28 Ekim 2021 Perşembe
Güneşe yaklaştıkça hava niçin soğuyor?
Dünyamızdaki ısının kaynağı güneş olduğuna göre ve bir dağın tepesi güneşe daha yakın iken orada hava niçin daha soğuk oluyor? Öncelikle şunu söyleyelim ki, güneş ile dünya arasındaki mesafeyi düşünürsek, bir dağın tepesine çıkmakla bu mesafedeki azalış çok önemsiz kalır. Güneş dünyamızdan 149.5 milyon kilometre uzakta iken dünyamızdaki en yüksek dağın yüksekliği 9 kilometreyi bile bulmaz. (Everest: 8.846)
Biz zaten her gün evimizde otururken dünyanın kendi çevresinden dönmesinden dolayı, dünyanın çapı kadar, güneşe 12 bin kilometre yaklaşıp uzaklaşıyoruz. Elips şeklindeki yörüngesinde dünya güneşin etrafında dönerken güneşe en fazla yaklaştığı mesafe 147 milyon, en uzaklaştığı mesafe ise 152 milyon kilometredir. Yani dünya zaten bir yıl içinde güneşe 5 milyon kilometre yaklaşıp uzaklaşmaktadır. Bu durum dünyamızdaki ısıyı pek etkilemez, mühim olan ışınların dik gelmesidir.
Güneşin dünyamızda yarattığı sıcaklık, ışınların yeryüzünde yansıması ile olur. Ondan sonra yükseldikçe nemli havda her kilometrede yaklaşık 6-7 derece düşer. Yani Everest'in dibi ile tepesi arasında 50 dereceden fazla sıcaklık farkı olması doğal. Bu sıcaklık düşüşü atmosferin birinci katmanına kadar böyle sürüyor. Yani yeryüzünde ısı 25 derece iken 11 kilometre tepemizde -50 dereceye kadar düşüyor. Bundan sonra sıcaklık değişiminin akıl almaz dansı başlıyor.
Atmosferin ikinci tabakası olan ve içinde ozon tabakası da bulunan 11. ve 48. kilometreler arasında hava ısısı bu sefer tam tersi yükseldikçe artıyor, tekrar sıfır dereceye kadar çıkıyor. 48. kilometreyi geçip 3. tabakaya girince ta 88. kilometreye gelene kadar tekrar düşüşe geçiyor. Bu tabakanın sonunda, yani 88. kilometrede -80 derecelere kadar düşüyor. Bundan sonra da sürekli yükselişe geçerek güneşe yaklaştıkça artıyor.
Güneşin yüzeyinden 2 milyon derece sıcaklıkla çıkan ışığın 149.5 kilometre yol kat ettikten sonra dünyamız yüzeyine yaşayabileceğimiz bir ortamı yaratacak şekilde bu kadar ince ayarla gelmesi hakikaten inanılmaz.
Yeryüzünde ısınan havanın yükseldiği doğrudur, ama hava bu enerjisini yükselirken harcar ve dağın tepesine ulaştığında çevre hava ısısı ile aynı ısı derecesine gelir. Dağ tepesinin soğuk olmasının bir başka nedeni dağ yüzeylerinin şekilleri dolayısıyla güneş ışınlarını dik alamamalarıdır. Bu nedenle dağların etekleri bile serin olur, burada ısınıp yükselen bir hava tabakası bile oluşamaz. Ayrıca dağdaki kayalarla birlikte kar ve buz da güneş ışınlarını fazla emmez ve çoğunu yansıtırlar.
Yeryüzünün ısınmasında bulutlar da önemli rol oynarlar. Dikkat ederseniz bulutsuz geceler, bulutlu gecelerden daha soğuktur. Çünkü bulutlar yerden gelen ısıyı tekrar yere yansıtırlar. Dağ zirvelerinde ise ne bu sıcaklığı yere tekrar yansıtacak bulut vardır, ne de onu tutacak yoğunlukta atmosfer.
27 Ekim 2021 Çarşamba
26 Ekim 2021 Salı
GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ "Geyik Boynuzu"
Geyik kuzey kuşağı halklarında kutsal hayvandır. Sibirya ve Altaylarda masklarda, işlemelerde geyik teması yaygın olduğu gibi kutsal Şaman elbisesinin de motifidir. Geyik kurbanı hayvan-ata ve ebedi yaşam simgesi olarak geyik kültünün gücünü gösterir. Geyik sözcüğü Eski Türkçede yaba¬ nıllık anlamını içermektedir (Anadolu’da özellikle Yörükler dağ keçisine de geyik derler) ve eskiden geyik karşılığı olarak buğu sözcüğünün bulunması sözcükteki tarih içinde yaşanan anlam daralmasına işaret ediyor olmalıdır. İngilizce deer sözcüğünün de aynı yabanıllık anlamını içermesi geyikle doğal yaşamın özdeşleştirilmesinin evrenselliğine bir başka örnektir. Çin, Hint geleneklerinden Hititlerin geyikli güneş kurslarına kadar zaman ve mekânı aşan geyik kültü Alevi Bektaşi geleneklerinde de saflığın simgesidir. Divan edebiyatında ahû haşin dilberlere denir; ahû-yı harem Mekke, Medine’de belirli hudutlar içinde avlanması yasak olan ahû demektir. 15. yüzyıldan itibaren yazıya geçirilmiş olan Geyik Destanı, acımasız kafir avcıların eline düşen geyikle Hz. Muhammed arasında gelişen ilişkiyi hikâye eder. Destan değişik ulu kahramanların rol aldığı masal biçiminde Anadolu’da çok yerde derlendiği gibi, değişkeleri Karaçay edebiyatından Almanya’ya kadar geniş bir saha içinde mevcuttur. Ziya Gökalp’in Alageyik destanı da bu sahaya girmektedir.
Osmanlı kuruluş efsanelerinde yer tutan Geyikli Baha’nın, müridleri ve elbette geyikleriyle Bursa’nın fethine (1326) katıldığı öyküsü, başına geyik boynuzu takan dervişleri akla getirmektedir. Orta Asya’ya elçilik göreviyle giden Ispanyol Clavijo (1404), Erzurum çevresindeki bir köyde Kalenderi olması gereken âşık denilen zahitlerin yaşadığını, gelen ziya¬ retçilere şifa dağıttıklarını, âşıkların saç ve sakallarını tıraş edip, çıplak dolaşıp, davul çaldıklarını anlatır; işte bu âşıklar evlerinin kapılarına astıkları siyah bayraklara geyik, koç ve teke boynuzları taktıkları gibi sokaklarda gezerken de bu boynuzları taşırlar. Barak Baba ve Kalenderiler hakkındaki 13. yüzyıl sonlarına kadar uzanan tasvirler, boynuzlu başlıkları doğrulamaktadır.
Charles Texier (1802-1871) beş yüzyıl sonra İnönü’de başlarında boynuz taşıyan kadınlar görür: "... sabahleyin harman savurmağa mahsus çatal ağaçlarla müsellah birtakım boynuzlu mahlûkatı görünce şaşırdım. Bunlar türkü söyleyerek tarlaya gidiyorlardı. Gözümün önündekilerin erkek yahut kadın olduklarından veya putperest bir taifenin hususi ayinlerinde bulunduğumdan şüphe ediyordum! Fakat sonra papaz efendinin izahatıyla bu İnönü sekenesinin, Hıristiyan ve Rum kilisesine mensup olduklarını öğrendim. Bu gayet garip kıyafetin ve bu alemden hariç baş tezyinatının esasını hiç kimse bilemez, bunu cenup denizleri vahşilerinin tahayyülatı bile icad edemez,” (Küçük Asya, Ali Said çevirisi, 1340). Texier’in verdiği bilgilere göre yalnız evli kadınların taşıdıkları ve zenginlerinki “daha süslü ve boynuzları ifrat derecesinde büyük”, fakirlerinki “pek ufak ve üzerleri boncuksuz” olan boynuzların, Texier, “buranın papazları o kadar cahil idi ki her ne sordumsa ‘Allah bilir’den başka bir cevap alamadım,” dese de, harman savurmaya da gidildiğine bakarak, bereket törenleriyle ilgili olması gerekir. Anadolu’da kapı üstlerine, oda duvarlarına geyik ve koç boynuzu asma geleneği yakın yıllara kadar yaşadığı gibi, Balkanlara ve Malta Adası’na kadar uzanan coğrafyada evlere boynuz asma geleneğinin sürekliliğine tanık oluyoruz.
Çin kaynaklarından öğrenildiğine göre Türk boylarından sayılan Ye-Dalarda çokeşlilik geçerlidir ve kardeşlerin karısı ortaktır; hiç kardeşi olmayan adamın karısı başında bir boynuz taşır, boynuz miktarı, kardeş sayısına göre çoğaltılır. Ye-Da toplumunda kadınların çokeşliliği anaerkilliğin geçerliliğini ve kadınlarının geyik-ata kültünün taşıyıcısı olarak ‘geyikleştikleri’ni göstermektedir. Moğolistan’a Budizmin yerleştiği dönemin ürünü olan Eski Tsaayin Biçik’te zinanın cezası Cengiz Han yasalarına göre çok hafif olduğu gibi, zina yapan kadının kocasına ‘boynuzlu’ denildiğine de tanık oluyoruz. Böylece ataerkilliğe geçişin gerçekleşmesiyle ‘geyikleşme’ erkekler için alçaltıcı bir anlam kazanmaya başlıyor.
Avrupa’da aldatılmış koca simgesi olarak geyik boynuzlu erkek ortaçağdan itibaren simgeleşmiş ve gravürlere yansımıştır. Boynuzlamak, boynuz takmak Batı dillerinde boynuz hom-kom sözcüğüyle genellikle ortak köktendir ve Vikingler gibi birçok kavim miğferlerine boynuz taktığı gibi, içme kabı, haberleşme borusu (korna) olarak kullanımı uzun süre devam etmiştir. Bu boynuzların, Büyük İskender ve sözcük anlamı iki boynuzlu olan Zülkarneyn efsaneler zincirindeki gibi dünya egemenliğini, güç ve iktidarı gösterdiği ve anlamının tersine döndüğü anlaşılıyor. Çekecekler de eskiden boynuzdan yapıldığı için Eski Yunanca keras, Yeni Yunanca kerato boynuz sözcüğünden kerata olarak adlandırılırlardı. Kerata sözcüğü hakaret olarak anlam aşınmasına uğramış olmakla birlikte aslında ‘boynuzlu’ anlamına gelirdi.
Şeyhülislam Ebussuûd Efendi (1490-1573) “Bir cami-i şerife imam olan Zeyd’in kapısına, nâ-makûl nesneler sürülüp ve boynuzlar ve şebek asılmak ile azli lazım olur mu?” sorusuna “Olur, rey-i hâkimle” diye cevap verirken, söz konusu ‘nâ-makûl’ nesnelerin katran olabileceğini tahmin ediyoruz; Anadolu’da kapıya katran sürmek, o hane kadınlarının ahlaksızlığına işaret eder ve ev halkı böylelikle taşınmaya mecbur edilerek mahallenin namusu kurtarılırdı. Kapıya asılacak şebeğin nereden bulunduğu muamma olarak kalırken, boynuzun bir yandan kapılara kutsallık simgesi olarak asılması âdeti devam ederken, bir yandan da zinanın simgesi olması anlam kargaşasına işaret ediyor.
Kutsal geyiğin dişi olduğu bulgusu ile, ‘geyik muhabbeti’ yapanların erkek (geyik) oluşları, dönüşüm konusunda ipuçları veren, derin bir araştırma konusudur. Geyik muhabbeti deyimi Türkçede “gevezelik, yararsız, uzun uzun konuşma” (Hulki Aktunç, Büyük Argo Sözlüğü) demektir. Osmanlı okumuş sınıfı, birbirlerinin şiirlerini küçümsemek için yukarıda sözü edilen Geyik Destanı’na benzetirlerdi. Gelibolulu Mustafa Âli de örneğin 1650’lerde Molla Siyâhî’den “mücellet hezelliyâtı Geyik Destanından çok ün almış, bir yoldan azmış kişi idi” diye söz eder. 1840’larda İngilizcede stagparty (erkek geyik partisi) deyimi bekar erkekler arasındaki eğlenceyi anlatırken, 1910’larda zamanın buluşu çıplak fotoğraf çevresinde toplanan erkekleri anlatmaya başlamıştır. Deyim, ‘geyik yapmak’ biçiminde bugün de gençlik arasında yaşıyor.
Not: Kudret Emiroğlu'nun "Gündelik hayatımızın tarihi" adlı kitabından alınmıştır.
Telefon
Alexander Graham Bell iletişimi dönüştüren icadıyla nasıl ilgi odağı oldu
Lesley Gavin, fütürolog ve Avrupa Komisyonu danışmanı
İtalyan Antonio Meucci, bir romatizma hastasını elektrik sandalyesinde "tedavi" ettiği sırada ölümüne sebep olurken, kulağının yanındaki elektrik iletkeninden hastanın acı acı bağırdığını duyduğuna emindi. Yaptığı inceleme sonucunda Meucci, elektrik iletkenine bağlı bakır telden geçen ve sonra titreşen sesin acı bağırtıya dönüştüğünü keşfetti.
"Telefonun icadı ve uzun mesafelerle anında iletişim kurabilmesi, iletişim hakkındaki düşünce tarzımızı değiştirdi. Yalnızca insanların iş yapma tarzlarını değiştirmekle kalmadı, sosyalleşme biçimimizi de değiştirdi. Telefon, faks cihazları, e-posta ve nihayet YouTube ve Facebook gibi bilgi paylaşım servislerinin yolunu açtı."
Lesley Gavin
Bunları Biliyor Muydunuz?
~ 1936'da İngiliz telefon operatörü Bayan Jane Cain konuşan saat hizmetinin ilk sesi oldu.
~ 1937'de 999 acil çağrı numarası Londra'da hizmete girdi.
~ 2008'de Ofcom 126 milyon civarında numara tahsis etti.
Sonraki aylarda bir zardaki ses titreşimlerini toplayacak bir cihaz yapmaya koyuldu. Bu titreşen zar bir elektromıknatısın hareket edip kablodaki bir akımı harekete geçirmesini sağladı. Bu işlemin tersi cihazın diğer ucunda ses üretti. Böylece ilk telefon doğmuş oldu.
Öyleyse neden telefonun mucidi olarak bilinen kişi İskoç Alexander Graham Bell?
Meucci cihazının patentini ilk kez 1871 yılında aldı, ama 1874'te patent için ödemesi gereken 250 doları bulamadı. Bell tetikte bekliyordu. Meucci ile bir laboratuvarı paylaşıyordu ve bu müthiş icadı ticari bir başarıya dönüştürebileceğini çoktan fark etmişti.
Bell farklı sinyal frekanslarını kullanarak çok sayıda telgraf mesajı gönderecek bir sistem geliştirmek için yeterli paraya sahipti. Kendi telefon cihazında ses ona yönlendirildiğinde ince bir zar titreşiyordu. Bu da elektromıknatısın önündeki bir demir çubuğu hareket ettirip elektrik akımı üretiyordu. Diğer uçta ise bunun tersi işlem gerçekleşiyordu: Elektrik akımı demir çubuğu harekete geçiriyor, o da zarı hareket ettirip ses dalgaları üretiyordu.
Rivayete göre 14 Şubat 1876'da Bell sadece birkaç saatlik farkla Elisha Gray'i yenip cihazın patentini aldı. Böylece
ikisinin arasına düşman tohumları atıldı. Gray, Bell'i fikir hırsızlığı ile suçladı. Patent görevlisi de Bell'in kendisine rüşvet verdiğini iddia etti. Bell hayatı boyunca 600 davayla boğuştu ve her defasında kazandı. Hatta Antonio Meucci bile Bell'e dava açtı ve 1889'da öldüğünde zafere bir hayli yaklaşmıştı. Neyse ki talihsiz İtalyan nihayet 2002 yılında ABD Kongresi tarafından telefonun gerçek mucidi olarak tanındı.
NOBEL ÖDÜLLERİ-EDEBİYAT
1906 Giosuè Carducci (Italya)
1907 Rudyard Kipling (Büyük Britanya)
1908 Rudolf Eucken (Almanya)
1909 Selma Lagerlöf (Isveç)
1910 Paul Heyse (Almanya)
1911 Maurice Maeterlinck (Belçika)
1912 Gerhart Hauptmann (Almanya)
1913 Rabindranath Tagore (Hindistan)
1915 Romain Rolland (Fransa)
1916 Carl Gustaf Verner von Heidenstam (Isveç)
1917 Karl Adolph Gjellerup (Danimarka)
1917 Henrik Pontoppidan (Danimarka)
1919 Carl Friedrich Georg Spitteler (Isviçre)
1920 Knut Pedersen Hamsun (Norveç)
1921 Anatole France (Fransa)
1922 Jacinto Benavente (Ispanya)
1923 William Butler Yeats (Irlanda)
1924 Wladyslaw Stanislaw Reymont (Polonya)
1925 George Bernard Shaw (Irlanda)
1926 Grazia Deledda (Italiya)
1927 Henri Bergson (Fransa)
1928 Sigrid Undset (Norveç)
1929 Thomas Mann (Almanya)
1930 Sinclair Lewis (ABD)
1931 Erik Axel Karlfeldt (Isveç)
1932 John Galsworthy (Büyük Britanya)
1933 Ivan Alekseyevich Bunin (Fransa)
1934 Luigi Pirandello (Italya)
1936 Eugene O'Neill (ABD)
1937 Roger Martin du Gard (Fransa)
1938 Pearl S. Buck (ABD)
1939 Frans Eemil Sillanpää (Finlandiya)
1944 Johannes Vilhelm Jensen (Danimarka)
1945 Gabriela Mistral (Şili)
1946 Hermann Hesse (Isviçre)
1947 André Paul Guillaume Gide (Fransa)
1948 Thomas Stearns Eliot (Büyük Britanya)
1949 William Faulkner (ABD)
1950 Bertrand Russel (Büyük Britanya)
1951 Pär Fabian Lagerkvist (Isveç)
1952 François Mauriac (Fransa)
1953 Sir Winston Leonard Spencer Churchill (Büyük Britanya)
1954 Ernest Miller Hemingway (ABD)
1955 Halldór Kiljan Laxness (Izlanda)
1956 Juan Ramón Jiménez (Ispanya)
1957 Albert Camus (Fransa)
1958 Boris Leonidovich Pasternak (SSCB)
1959 Salvatore Quasimodo (Italya)
1960 Saint-John Perse (Fransa)
1961 Ivo Andric (Yugoslavya)
1962 John Steinbeck (ABD)
1963 Giorgos Seferis (Yunanistan)
1964 Jean-Paul Sartre (Fransa)
1965 Michail Aleksandrovich Sholokhov (SSCB)
1966 Nelly Sachs (Almanya/Isveç)
1966 Shmuel Yosef Agnon (Israil)
1967 Miguel Angel Asturias (Guatemala)
1968 Yasunari Kawabata (Japonya)
1969 Samuel Becket (Irlanda)
1970 Aleksandr Isaevich Solzhenitsyn (SSCB)
1971 Pablo Neruda (Şili)
1972 Heinrich Böll (Almanya)
1973 Patrick White (Australia)
1974 Eyvind Johnson (Isveç)
1974 Harry Martinson (Isveç)
1975 Eugenio Montale (Italya)
1976 Saul Bellow (ABD)
1977 Vicente Aleixandre (Ispanya)
1978 Isaac Singer (ABD)
1979 Odysseas Elytis (Yunanistan)
1980 Czeslaw Milosz (Polonya)
1981 Elias Canetti (Bulgaristan/Büyük Britanya)
1982 Gabriel García Márquez (Kolombiya)
1983 William Golding (Büyük Britanya)
1984 Jaroslav Seifert (Çekoslovakya)
1985 Claude Simon (Fransa)
1986 Wole Soyinka (Nijerya)
1987 Iossif A. Brodskij (ABD)
1988 Naguib Mahfouz (Mısır)
1989 Camilo José Cela (Ispanya)
1990 Octavio Paz (Meksika)
1991 Nadine Gordimer (Güney Afrika)
1992 Derek Walcott (Saint Lucia)
1993 Toni Morrison (ABD)
1994 Kenzaburo Oe (Japonya)
1995 Seamus J. Heaney (Irlanda)
1996 Wislawa Szymborska (Polonya)
1997 Dario Fo (Itaya)
1998 José Saramago (Portekiz)
1999 Günter Grass (Almanya)
2000 Gao Xingjian (Çin)
2001 Sir Vidiadhar Surajprasad Naipaul (Trinidad)
2002 Imre Kertész (Macaristan)
2003 John Maxwell Coetzee (Güney Afrika)
2004 Elfriede Jelinek (Avusturya)
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...