hayyam'a göre; insanı Tanrı yaratmış ve onu yazgının denetimi altına vermişse; eylemlerde suç aramanın hiç gereği yoktur. Çünkü insan ancak özgür istenciyle yaptığı şeylerden, us ilkelerine göre davranışlarından sorumlu tutulabilir. Elinde olmayan yalnızca yazgının (kader) yapısı gereği oluşturulan işlerden dolayı kişiyi sorumlu tutmak, suçlu saymak Ulu Tanrı'ya yakışmaz. Tüm evreni ve onun içinde insanın yararlandığı varlıkları; Tanrı yaratmışsa; onlarda suç aramanın da gereği yoktur. Şarabın yapıldığı üzümü yaratan Tanrı'nın, şarabı içen insanı günahkar sayması, Tanrısal adaletle hiç bir biçimde bağdaşmaz. Güzeli yaratan Tanrı, onun sevilmesini de ister. Bunu büyük bir şekilde gerçekleştirir. Bu nedenle sevmek, Tanrısal iradeye (istence) aykırı düşmez.

Hayyam için sevginin üç öğesi bulunmaktadır: Yaşamı düzenli ve mutluluk sağlayıcı bir niteliğe kavuşturmak, tüm insanlarla uyum içinde bulunmak, özlemleri usun ölçülerine göre gerçekleştirmeye çalışmak. Bu üç öğeden birinin noksanlığı, kişiyi kaygıya, karamsarlığa, güvensizliğe sürükler. Bunun sonu da bunalımdır. Oysa "yüreğini usuna uyduran bir insan için, yeryüzünde boş geçen gün yok demektir."

HAYYAM'IN SANATI

Tüm düşüncelerini rubailerinde açıkça sergileyen Hayyam'a göre sanat bir başarı alanıdır. Şiirse bu alanda ortaya konulan sanatsal bir üründür. Şiiri bütünlüğe ulaştıran uyum, ölçü ve anlam gibi üç öğe vardır. Bu üç öğenin birliğe ulaştığı şiir başarılıdır, etkilidir. Diğer yandan, bu üç öğenin sergilenmesini sağlayan başlıca varlık dildir, dille ortaya konulan sözcüklerdir.

Ömer Hayyam'a edebiyat alanında yerini sağlayan dörtlüklerde bu üç öğenin oluşturduğu birlik ve bütünlük belli başlı etkendir. Onun kullandığı ölçü, Arap-İran şiirinde ortak olarak kullanılan aruz'dur.

Ömer Hayyam, bu ölçünün rubai türüne uygun düşen bölümünü seçerken; ağırlığı anlam ve uyum bağlantısı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Seçilen sözcüklerle anlam arasında kurulan birlik, şiirin gücünü çoğaltmakta, okur üzerinde müzikten kaynaklanan bir etkileşim yaratmaktadır. Anlam ise, işlenen konuyla (tema) insan yaşamını iç içe getirmektedir.

KİŞİNİN VARLIĞI

Ömer Hayyam için temel sorun, kişinin varlığıdır. Kişi, varolduğu sürece, evren ve diğer varlıklar da vardır. Kişi ortadan kalkınca, tümü de yok olur:

BEN OLMAYINCA BU GÜLLER, BU KIZIL DUDAKLI GÜZELLER

BU GÜZEL KOKULU ŞARAPLAR YOKTUR?

BEN DÜŞÜNDÜĞÜM SÜRECE VARDIR DÜNYA
İNSAN İÇİN ÖNEMLİ VE GERÇEK OLAN DÜŞÜNMEKTİR.

Düşünülmeyen bir nesnenin varlığı da sözkonusu değildir. Varlığa düşünen insan açısından bakan, onu düşünme eylemiyle bağlantılı kılan Ömer Hayyam, ahlak konusunu davranışlarla özdeşleştirir. Usun ilkelerine, yaşamı mutluluğa kavuşturacak kurallara uymayı "ahlaklı" sayar.

Ömer Hayyam, İslam Edebiyatı'nda büyük bir etki alanı oluşturmuş, rubai türünde başlıca örnek olarak benimsenmiştir:



ŞU TESTİ DE MUTLAK BENİM GİBİ BİRİYDİ

BİR GÜZELE VURGUNDU O DA ELBET DERTLİYDİ.

KİM BİLİR GARİBİN BELKİ BOYNUNDAKİ KULP DA

SEVGİLİNİN ÖPÜLESİ BEMBEYAZ ELİYDİ.

Alıntı : H. ZEKAİ YİĞİTLER

Peru Kültürleri

 



Chavin Medeniyeti ile bağlantılı olarak Paracas kültürü Lima'nın güneyindeki Paracas yarımadasında kuruluydu. M.Ö. 900'den M.S. 400' lere kadar varlığını devam   ettirdi.   Paracaslarla ilgili bilgilerimizin büyük bölümü Cerro Colorado'da 1920'lerde yapılan kazılarda ortaya çıkan arkeolojik kanıtlardan ileri gelmektedir. Burada yapılan kazılarda , her bir  anıt  mezarın  içinde özel kumaşlara sarılmış birden fazla ceset bulunmuştur. Bu durum Paracasların gelişmiş bir ölü gömme ve mumyalama  ayinleri olduğunu göstermektedir. Ölülerini gömerken yanlarına seramikleri ve başka maddelerden yapılmış çeşitli eşyaları da koyuyorlardı. Bedenlerin daha uzun süre dayanmaları için muhtemelen onları kurutup tütsülüyorlardı.

M.Ö. l00' den 800'e kadar, Sipaşn'daki Peru sahili boyunca Moche olarak bilinen bir başka kültür ortaya çıktı. Esas olarak detaylı incelemelere konu olan seramikleri ile tanınmaktadırlar (ilk kez kalıp kullanarak seramik üretiyorlardı, bu kitlesel üretime olanak vermişti). Aynı zamanda altın işleme sanatları ve  "huacas" adıyla  bilinen piramit benzeri anıtsal yapıları da son derece önemlidir. Bunların en büyüğü Huacas del Sol'dur. 41 metre yüksekliğiyle Kolomb  öncesi Peru'nun en yüksek yapısıdır. Moche kültürü tarıma dayanıyordu. Sofistike sulama  teknikleri  geliştirmişlerdi.  Gübre  olarak  da  deniz kuşu dışkısı (guano) kullanıyorlardı.

Kibir ve büyüklenme

 



Kişinin kibirli olması da Kuran'ı anlaması karşısında çok büyük bir engeldir. Çünkü kibirli bir insan kendini herkesten üstün gördüğü için, Kuran'a gereken tevazu ve kulluk bilinci içinde yaklaşamaz. Kuran'da kendisine kulluğunu, acizliğini, sahip olduğu herşeyi ve her özelliği Allah'ın verdiğini hatırlatan ayetleri görmeye tahammül edemez. Öğüt almaya, Allah'ın emirlerine karşı boyun eğmeye, yasaklarına itaat etmeye, teslimiyetli davranmaya yanaşamaz. Bunları kibirine ve gururuna yediremez. Tüm bunlardan ötürü de Kuran'ı, kibir ve gurur üzerine kurulu şahsiyeti için bir engel olarak görür. Onu yalanlayabilmek için var gücüyle mücadele eder, ayetler hakkında alabildiğine tartışır durur. Büyüklenenlerin ayetleri anlayamayacakları Kuran'da şöyle haber verilmiştir:


Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır. (Araf Suresi, 146)


Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdiklerini unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde, kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)


Kibirli bir insan, kendi aklını, kültürünü, bilgisini herkesten üstün görür. Bu nedenle sahip olduğu akademik kariyer, kültür, bilgi gibi özellikler, söz konusu kişinin Kuran'dan iyice uzaklaşmasına sebep olur. Bilim adamı veya aydın bir insan olarak görünüp de Kuran hakkında akılsızca iddialar ortaya atanların bu durumu da, kibirin, her kim olursa olsun Kuran'ı anlamaktan alıkoyduğunu gösteren canlı bir örnektir. Bu tür kişilerin durumu ayetlerde şöyle tarif edilmektedir:


Şüphesiz, kendilerine gelmiş bulunan hiçbir delil olmaksızın, Allah'ın ayetleri konusunda mücadele edenlere gelince; onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir büyüklük (isteğin)den başkası yoktur. Artık sen Allah'a sığın. Şüphesiz O hakkıyla işiten, hakkıyla görendir. (Mümin Suresi, 56)


Kendisine Allah'ın ayetleri okunurken işitir, sonra müstekbirce (inatla büyüklük taslayarak) sanki işitmemiş gibi ısrar eder. Artık sen onu acı bir azabla müjdele. (Casiye Suresi, 8)


Tüm bu ayetlerden, Kuran'ı doğru anlayabilmek için büyüklenmeyen, mütevazi, Allah'a karşı tam teslim olmuş, boyun eğen, Allah'ın sonsuz kudreti karşısında bir "hiç" olduğunun bilincinde bir yapıya sahip olmak gerektiği anlaşılmaktadır. 


Alıntıdır.

20 Şubat 2022 Pazar

ÜÇ ÇEŞİT HRİSTİYANLIK VE HAÇLI SAVAŞLARI

 






9. yüzyıla kadar Hıristiyanlık Avrupa'da üç ana başlık altında gelişmişti. Bunlardan ilki. Papaların Hıristiyanlığı idi. Onların anladığı şekildeki Katolik inancını temsil ediyordu. İkincisi Kralların Hıristiyanlığı idi. Bu da 4. yüzyılda imparator Konstantin tarafından başlatılmış olan Hıristiyanlık anlayışıydı ve zamanla İngiltere'de Anglikanizm'in ve Almanya'da da Protestanlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle de 800 yılında Frankların Kralı Muhteşem Karl'ın Papa 3. Leo tarafından dünyaya yeniden gelmiş olan Davut Peygamber olarak ilan edilmesiyle tırmanışa geçti, ingiliz Kilise tarihçisi James Russell'ın da gösterdiği gibi Hıristiyanlığın Almanlaştırılması, kendi Pagan gelenek ve göreneklerine çok bağlı olan Almanların bu Germanik ve Teutonik gelenekleri Hıristiyanlığa aşılamalarıyla mümkün olabilmişti. 16. yüzyılda ortaya çıkan Protestanlık işte bu "Zor Kabulleniş"ten kaynaklanmıştı.

Altısı resmi, dördü metres olmak üzere 10 karısı ve 18 çocuğuyla yaşayan Karl, Davud Peygamber olduğunu öğrenince "Yeni Kudüs"ü kurmak için harekete geçti ve bugün Aachen diye bilinen kenti kurdu. O yıllardan kalma İslami belgelerde Karl'dan ilginçtir ki Frankistan Halifesi diye söz edilmişti. Karl Bağdat'taki Halifelerle iyi ilişkiler kurmuştu. Nedir ki, onun ölümünden sonra Hıristiyanlık yeniden Papaların denetimine geçti ve üçüncü başlık altında toplanmış olan "Popüler Hıristiyanlık" büyük darbe yedi. Papalar yeniden Hıristiyanları boyundurukları altına almaya başladılar. Bunu sağlayabilmek için de bir dış düşman yarattılar: Müslümanlık. Papalar Müslümanların Hıristiyanlığın baş düşmanı olduğunu öne sürerek Haçlı Seferlerini başlattılar. Böylelikle Hıristiyanlığın geleneksel düşmanı sayılan Yahudilik geri plana çekilmiş, Müslümanlık öne çıkarılmış oldu. Papalar bu savaşlarda ilkin Karl tarafından konulmuş ve sınırları belirlenmiş olan bir kavramı kullanarak bunun genişletilmesi gerektiğine tüm prensleri inandırdılar. Bu kavram "Christendum'.kavramıydı. Hıristiyanların yaşadıkları topraklar anlamına geliyordu. Daha önce gördüğümüz Ekümene kavramının Devlet (Kral) tarafından kullanılabilir hale getirilmiş olan şekliydi.


Haçlı seferleri gerçekte Haç'ın taşındığı, onun egemenliğinin yayıldığı seferlerdir. Din uğruna savaşa girmek ilk kez istanbul'u kuran Konstantin tarafından kullanılmıştı. Ve ilk Din Savaşçıları da gerçekte 4. yüzyılda istanbul ve Anadolu'da -o günkü adıyla ANATOLİ'da, yani TAŞRA'da - yaşayan Hıristiyanlardı. Hıristiyanların Haç taşıyarak savaşa gitmelerinin onlara zafer kazandıracağına inanan Hıristiyanlar. Haç'ın kendi başına "Mucizeler" yarattığına inandırılmalardı. Nitekim bu nedenle son derece gizli, karmaşık bilgilere dayalı örgütler kurulmuştu. 


Aytunç Altındal'ın Vatikan ve tapınak şövalyeleri kitabından alıntılanmıştır.

Halfeti / Şanlı Urfa

 


Kuran'ı doğru anlamak için düşünmek

 Kuran'ı doğru anlamak ve sağlıklı yorumlamak için iyiden iyiye düşünmek gerektiği Kuran'da bildirilmiştir. Sınırsız bir ilim hazinesi olan Kuran'ı yüzeysel bir gözle, düşünmeden herhangi bir kitap gibi okumak Kuran'dan gereği gibi istifade edilmesini önleyecektir. Allah Kuran'da insanları sürekli olarak akıllarını kullanmaya, düşünmeye davet eder. Düşünmek, aklını kullanmak, Kuran'ın anlamlarını, inceliklerini, sırlarını ve hikmetlerini görmeye gayret etmek Kuran'ı hakkıyla anlayabilmek için gereklidir. Kuran, insana kendi nefsini, yaratılış amacını, dünyanın gerçek mahiyetini, insanın etrafında olup biten olayların hikmetini ve bunun gibi insanın kendisi ve çevresi ile ilgili pek çok konuyu açıklar. Dolayısıyla insanın ayetlerde açıklanan konular ile kendi nefsi, çevresi ve yaşadığı olaylar arasında gerekli bağlantıları kurarak, bunlar hakkında derin derin düşünerek Kuran'ı anlamaya çalışması gerekir. Ayetlerde Kuran'ın düşünenler için açıklandığı bildirilmektedir:


Bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Öğüt alıp düşünmesini bilen bir topluluk için ayetleri böyle birer birer açıkladık. (Enam Suresi, 126)


… Düşünen bir topluluk için biz ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Yunus Suresi, 24)


Ayetler düşünen insanlar için açıklandığına göre, düşünmeyen kimseler ayetlerdeki anlamı kavrayamazlar, dolayısıyla düşünmeyen kimseler Kuran'ı anlayamazlar. 

Gerçekte insanın kendi içinde ve kendi dışında yaşadığı her olayda alması gereken pek çok mesaj ve ibret vardır. Kuran, insanın bu mesajları nasıl yorumlaması ve bunları yorumladıktan sonra ne şekilde davranması gerektiğini gösteren bir rehberdir. Yani Kuran insanın yaşadığı her anı açıklayan ve düzenleyen bir yol göstericidir. İnsanın her anını kuşatan ve sonsuz ilim ve hikmet sahibi Allah'ın gönderdiği bu mübarek Kitabı gereği gibi anlamak da elbette Kuran'ı Allah'ın şanına yakışır bir biçimde düşünerek ve aklederek okumakla olur. Nitekim, "(Bu Kur'an) ayetlerini iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır" (Sad Suresi, 29) ayetiyle de Kuran'ın ciddi bir biçimde üzerinde düşünülmesi ve öğüt alınması gereken bir Kitap olduğu haber verilmektedir. Kuran'ı gereği gibi düşünmenin önemi bir başka ayette de şöyle vurgulanır:


Onlar, yine de o sözü (Kuran'ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? (Müminun Suresi, 68)


Kuran'ı Alemlerin Rabbi olan Allah indirmiştir. Bu nedenle sınırsız ve üstün bir ilim içerir. Kuran'daki ilim, Allah'ın sıfatlarından yaratılışın hikmetlerine, insan ruhunun inceliklerinden dünyanın, evrenin ve ahiretin gerçeklerine ve sırlarına kadar sayısız konuyu kapsar. Dolayısıyla son derece sade ve özlü bir anlatım içinde yer alan bu bilgileri kavramak da ancak derin bir düşünme, açık bir şuur, keskin bir dikkat, samimi bir kalp ve temiz bir vicdan ile olur. 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak