24 Haziran 2024 Pazartesi

OSMANLI-SAFEVİ REKABETİ

 


15. YÜZYILDA OSMANLI-SAFEVİ REKABETİ SAFEVİLER ve ŞAH İSMAİL


Köklü bir tarihi geçmişe sahip olan İran topraklarında 1501 yılında Safevilerin iktidara gelmesi, Osmanlı ve civar müslüman hanlıkları etkileyen çok önemli bir sürecin başlangıcını teşkil etmiştir. Kuruculuğunu Şah İsmail'in yaptığı İran ve Azerbaycan merkezli Safevi Devleti, On İki İmam Şiiliğini resmi mezheb olarak kabul etmiş, Anadolu'da yaşayan Alevi kitlelerini harekete geçirerek yayılma arzusu taşımıştı. Bu durum Osmanlı Devleti'ni son derece rahatsız etmişti. Öte yandan Safevilerin Maveraünnehir bölgesine sarkma çabaları, doğu komşuları Özbekleri de olumsuz etkilemişti. Ayrıca güneybatı komşuları Memluklular da bu yeni devletin yayılmacı emellerinden kaygılanmıştı.

Şah İsmail; devletini doğu yönünde büyütme amacıyla ilk olarak, Özbeklerle çetin bir mücadeleye girişti. İran siyasetinin günümüze de damgasını vuran özelliğiyle, aynı anda birden fazla güçle mücadele etmemeye özen gösteren Safeviler; bu dönemde Osmanlılar ve Memluklularla iyi geçinme yolları aradı. Şah İsmail, Özbekler üzerinde emellerine ulaşınca, öteden beri göz diktiği Anadoluda; bozguncu dervişler yoluyla Alevi-Kızılbaş kitleleri yanına çekme adına her türlü sinsi girişimin içinde oldu.

Safeviler sülalesi Türk ve Azerbaycan menşeli olup Erdebil'de Şeyh Safıyyüddin'in kurduğu bir tarikatın gücünden yararlanarak devlet olmayı başardı. Devletin başındaki şahlar aynı zamanda şeyh sülalesinden gelen Erdebil tarikatının da lideriydi. Safeviler; tarikat temeline dayalı nüfuzlarını kullanarak, önce Azerbaycan ve İran'da kökleşti. Safevilerin Anadolu'daki Kızılbaş adını alan taraftarlarını kışkırtmasıyla çıkardığı huzursuzluk ve ayaklanmalar, Osmanlı Devleti'ni zor durumda bıraktı. Erdebil tarikatı, başlangıçta Sünni esaslarla oluşmuşken Şeyh Cüneyd zamanında Şiiliği kabul etmiş ve günümüz İran'ının Şiiliğinden farklı bir anlayışı benimsemiştir. Bu anlayış, Orta Asya inançları dahil çeşitli mistik inançların da kültürel etkisindeydi ve bölgede yeni bir heyecan dalgası oluşturmuştu. Erdebil tarikatının Anadolu'daki tutkulu müridleri Erdebile varmayı, şaha gitmeyi, o merkezden beslenmeyi şiar edinmişlerdi.


Gönül çıkmak ister şahın köşküne,

Can boyanmak ister Ali müşkine,

Pirim Ali, on iki imam aşkına,

Açılın kapılar Şah'a gidelim ...


Hak'tan inayet olursa,

Şah'ım Rum'a gele bir gün.

Gazada bu zülfikarı,

Kafirlere çala bir gün.


Çeke sancağı götüre,

Şah İstanbul'a otura,

Frenkten esir getire,

Horasan'a sala bir gün.


Şah İsmail, Şii inançlarını resmi devlet politikasının merkezine oturtmuştu. Buna dayalı olarak, on iki imam adına hutbe okuttu ve para kestirdi. Bazı sahabllere karşı saygısız bir tutum takınarak Hz. Ömer ve Hz. Osman'a karşı sövgüye varan bir üslubu ve Muaviye'ye lanetler yağdıran bir anlayışı benimsedi.

Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki yıkıcı faaliyetlerinin artması, Kızılbaş ayaklanmalarının tehlikeli bir boyuta ulaşarak merkezi yönetimi ortadan kaldırmaya yönelmesi, dirlik ve düzenin ortadan kalkması, Osmanlı Devleti'ni yeni bir arayışa yöneltti. Böylece Yavuz Sultan Selim'in hükümdar olmasına giden yollar açıldı.

Yavuz; iktidara gelmesinden sonra, Kızılbaş-Safevi tehdidini ortadan kaldırmak amacıyla, hızla Çaldıran'a (1514) yöneldi. Kazanılan zaferin ardından Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Safevilerin tehdit ve tehlikesinden emin hale getirildi. Osmanlılar, özellikle Diyarbakır'ı alarak, doğudaki güçlü rakipleri Safevileri ve güneydeki Memlukluları daha rahat izleme fırsatı yakaladı. Osmanlılarla Safeviler, Memlukluların ortadan kaldırılmasının ardından çok daha geniş bir cephede karşı karşıya geldi.

1524 yılında Şah İsmail'in ölümünün ardından, on yaşındaki oğlu Tahmasb'ın tahta çıkışıyla beraber, yönetici Kızılbaş beylerinin rekabetlerinden dolayı İran'da büyük karışıklıklar meydana geldi. Bu durumdan yararlanmak isteyen Özbekler, öteden beri hakimiyet altına almak istedikleri Horasan'a hücum etti.

İran'daki gelişmeleri dikkatle izleyen Kanuni de Avusturya İmparatorluğu'nu yöneten Habsburglar'la yaptığı barıştan hemen sonra Sadrazam İbrahim Paşa'yı geniş yetkilerle Doğu Seferi'ne görevlendirdi. İbrahim Paşa da güçlü bir ordu ve süratli bir ilerleyişle Tebriz'e girmeyi başardı. Bu gelişme üzerine Şah Tahmasb'ın, büyük bir orduyla Tebrize doğru yöneldiği haberi yayıldı. Kanuni ordusuyla sefere bizzat iştirak ederek Tebrize geldi. Böylece, bölgedeki dengeleri kendi lehine değiştirme konusunda büyük bir kararlılık gösterdi. Bu durum Şah'ı endişelendirdi ve Sultaniye kentine çekilmek zorunda bıraktı. Zaten İran şahları, bölgeye yapılan bütün seferlerde, doğrudan doğruya Osmanlı ordusunun karşısına çıkmak yerine «viran edilmiş arazi taktiğiyle», yıpratma ve zaman içinde kaybettikleri toprakları ele geçirme yolunu tercih etmişlerdir. Tebrizden sonra Osmanlı ordusu Bağdat'a yöneldi ve hiçbir direnişle karşılaşmadan Bağdat'a girdi.

Kanuni, Bağdat'ta öncelikle Osmanlı idaresini tesis etti. Ardından Şah İsmail'in yıktırdığı Ebu Hanife'nin mezarını tamir ettirdi ve yanına bir medrese ve cami yaptırdı. Abdülkadir Geylani Hazretleri'nin türbesini de büyüttü. Öte yandan Şah İsmail'in Bağdat'ta yapımını başlattığı camiyi de bitirerek ibadete açtı. Ayrıca Şiilerce çok önem verilen İmam Musa Kazım Türbesi ve Kerbela'da bulunan ehl-i beyt makamlarını ziyaret etti ve bakımlarını yaptırdı. Kerbelada su kanalları yaptırdı. Böylece Şii müslümanlarının da gönlünü alarak, İslam birliği siyasetini izledi.

Bağdat'ın Osmanlı hakimiyetine girişinden sonra civardaki şehirler ve güneydeki Cezire, Katif, Hüveyze ve Bahreyn de Osmanlı Devleti'ne tabi oldu. 1546 yılında Basra alındıktan sonra beylerbeyilik haline getirildi. Böylece «lrak-ı Arap» bütünüyle Osmanlıların kontrolüne geçti ve 1555 Amasya antlaşmasıyla da bu durum Safevilere kabul ettirildi.


OSMANLILARIN SAFEVİLERE KARŞI TEDBİRLERİ


Osmanlı Devleti, doğudaki rakipleri Safevilerin Şiiliği arkasına alarak İslam dünyasında etkili olma ve siyasi nüfuz elde etme mücadelesine karşı önlemler almıştı. Devlet; zaman içinde Sünni öğretiye sıkı sıkıya bağlanmış, şeyhülislamlık ve medreseler eliyle Kızılbaş-Şii etkisine karşı sert bir tavır belirlenmişti. Özellikle İran'la yapılan savaşlar sırasında siyasi sebeplerle sertleşme, maksadını aşarak tekfir boyutuna taşındı. Fetvalarla yapılan açıklama ve layihalarda Şiilik İslam dışı ilan edildi. Rafıziler de ehl-i küfrün kapsamına girdi, cihad ve gaza kavramı, Şii İran'a karşı yapılacak mücadeleyi de içine alacak bir biçimde, genişletildi. Böylece İran'a yapılacak seferlerin meşru zeminleri hazırlandı. 

Safevilerden itibaren İranlıların Osmanlılarca güvenilmez kabul edilmesinin esaslarını bir Türk aydını olan Bekir KÜTÜKOĞLU, «Osmanlı-İran Münasebetleri» adlı kitabında şöyle özetlemektedir.

"Rafızilik ve Kızılbaşlığın Osmanlı İmparatorluğu'nda toplumun birliği ve emniyetini sarsan bir itikad ve iman mübdlatsızlığı (özensizliği), ehl-i sünnet halk kütlelerinin ibadet ve sükununu ihlal eden kötüleyip dil uzatma dahil, eşkiyalık ve katillik gibi tezahürleri yanında; doğrudan doğruya İran'dan gönderilen veya memur edilen «halife» namındaki Kızılbaş misyonerlerin halk kütlelerini dalalete sevk etmeleri, kütle halinde İrana hicretleri temin etmeleri; «nezir» ve «sadaka» adı altında toplanan paraların gayet gizli ve muntazam bir teşkilat vasıtasıyla lrana götürülmesi gibi devri için bir nevi beşinci kol ve vatan hıyaneti vakalarının merkeze intikal edip takipleri için çıkarılan hükümlerin çokluğu bizi; Osmanlı-Safevi husumetinin asırlarca devam eden mühim bir amili, Osmanlı İmparatorluğu'nun dahili emniyet ve sükunu temin yolunda sarf ettiği mesainin çokluğu üzerinde durmaya sevk ediyor."


1578-1590 OSMANLI-SAFEVİ SAVAŞLARI


Şah Tahmasb'ın ölümünden sonra oğulları arasında taht kavgası başlamış ve kısa aralıklarla oğulları tahta hakim olmuşlardır. Bunlar içinde II. İsmail, katı Şiilikten uzak bir tutum içine girmiş ve Sünni topluma karşı makul bir politika izlemişti. İlk üç halifeye karşı saygısızlığı yasaklamış, İran Sünnilerine karşı, makul Şii ulemasının birlik ve beraberlik ihtiva eden görüşlerini desteklemişti.

İran tahtındaki bu karışıklıklardan yararlanma yolunda, Osmanlı Devleti'nin alması gereken pozisyon, İstanbul'da tartışıldı ve Sadrazam Sokullu Mehmed Paşanın muhalefetine rağmen İran'a yeni bir sefer kararı alındı. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunun sefere çıkmasıyla başlayan savaş, on iki senelik uzun mücadelelerin ardından 1590 yılında iki devlet arasında Ferhat Paşa antlaşmasının imzalanmasıyla sona erdi. Bu antlaşmayla Osmanlı Devleti İran'ın kontrolündeki Ermenistan, Gürcistan ve Kafkasları ele geçirdi ve doğuda en geniş sınırlarına ulaştı. Antlaşmada yer alan aşağıdaki madde, Osmanlı Devleti'nin hassasiyetini ortaya koymaktaydı:

"Sünni tebaanın mezheb hürriyetine saygı gösterilecek, sahabeye ve Sünni ulemaya sövülmeyecektir:'


16. YÜZYILDA OSMANLI-SAFEVİ REKABETİ ŞAHABBAS DÖNEMİ (1587-1629)


1587 yılında İran tahtına, Safevi Devleti'nin en büyük hükümdarlarından biri olan Şah 1. Abbas (1587-1629) çıktı ve başlangıçta, içte ve dışta büyük problemlerle karşı karşıya geldi. Ancak muktedir bir şah olan 1. Abbas; müstakil hareket etme arzusu taşıyan yönetici Türk beylerinin nüfuzunu kırarak, otoritesini içte pekiştirdi. Ardından ordusunu ıslah ederek sayısını da yüz binin üzerine çıkardı. Böylece Safevi Devleti'ni yıkılma ve sarsılma sürecinden çıkardı. Rakipleri Özbeklere ve Osmanlılara karşı kaybettiği toprakları, kısa zamanda tekrar ele geçirdi.

Şah Abbas döneminde; İran, en parlak ve güçlü dönemini yaşamıştır. Bu dönemde klasik Şii politikalar izlenmiş, Sünnilerin Şiiliğe geçişi teşvik edilmiş, hatta geçiş için zorlanmışlardı. Barış döneminde Sünnilere vergi uygulanmış (resm-i Sünni), halka Şiiliğe geçilmesi konusunda baskılar uygulanmış, ancak bunun dışında tecavüzler yapılmamıştır.

Savaş sırasında ise, her iki ülke yöneticileri aşırı bir tutum takınmaktaydı. Safeviler, Sünnileri güvenilmez Osmanlı işbirlikçisi olarak görmüş; Osmanlılar da Şii-Kızılbaş taifesine benzer tavrı göstererek güvenlik politikaları izlemişti.

1603 yılında Şah Abbas; Tebriz'i Osmanlılardan geri alınca, burada yaşamakta olan Sünni ahaliyi işbirlikçilik yaptığı gerekçesiyle kılıçtan geçirdi. Nahçıvan şehrini yeniden ele geçirdiklerinde de, benzer bir zulüm yaşanmış, bu durum Naima tarihinde şöyle yer almıştır:

"Sünni namına olanların hanelerine girdiler. Ve bulduklarını yağmalamaya giriştiler. Önlerine çıkan reayanın tamamına zulüm, zarar ve hasar verdiler."

Revan'ın Safevilerce alınışı sırasındaki zulümleri Naima, şu ifadelerle anlatmaktadır:

"Mah-ı Zilhicce'de (Mayıs 1604), asker-i Kızılbaş; hücum-i umum üzre hisar-ı cedide girip zaptettiler. Ve Sünniyandan nicesini esir edip, ekserin şehid ettiler."

Şah Abbas 1603 yılından itibaren; Osmanlı'nın bölgedeki idarecilerinin çekişmelerinden de yararlanarak, daha önce Safevilerin kaybettiği -başta Kafkasya olmak üzere- topraklarını birer birer geri aldı. Yapılan Nasuh Paşa Antlaşması'na rağmen, özellikle «lrak-ı Arap» topraklarında sınır ihlalleri ve düşük yoğunluklu çatışmalar uzun bir süre devam etti.

Osmanlı tahtında II. Osman (Genç Osman)'ın feci bir biçimde katledilmesinin ardından, çeşitli isyanlar çıkmış bu isyanlardan biri de Bağdat'ta gerçekleşmişti. Bu isyandan yararlanan Şah Abbas, aldığı diplomatik ve askeri tedbirlerin sonucunda Ocak 1624'te Bağdat'ı ele geçirmeyi başardı. Bağdat'ın zaptı sırasında Sünni halka çeşitli eziyetler yapıldı; bir kısım halkın mal ve can güvenliği tehlikeye düştüğü gibi, şehri teslim eden yöneticiler de öldürülmekten kurtulamadı. Şah Abbas, mezheb taassubunu; İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin mezarını ve ünlü mutasavvıf Abdülkadir Geylani'nin türbelerini tahrip ederek ortaya koydu. Öte yandan Abbas, Şiilerce daha çok önemsenen Hz. Ali'nin kabrini ve diğer mukaddes mekanları ziyaret etti. Kanuniden sonra Kerbela'ya bir kanal da kendisi açtırdı.

Safeviler, Bağdat'tan sonra Hile, Necef ve Kerbelayı da kısa zamanda ele geçirdiler. Çok geçmeden Musul, Kerkük ve Şehrizor da Safevilerin hakimiyetine geçti.

Osmanlılar, Bağdat'ın ve «lrak-ı Arab»ın İran'ın eline geçmesini hiçbir zaman kabullenmedi. Ancak duraklama döneminin isyan ve iç karışıklıklarının önünün alınamaması yüzünden, bu toprakların geri alınması gecikti. 1624 yılından itibaren iki kez Bağdat kuşatıldığı halde alınamamıştı. IV. Murad, Osmanlılar için bir itibar meselesi haline gelen Bağdat'ın fethi için ancak 1632 yılında harekete geçebildi. Fıtraten cesur ve fıziken Osmanlı tarihinin en kuvvetli padişahlarının başında gelen IV. Murad; ilk seferini, beklenenin aksine Revan üzerine gerçekleştirdi. 1635 yılında Revan fethedildi, ancak altı ay geçmeden tekrar Safevilerin eline geçti. İkinci kez doğuya sefer düzenleyen IV. Murad'ın bu kez hedefinde Bağdat ve Irak bulunmaktaydı. Hazırlıklar tamamlanarak Musul üzerinden Irak'a girildi.

Bu sırada Safeviler, Hindistan'daki Timurilerle mücadele etmekteydi. Timur sülalesinden, Babür Sultanı Şah Cihan; Osmanlıları ve Özbekleri, mücadele halinde olduğu Safeviler üzerine sevk etmekteydi. Safeviler zor durumdaydı ve üç ateş arasında bocalamaktaydılar.

Nihayet Osmanlı Ordusu, Bağdat'ı 39 günlük kuşatmanın ardından ele geçirmeyi başardı. Bu yorucu sefer ve kuşatma zaferle sonuçlandı. Bazı misillemeler de yapıldı.

IV. Murad bir süre Bağdat'ta kaldıktan, Sünnilerce mukaddes mekanları tamir ve tadil ettirdikten sonra lstanbul'a yola çıktı. Safevilerle yapılan üç günlük müzakerenin ardından da iki devlet arasında Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalandı (1639). Günümüz sınırlarını da belirleyen bu antlaşmanın imzalanmasından, Safevi hanedanının çöktüğü 1722 yılına kadar, kayda değer büyüklükte bir olay meydana gelmedi.

Böylece bu antlaşmayla, iki ülke arasında uzun sürecek barışın temelleri atılmış oldu. Artık Osmanlı Devleti; dikkatlerini ve ilgisini batıya çevirebilmiş, özellikle de Avusturya ile daha rahat mücadele etme imkanına sahip olmuştu.

İran ise; liyakatsiz şahların yönetiminde, çeşitli aşiretlerin çıkardığı iç karışıklıklarla uğraşmak zorunda kaldı. Artık Safevi hanedanı, devletin kuruluşundaki dini liderlik pozisyonunu kaybetmişti. Bu gelişmeler müsbet bir netice verdi ve Şii ulamasının da çabalarıyla; Safevi Şiası yerine, topluma nisbeten daha ılımlı bir «İsna Aşeriyye» inancı benimsetildi.

Osmanlı Devleti'yle İran arasındaki birkaç asırlık rekabet, günümüzü de etkileyen vahim sonuçlar doğurmuştur. Tamamen siyasi kaygı ve etkilerden kaynaklanan bu rekabet, her iki devleti de son derece olumsuz etkilemiş, içte ve dışta zaafa uğratmıştır. Tamamen siyasi zıtlıklardan kaynaklanan tavırlar; taraflarda belirli bir alan körlüğü meydana getirmiş, İslam toplumunun birlik ve beraberliği zedelenmiş, tarafların birbirini tahrip etmesinden doğan yaralar kapanmayacak boyuta ulaşmıştır.

Oysa İran rekabeti yaşanmasaydı, siyasi tahriklerle Anadolu Alevileri kışkırtılmasaydı, Anadolu'da bu kadar «dinen fakir» ve biçare bir kitle oluşmaz, diğer müslüman topluluklarla daha kaynaşmış ve barış içerisinde hayat devam ederdi. Ortak noktaları artırma, ihtilaflı konuları zamana yayarak halletme yoluna gidilseydi, günümüzde bile etkilenmekte olduğumuz ve kapımıza dayanan uğursuz mezheb savaşları yaşanmazdı.

Öte yandan bir cephe ülkesi olan Osmanlı Devleti, siyasi hırstan gözü dönmüşlerce çelmelenmese, «cihad ve gaza devleti» olmasının gereği olarak batıda çok daha yararlı hizmetlere imza atabilirdi. Enerjisini gereksiz yere heba etmemiş olurdu. Burada İran'ın tarihi sorumsuzluğunun da çok belirleyici olduğunun altını çizmek gerekmektedir. İslam'ın öncü güçlerine bir nevi çelme takmaları batılılara nefes aldırmış, Osmanlı'nın gücünü zayıflatmıştır.

Osmanlı'nın Avrupa devletlerine göre ne derecede korkulu bir tehlike olduğunu Alman İmparatoru'nun Osmanlı nezdindeki elçisi Ogier Gisleen van Busbeke hatıralarında şöyle kaydediyor:

"Yalnız İran bizimle felaketin arasında durmaktadır. Eğer İran olmasaydı, Türkiye bizi mahvetmeye muvaffak olurdu. Osmanlılarla İran arasındaki savaş; bizim kurtuluşumuz değildir, ancak bize nefes aldırmaktadır:·

Diğer yandan Safeviler; Osmanlı ve civardaki diğer müslüman hanlıklarla uğraşmak zorunda kalmasaydı, Ermeniler ve Gürcülerin İslam medeniyetinin bir parçası olmaları çok kolaylaşırdı. İran, Kafkas halkları ve Rus toplumu üzerinde daha etkili olabilirdi.

Şah Abbas; 1614 yılında Gürcistan Seferi'ne çıkmış, sadece bu sefer sonrasında 30 bin kişi İslam diniyle şereflenmiştir. Aynı hükümdar döneminde; hıristiyanlara islam'a girmeleri konusunda genel bir çağrı yapılmış, sonucunda 5 bin hıristiyan müslüman olduğu gibi; Mazenderan bölgesine nakledilen Ermeni ahalinin çoğu Mevlana Muhammed Ali Tebrizi'nin gayretleriyle müslüman olmuştu.

Ticari tecrübeleriyle bilinen ve kadim bir medeniyetin mirasçıları olan İranlılar, Hindistan ve Çin istikametinde daha önce başarıyla yürütülen İslami faaliyetleri daha güçlü yürütebilirlerdi.




Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak