23 Ekim 2024 Çarşamba

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-24

 Ömer Hayyam



Asıl adı Giyaseddin Ebu’l Feth Bin İbrahim El Hayyam’dır. 1048’de İranın Nişabur  kentinde doğan Ömer Hayyam bir çadırcının oğluydu. Çadırcı anlamına gelen soyadını babasının mesleğinden almıştır. Daha yaşadığı dönemde İbn-i Sina’dan sonra Doğu’nun yetiştirdiği en büyük bilgin olarak kabul ediliyordu. Tıp, fizik, astronomi, cebir, geometri, yüksek matematik ve edebiyat-şiir alanlarında önemli çalışmaları olan Ömer

Hayyam için zamanın bütün bilgilerini bildiği söylenirdi. O herkesten farklı olarak yaptığı çalışmaların çoğunu kaleme almadı, oysa O ismini çokça duyduğumuz

teoremlerin isimsiz kahramanıdır.  Elde bulunan ender kayıtlara dayanılarak Ömer Hayyam’ın çalışmaları şöyle sıralanabilir:

Yazdığı bilimsel içerikli kitaplar arasında Cebir ve Geometri Üzerine, Fiziksel Bilimler Alanında Bir Özet, Varlıkla İlgili Bilgi Özeti, Oluş ve Görüşler, Bilgelikler Ölçüsü, Akıllar Bahçesi yer alır. Enbüyük eseri Cebir Risalesi’dir. On bölümden oluşan bu kitabın dört bölümünde kübik denklemleri incelemiş ve bu denklemleri sınıflandırmıştır. Matematik tarihinde ilk kez bu sınıflandırmayı yapan kişidir. O cebiri, sayısal ve geometrik bilinmeyenlerin belirlenmesini amaçlayan bilim olarak tanımlardı. Matematik bilgisi ve yeteneği zamanın çok ötesinde olan Ömer Hayyam denklemlerle ilgili başarılı çalışmalar yapmıştır. Nitekim, Hayyam 13 farklı 3. dereceden denklem tanımlamıştır. Denklemleri çoğunlukla geometrik metod kullanarak çözmüştür ve bu çözümler zekice seçilmiş konikler üzerine dayandırılmıştır. Bu kitabında iki koniğin arakesitini kullanarak 3. dereceden her denklem tipi için köklerin bir geometrik çizimi bulunduğunu belirtir ve bu köklerin varlık koşullarını tartışır.

Bunun yanısıra Hayyam, binom açılımını da bulmuştur. Binom teoerimini ve bu açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir. (Pascal üçgeni diye bildiğimiz şey aslında bir Hayyam üçgenidir). Öğrenimi tamamlayan Ömer Hayyam kendisine bugünlere kadar uzanacak bir ün kazandıran Cebir Risaliyesi’ni ve Rubaiyat ’ı Semerkant’ta kaleme almıştır. Dönemin üç ünlü ismi Nizamülmülk, Hasan Sabbah ve Ömer Hayyam bu şehirde bir araya gelmiştir. Dönemin hakanı Melikşah, adı devlet düzeni anlamına gelen ve bu ada yakışır yaşayan veziri Nizamülmülk’e çok güvenirdi. Ömer Hayyam ile ilk kez Semerkant’ta tanışan Nizam onu İsfahan’a davet eder. Orada buluştuklarında O’na devlet hülyasından bahseder ve bu büyük hayalinin gerçekleşmesi için Hayyam’dan yardım ister. Fakat Hayyam devlet işlerine karışmak istemez ve teklifini geri çevirir.

Bir kitabında da Öklit’in aksiyomlarıyla ilgili çalışmaları toplayan Hayyam, Öklit’in paralellik aksiyomunu başka bir önerme kümesiyle değiştirdi. Bunun sonucunda bugün öklitdışı geometride kullanılan “geniş, dar ve dik açı hipotezleri” ile ilgili biçimlere ulaştı. Yani öklitdışı geometrinin temellerini atan Hayyam olmuştur. Öklit’in yapıtı üzerine yorumlarında, irrasyonel sayıların da tıpkı rasyonel sayılar gibi kullanılabileceğini kanıtlaması matematik tarihinde bir dönüm noktası oluşturdu. İsfahan’da üç yıl çalışarak kurduğu rasathanede gökyüzünü inceler, bilimsel çalışmalar yapar, hükümdarın özel müneccimi olur, yıldız falına bakardı. Ömer Hayyam kendi doğum tarihini bu kadar net şekilde bir gökbilimci hassasiyetiyle kendisi bulmuştur. 21 Mart 1079 yılında tamamladığı, halk arasında “Ömer Hayyam Takvimi” bugün ise “Celali Takvimi” olarak bilinen takvim için büyük çaba sarf etmiştir. Güneş yılına göre düzenlenen bu takvim 5000 yılda bir gün hata verirken, bugün kullandığımız Gregoryen Takvimi 3330 yılda bir gün hata vermektedir. Eserleri arasında İbn-i Sina’nın Temcid (Yücelme) adlı eserinin yorum ve tercümesi de yer alır.

İlmini genişletmek için zamanın ilim merkezleri olan Semerkand, Buhara, İsfahan’a yolculuklar yapmıştır. 4 Aralık 1131’de doğduğu yer olan Nişabur’da dünyaya veda eder.


Şiiri


Ömer Hayyam’ın bilimsel çalışmaları yanısıra, asıl ününün yayılmasını sağlayan, şiir alanında ki başarısıdır.

O çağda, İran’da biri eski İran inançlarıyla geleneklerinden; diğeri İslam düşüncesinden kaynaklanan iki akım egemen durumdaydı. İslam düşüncesi Şeriat’a, eski İran inançları ise ulusal geleneklere dayanıyordu.

Bu alanda başlıca kaynak, Firdevsi’nin Şehnamesi’ydi. Eski İran inançlarını, geleneklerini, söylencelerini konu edinen bu yapıtın temeli Zerdüşt’ün kişiliğinde şekillenmiş bir felsefeydi. İslam düşüncesinin beslediği görüşler de Farabi, İbni Sina ve Gazali gibi aydınların elinde, bir felsefe ve tasavvuf öğretisine dönüşmüştü. Ömer Hayyam, ilk önce bu düşünürlerin görüşlerini öğrenmiş, onlardan aldığı esinleri, yeni bir yaşama anlayışıyla rubailerinde şiirleştirerek sergilemiştir. Eski Anadolu-Yunan Felsefesi’nden özellikle Epikuros’un yaşama anlayışından izler taşıyan bu şiirlerde, bilimsel çalışmalarının, gözlemlerinin etkisi çok açıktır. Bu çalışmalar onu, usla, algıyla kavranan bir evrenin gerçekliği sorunuyla karşı karşıya getirmiştir.

Bu nedenle Hayyam’ın şiirlerinde temel konu, ötedünya (ahret) değil, içinde yaşanan, henüz duyularla özümsenen ve algılanan evrendir. Evrene gerçekçi bir açıdan bakar. Onun için yaşamın asıl amacı mutlu olmak, usla bağdaşmayan her türlü inanç ve geleneğin etkisinden kurtulmaktır. Mutluluk, sevgi, dostluk, barış ve insani sorunlar temel çizgisini oluşturur.

İnsan, düşünen ve us ilkelerine göre yaşamını düzenlemesi gereken bir varlıktır. Bu nedenle usa aykırı düşen, bir takım alışkanlıklardan kaynaklanan, köksüz ve mutluluğu engelleyici inançlardan arınmalı, yaşamı bir sıkıntı, kaygı ve özlem kaynağı olmaktan kurtarmalıdır. Gerçek olan, içinde yaşanan evrendir.

Şeriat’ın öngördüğü ötedünya, Tanrısal evren, ölümden sonra yaşam ve dirilme, yargı günü, hep birer vesveseden, kuruntudan başka bir şey değildir, diye düşünür ve şiirlerinde bunu dile getirir. İnsan aklını kullanarak; onun ışığında yürüyerek, “varlık-yokluk kaygısından kurtulmalı, ötedünyayı değil, kendini bilmelidir.” Bu evrendeki yaşam geçicidir. İnsan yeryüzüne ancak bir kez gelir. Bu nedenle, yaşamın tadını çıkarmalı, elinden geldiğince, mutlu olmanın yollarını aramalıdır.

Mutluluk, akla uygun biçimde yaşam sürmekle, aşırı tutkuların, sınırsız kazanç ardında koşmanın etkisinden kurtulmakla sağlanır. İnsan çıkarı için “Birtakım alçak duyarlığı olanların” buyruğu altına girmemeli, yaşamı sürdürecek nicelikte olanla yetinmelidir. Tutku, insanı aklın denetiminden uzaklaştırır.

Çıkarcı davranan bir varlık durumuna getirir. Başkalarıyla kurulması gereken dostluk ve kardeşlik ilişkilerini ortadan kaldırır.

Oysa yaşamak bir dost çevresi oluşturmak, sevgiden kaynaklanan bir yöntemi benimsemektir. Sevgi kişiyi, bir yandan çevresine, diğer yandan da yaşama bağlar. Bir sevgi varlığı olan insan için, Şeriat’ın önerdiği katı görevler gereksizdir.

Hayyam’a göre; insanı Tanrı yaratmış ve onu yazgının denetimi altına vermişse; eylemlerinde suç aramanın hiç gereği yoktur.

Çünkü insan ancak özgür istenciyle yaptığı şeylerden, us ilkelerine göre davranışlarından sorumlu tutulabilir. Elinde olmayan yalnızca yazgının (kader) yapısı gereği oluşturulan işlerden dolayı kişiyi sorumlu tutmak, suçlu saymak Ulu Tanrı’ya yakışmaz. Tüm evreni ve onun içinde insanın yararlandığı varlıkları; Tanrı yaratmışsa; onlarda suç aramanın da gereği yoktur. Şarabın yapıldığı üzümü yaratan Tanrı’nın, şarabı içen insanı günahkar sayması, Tanrısal adaletle hiç bir biçimde bağdaşmaz. Güzeli yaratan Tanrı, onun sevilmesini de ister.

Bunu büyük bir şekilde gerçekleştirir. Bu nedenle sevmek, Tanrısal iradeye (istence) aykırı düşmez.

Hayyam için temel sorun, kişinin varlığıdır. Kişi, varolduğu sürece, evren ve diğer varlıklar da vardır. Kişi ortadan kalkınca, tümü de yok olur:

Ben olmayınca bu güller, bu kızıl dudaklı güzeller

Bu güzel kokulu şaraplar yoktur.

Ben düşündüğüm sürece de vardır dünya İnsan için önemli ve gerçek olan düşünmektir.

Düşünülmeyen bir nesnenin varlığı da sözkonusu değildir.

Varlığa düşünen insan açısından bakan, onu düşünme eylemiyle bağlantılı kılan Ömer Hayyam, ahlak konusunu davranışlarla özdeşleştirir. Usun ilkelerine, yaşamı mutluluğa kavuşturacak kurallara uymayı “ahlaklı” sayar.

Hayyam’ın eserlerinden 18 tanesinin adı bilinmektedir, çeşitli bilim dallarında birçok eser yazmıştır.

Ziyc-i Melikşahi. (Astronomi ve takvime dair, Melikşah’a ithaf edilmiştir)

Kitabün fi’l Burhan ül Sıhhat-ı Turuk ül Hind. (Geometriye dair)

Risaletün fi Berahin İl Cebr ve Mukabele. (Cebir ve denklemlere dair)

Müşkilat’ül Hisab. (Aritmetiğe dair) İlm-i Külliyat (Genel prensiplere dair) Newruzname (Takvim ve yılbaşı tespitine dair)

Risaletün fil İhtiyal li Marifet. (Altın ve gümüşten yapılmış bir cisimde altın ve gümüş miktarının bilinmesine dair. Almanya Gotha kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur.)

Risaletün fi Şerhi ma Eşkele min Musaderat (Öklid’in bir probleminin çözülmesi metoduna dair, Hollanda Leiden kütüphanesinde bir nüshası vardır. F. Woepcke fransızcaya çevirmiştir.)

Risaletün fi Vücud (Felsefede ontoloji bahsine dair. Britanya kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur.)

Muhtasarun fi’t Tabiiyat (Fizik İlmine dair)

Risaletün fi’l Kevn vet Teklif (Felsefeye dair)

Levazim’ül Emkine (Meskûn yerlerin ik-limi ve hava değişikliklerine dair)

Fil Cevab Selaseti Mesâil ve fi Keşfil Hicab (Üç meseleye cevap ve alemde zıtlığın zorunlu olduğuna dair)

Mizan’ül Hikem (Pırlantalı eşyaların taşlarını çıkarmadan kıymetini bulmanın yöntemine dair)

Abdurrahman’el Neseviye Cevab (Hak Teâlâ’nın alemleri yaratmasının ve insanları ibadetle yükümlü kılmasının hikmetine dair)

Nizamülmülk (Arkadaşı olan vezirin biyografisi)

Eş’arı bil Arabiyye (Arabça rûbaileri)

Fil Mutayat (İlim prensipleri)




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

21 Ekim 2024 Pazartesi

Raşid Halifeler Devri'nde Devlet Siyaseti (Hicri 11-41)

 


Araplar Cahiliye Devri'nde asabiyetin gereği olarak, soy sop üstünlüğü ile övünerek kavim ve kabile duygulan içerisinde yaşarken İslamiyet onları farklı soy, kabile ve asabiyet duygularına rağmen birleştirmiş, hepsini yek vücut haline getirmişti. Yemenli, Hicazlı ile Mudarlı, Himyerli ile çeşitli kabileler ve boylar ve onun alt kolları sürekli birbirlerine karşı sıkı bir rekabet duygusuyla yaşıyorlardı. İslamiyet bunların hepsini İslam birleşik bayrağı altında topladı. Hz. Peygamber tüm Müslümanlara hitaben "Müslümanlar kardeştirler," diyerek kardeşlik hukukunu ilan etti. Mekke'nin fethi günü yaptığı tarihi konuşmada: "Ey Kureyş halkı! Cenab-ı Hak sizden Cahiliye duygularını, cahiliyetin baba ve atalarla övünme duygularını yok etti. Tüm insanlar Hz. Adem'in çocuklarıdır. Hz. Adem de topraktandır," demişti. Veda Hutbesi'nde de, "Ey İnsanlar! Allah'ınız birdir, babanız birdir, hepiniz Adem'in evladısınız, Adem ise topraktandır. Allah'ın yanında en önde geleniniz, ona en çok saygılı olanlarınızdır. Hiçbir Arap'ın Arap olmayana takva ve salahtan başka bir imtiyaz ve üstünlüğü yoktur," buyurmuştu.

 Hz. Peygamber'den sonra ilk halifeler ve özellikle de Hz. Ömer, cenab-ı peygamberin bıraktığı mirasa sonuna kadar sahip çıktılar. Şu ibretlik olay bunun en güzel örneklerinden biridir. Gassan emiri Cebele Müslüman olduktan bir müddet sonra Kabe'de tavaf yaparken Fezareoğullarından sıradan bir adam kazara onun elbisesine basar ve elbisesi açılır. Bu olaya öfkelenen Cebele adama bir yumruk atar ve burnunu kırar. Arap ise olayı Hz. Ömer'e anlatır ve şikayetçi olur. Hz. Ömer Cebele'yi çağırtarak yumruk attığı kişiyle helalleşmesini ve anlaşmasını, aksi halde kısasa kısas olarak Arap'ın da kendisinin burnunu kırmaya hakkı olacağını söyler. Cebele, "Bu nasıl olur? Bu adam sıradan bir adam, ben ise bir beyim," der. Hz. Ömer, "İslamiyet onunla seni eşit kıldı. Allah'a saygı, dindarlık ve dürüstlükten başka onun üstünde bir ayrıcalığın olamaz," cevabını verir. Bunu hazmedemeyen Cebele bir yolunu bulup, Arabistan'ı terk eder ve Roma İmparatorluğu'na sığınır.

Anlaşılıyor ki bu dönemde en sağlam birlik bağı İslam ve onun getirdiği evrensel kurallardı. Bununla beraber Araplar kendilerini fıtraten İslamiyet'in ana direği kabul ettikleri için kendilerine diğer Müslüman halkların üstünde ayrıcalıklı bir mevki vermişlerdi. Hz. Ömer bile İslamiyet'in esas ve kaynağı sayılan çöl Araplarına saygı duyulmasını tavsiye ettiği gibi, "Sakın, Arap olmayanların ahlakı ile ahlaklanmayınız ! " diyerek, Arap geleneklerinden uzaklaşılmasını da önlemeye çalışmıştı. Aslında İslam'ın getirdikleri, Arap olmayan unsurlar aleyhine Arapları birleştiren bir neden, Arap uyanış devri olarak kabul edilebilir. Hz. Ömer Arapları meziyet sahibi kabul ederek, Araplardan cariye ve esir alınmasını yasaklayan ilk halifeydi. "Cenab-ı Hak Araplara bunca toprakları feth ile vermiş iken onların birbirlerini esir kabul etmeleri çok çirkindir," sözleri de Hz. Ömer'in ifadeleri arasındadır. Hz. Ömer Cahiliye Devri'nden kendi devrine kadar Arap toplumundan ne kadar cariye ve esir var ise "İslamiyet'te esaret yoktur," anlamındaki hadis-i şerife dayanarak tüm esirleri serbest bıraktırmıştı. 

Hz. Ömer Araplar dışında başka kimsenin Medine'ye yerleşmesine de izin vermek istemezdi. Arap Yarımadası'nın Arap olmayanlardan arındırılması maksadıyla Hayber bölgesini Müslümanlar arasında taksim ederek, Yahudileri oradan uzaklaştıran da kendisiydi. Aynı şekilde Vadilkura'yı da Müslümanlar arasında pay ederek Necran Yahudilerini Kufe'ye sürdürmüştü.  Hz. Ömer ayrıca Araplara neseplerini muhafaza etmelerini tavsiye eder, "Nesebinizi öğreniniz. Birinden aslı sorulduğunda filan köydenim diyen Sevad bölgesinde yaşayan Nebatilere benzemeyiniz, " derdi.


Arap Birliği


Hz. Ömer yukarıda da belirttiğimiz gibi, kabileler arasında birlik sağlama ve yarımadayı Araplara tahsis etme konusunda ısrarcı olmakla beraber Müslüman Arapları Şam ve Irak bölgelerinde ikamet etmeye de teşvik etmişti. Onlara: "Hicaz size ancak otlak aramak için bir yer olabilir. Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de sizi sahip kılmayı vaat ettiği memleketlere dağılınız," diye tavsiye ederdi. Şam ve Irak bölgelerinde de Arap kabileleri bulunuyordu. Müslüman Araplar çoğalıp yayılınca bu bölgedekilerle birleşecek ve birbirlerinin müttefiki ve yardımcısı olacaklardı. Irak bölgesinde bulunan Arap kabileleri öteden beri, gördükleri zulüm ve baskılardan dolayı İranlılara düşman olmuşlardı. Gerek Irak gerek Şam Arapları esas olarak Hıristiyandılar. Müslüman Arapları görünce din ayrılığına bakmaksızın sevinmişler ve kabilecilik duygularıyla onlara destek olmuşlardı. Özellikle Irak bölgesi Arapları İranlılar aleyhine İslam ordularına katılmışlar, birlikte savaşmışlar, düşmanın zayıf noktalarını göstermek suretiyle yardımcı olmuşlardı. Örneğin Ebu Zeyd Tai, Hıristiyan olduğu halde sırf Arap asabiyeti duygusu nedeniyle Köprü Savaşı'nda Araplarla birlikte savaşmış ve ölmüştü. Aynı şekilde Nemr kabilesi emiri Enes bin Hilal büyük bir Hıristiyan cemaatiyle birlikte Müslümanların yanına gelmiş ve "Kendi milletimizle birlikte savaşacağız," diyerek İslam ordusu içerisinde saf tutmuş ve İranlılara karşı savaşmış.

Şam ve Irak Arapları savaşlarda Müslümanlarla birlikte savaşmanın ötesinde, çoğu zaman yol rehberliği yapmak ve bilgi toplamak gibi lojistik destekte bulunuyorlardı. Sahabeden Velid bin Ukbe, Rum ülkesine doğru savaşa çıkmıştı. Rumlarla savaşa tutuştuğu sırada Hıristiyan bir Arap onun huzuruna gelerek kendisine, "Ben sizin dininizden değilim. Fakat aramızda bulunan soy ve kavmiyet bağlarının gereği size nasihatte bulunmayı görev kabul ediyorum. Rumlar öğleye kadar sizinle savaşacaktır. Sizde zafiyet görürlerse yok etmek için üzerinize saldıracaklar. Tam aksine sabır ve dayanıklılık görürlerse sizi bırakıp kaçacaklardır. Ona göre tedbirli davranınız," demişti. Onun bu nasihatinin İslam ordusuna büyük yararı olmuştur. Hz. Ömer Araplar arasındaki bu bağları iyi bilen bir idareci olarak, Müslümanları Şam ve Irak bölgesinin fethine teşvik ediyor ve fütühat sırasında Arap Hıristiyanlarının Müslümanlara yaptıkları destek ve yardımları takdir eyliyordu. Müslümanlar, ehl-zimme yani Arap ve İslam olmayan ahali üzerine cizye koymak istediklerinde Hıristiyan mezhebinde bulunan Tegallüb, İyad, Nemr adındaki Arap kabileleri üzerine de cizye koymak istemişlerdi. Fakat söz konusu kabileler cizye vermekten kaçındılar. Bu çekince hakkında Hz. Ömer'e malumat verilince kendisi ashabını toplayarak istişarede bulundu. Danışmanlardan biri, "Bunlar Araptır. Cizye vermekten kaçarlar. Şiddet sahibi ve düşmanlık duyguları güçlü olan adamlardır. Kendilerini gücendirerek Arap olmayan düşmanların elinde alet olmalarına neden olmak uygun değildir," görüşünü ileri sürdü. Söz konusu görüş Hz. Ömer'in kendi düşüncesine de uygun gelmiş, doğacak çocukları Hıristiyan yapılmamak şartıyla, Müslümanlar gibi onlardan yalnızca zekat vermeleri istenmiştir. Hz. Ömer bu yoldaki icraatı, Arap birliğini korumak için yapılması lüzumlu bir vazife kabul ediyordu. Velid bin Ukbe bin Ebu Süfyan Irak ve el-Cezire'yi fethe gittiği zaman söz konusu bölgedeki Hıristiyan Arap kabileleri kendisine iltihak etmişse de yalnız İyad kabilesi yurdunu terk ederek Rum ülkesine sığınmıştı. Velid durumu Hz. Ömer'e bildirdi. Bunun üzerine Hz. Ömer de Rum imparatoruna şu mektubu gönderdi: "Aldığım bilgilere göre Arap kabilelerinden biri ülkemizi terk ederek topraklarınıza sığınmış. Allah'a yemin ederim ki o kabileyi kendi topraklarınızdan çıkarıp bize iade etmezseniz biz de bizde bulunan bütün Hıristiyanları ülkeden çıkarıp size göndeririz." Bunun üzerine Rum imparatoru söz konusu kabileyi ülkesinden kovmak zorunda kalmıştır.


Yeryüzüne Yayılma ve İslam Fetihleri


Yukarıda da belirttiğimiz gibi Hz. Ömer Arap birliğinin güçlenip büyümesine hizmet ve bu birliği Rumlar ve İranlılar aleyhine bir güç ve destek haline getirmek amacıyla, Müslümanları Şam ve Irak bölgelerinin fethine özendirmiş, ancak daha ötelerdeki toprakların fethine H. 14 veya 18. yılda izin vermişti. Fetihlerin bu şekilde genişlemesine "rüy-i zeminde intişar veya yeryüzüne yayılma" adı verilmiştir. Müslümanlar söz konusu tarihe kadar elde ettikleri zafer ve ganimetlerin neşve ve huzuru içinde, fethedilen ülkelerin ötesindeki toprakları da İslam topraklarına eklemek istiyorlardı. Ancak Hz. Ömer tüm ısrarlara rağmen buna izin vermiyordu. Mısır fatihi Amr b. el-As daha önce Cahiliye Devri'nde Mısır'ın zenginliklerini görmüş ve önemini anlamıştı. Şam ve Irak bölgeleri fethedilince Hz. Ömer'e gelerek Mısır'ın fethinin stratejik açıdan önemini belirtmiş, teşvik etmiş ve "Çok zengin ve savaşmaktan aciz olan bu bölge ele geçirilirse Müslümanlar için çok yararlı olur," demişti. Hz. Ömer önceleri bunu uygun görmemiş ancak Amr'ın ısrarları üzerine bir tereddütle birlikte fethi onaylamıştı. Amr, sefere çıkacağı sırada Hz. Ömer ona: "Git. Allah'tan size başarı dilerim. Yolda iken sana mektubum gelecektir. Mısır'a girmeden mektubumu alır da mektupta Mısır'dan vazgeç emrini görürsen geri dön. Mektubumu almadan evvel Mısır'a girmiş olursan o halde ileri giderek Allah'tan yardım ve başarı dilersin," diyerek vasiyette bulundu. Amr b. el-As Hz. Ömer'den geri dönmeyi emreden bir mektup gelmesinden korktuğu için emrindeki adamlarla beraber süratli bir biçimde yolu kat etmiş ve Mısırın yakınında bulunan bir beldeye ulaşınca Hz. Ömer'in mektubu kendisine yetişmiş ancak Amr b. el-As yoluna devam etmiş ve mektubu Mısır hududu içindeki Ariş'e ulaşınca açıp okumuştur. Hz. Ömer'in mektubu şöyle idi: "Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla Halife Ömer bin Hattab'dan Amr el-As'a, Allah'ın selam ve bereketi üzerine olsun. Bu mektubum Mısır sınırına ulaşmadan evvel sana gelirse fetihten vazgeçerek geriye dön. Mektubum Mısır'ın içlerine veya sınırına girdikten sonra sana ulaşırsa hareketine devam et. Sana yardımcı kuvvetler göndereceğim." Bunun üzerine yoluna devam eden Amr, kısa sürede Mısır'ı fethetmiştir.

Ahvaz şehri fethedildiği zaman da Hz. Ömer, "Keşke Fas ülkesiyle aramızda ateşten bir dağ bulunsaydı. Öyle ki ne onlar bize, ne de biz onlara ulaşabilelim," demişti. Müslümanlar bir şehre yerleşmek veya ordugah kurmak istediğinde Hz. Ömer - istediği zaman devesine binerek oraya gidebilmek için o yer ile hilafet merkezi olan Medine arasında doğal bir engel olacak bir suyun veya nehrin bulunmamasını tavsiye ederdi. Bununla beraber Hz. Ömer Arapların yeryüzüne yayılmalarını mutlak gerekli görünce kumandanlarına fütuhatta ileri gitmelerine izin vermiştir. Lakin Kureyşliler hakkındaki eski fikrinde ısrarını sürdürmüş, onların Medine dışına çıkmalarını engellemiş ve kendilerine, "Bu millet için en fazla korktuğum şey sizin her tarafa yayılmanızdır," diyerek Medine'den çıkmalarına engel olmuştu. Her ne sebeple olursa olsun bunlardan biri savaşa gitmek için halifeden izin almak istese, Hz. Ömer: "Hz. Peygamber'le birlikte yaptığınız savaşların şerefi sana kafidir. Senin için bugün savaşa gitmekten ise ne sen dünyayı göresin ne de dünya seni görsün," derdi. Hz. Ömer bu yasağı yalnızca Kureyş'ten olan muhacirler için uyguluyordu. Hz. Osman hilafet makamına geçince bu yasağı kaldırmış, bunlardan bir kısmı Şam'a taşınmış, hilafet mücadeleleri zamanında Muaviye'yi desteklemiş, diğerleri de başka başka şehirlere dağılmışlardır.

Şu durumda anlaşılan o ki, Hz. Ömer, özellikle hilafetinin ilk yıllarında Arapların, Arap Yarımadası ile ona komşu olan Şam ve Irak bölgesinde ikamet etmeleri ve Medine'nin İslam’ın merkezi ve Kureyşilerin de İslamiyet’in esas ve menşei olmak itibariyle Medine'den ayrılmamaları siyasetini sürdürmüştü. Ancak birbiri ardına gelen fütuhat ve zaferleri durdurmaya imkan olmadığından, Arapların fetihlerin genişlemesiyle yeryüzüne dağılmalarına engel olamamış, istemeden izin vermek zorunda kalmıştır.

İslamiyet’in kaim olduğu asabiyet, Arap birliğinden ibaret olduğu için kullanılan her iki kelime yani Arap ve lslam tabirleri özellikle Müslümanların hakimiyeti altına giren milletler arasında eşanlamda kullanılıyordu. lslam denince Arap ve Arap denince lslam anlaşılıyordu. Bu yüzden Süryanilerin kullandığı "Taybuta" lafzı hem Arap hem Müslümanlar için eşanlamda kullanılıyordu. Araplar arasında İslam’dan önce ve sonra geçerli olan bağlar ve birliktelik arasındaki fark şuydu: Cahiliye Devri'nde neseplerin çeşidine göre farklı asabiyetlere tabiydiler. İslamiyet’ten sonra ise İslamiyet’in kazandırdığı yeni ruh ve düşüncenin gereği olarak baba ve atalarının adını terk etmişler ve Arap adı altında İslamiyet’le birlikte yeni bir asabiyete bağlanmışlardır. Araplar Cahiliye Devri'nde soy ve soplarıyla övünür ve üstünlük ileri sürerken İslami devirde takva ve din uğrunda cihat ile öne geçmeye çalışmışlardır. Bu da aralarında daha önce mevcut olmayan yeni birtakım İslami bağ ve birlikler meydana getirmiştir.


İslam Toplumunda Araplar


Hz. Peygamber yeni dinini neşretmek ve davetini kabul ederek kendisine destek olacak insanlara ihtiyaç duyuyordu. Öncelikle kendi kabilesinden birtakım kimseler çevresinde toplandı. Getirdiği dine inanarak tam destek vermenin dışında bir kısmı, sırf dini inancından dolayı baskılardan kurtulabilmek amacıyla Habeşistan'a, diğer bir kısmı da peygamberle beraber Medine'ye göç etmek zorunda kaldılar ki bunlara "muhacirler-göç edenler" adı verildi. Muhacirler Müslüman sınıfların en eskisidir. Hz. Peygamber Medine'ye hicret edip oraya yerleşince, şehir halkı kendisine yardım ve destekte bulunup iman ettiklerinden, bunlara da "ensar=yardım edenler" adını verdi. Ensar da diğer bir sınıfı oluşturuyordu. Ensar ve muhacirlerin her ikisine birlikte "sahabe" denildi. Sahabe, Hz. Peygamber'e inanan, arkadaş ve yoldaş olanlar veya onu tanıyanlar demektir. Bu iki tabakadan her biri birtakım özel durumlar sonucunda özel bir isimle anılan birtakım cemaatler türemiştir ki bunlar da lslam dininin yayılıp büyümesinde önemli görevler ifa etmişlerdir. Örneğin Bedir Savaşı lslam'ın kök salıp güçlenmesi açısından çok önemli olduğundan, o savaşta bulunan Müslümanlar diğer Müslümanlara oranla ayrı ve seçkin bir konumda tutularak kendilerine "Bedir ashabı" (Bedriyyun veya Ehl i Bedir) adı verildi. Aynı şekilde Irak ve Fars ülkesinin fethini sağlayan Kadisiye Savaşı'nda bulunanlar "Ehl-i Kadisiye" adıyla çağrılıyordu. Müslümanlar bu tabaka, cemaat ya da sınıflardan her birini özel bir imtiyaz ile diğerlerinden ayırıyor, saygı duyuyor ve diğer Müslümanlardan daha fazla miktarda maaş tahsis ediyorlardı.

Mekke'nin fethinde bulunanlar veya lslami fırkalar arasında büyük etkileri olan Cemel ve Sıffin savaşları gibi diğer savaşlarda bulunanlar hakkında da benzeri imtiyazlar veriliyordu. Hz. Ali'nin taraftarları kendi fırkalarından Cemel Savaşı'nda bulunanları üstün bir konumda kabul ederlerdi çünkü o savaşta galip gelmişlerdi. Bunlara özel bir isim olarak "Cemel ashabı" diyorlardı. Ümeyyeoğulları taraftarları da tam aksine Sıffin Savaşı'nda savaşanları yine aynı sebepten üstün tutuyorlardı. Muaviye bunlara diğer taraftarlarından daha fazla maaş veriyordu.

Bununla birlikte sahabe -i kiram, Hicret'e veya biatta öncelik yönünden de birbirinin önünde geliyorlardı. Akabe biatı ashabı, gar (mağara) ashabı gibi. Rıdvan biatından önce Hz. Peygamber'e inanan ve dost olanlar daha sonra Peygamber'in sohbetiyle müşerref olanlardan daha seçkin kabul ediliyorlardı. Bu ve benzeri vesileler ile ayrıcalık kazanan daha birçok sınıf vardı. Hafızlar, kariler, kalpleri İslam’a ısındırılanlar (müellefe-i kulüb), valiler, kadılar, tabiin, tabiinin tabiini (etbeu tabiin) vb dini veya idari konum gereği ayrıcalıkları olanları da unutmamak gerekir. Araplar arasında nesep asabiyeti daha önce de belirttiğimiz gibi İslamiyet’ten sonra tamamen yok olmamış, dini bir şekil almıştır. Bu yüzden Hz. Peygamber'in kabilesi olan 'Kureyş'e' en yakın bulunan nesep, neseplerin en şereflisi sayıldı. Kureyş ayrıca mansıplar, makamlar ve maaşlarda da hepsinden önde kabul ediliyordu. Özellikle "Devlet başkanı Kureyş'ten olur" (İmamlar Kureyş'tendir) hadisi halk arasında yayıldıktan sonra devlet yönetimi onların eline bırakıldı. Kureyşliler her yönden tüm insanların üstünde bir mevkide tutularak "Altmış yaşında kadın hamile olmaz, Kureyşli olmadıkça. Elli yaşında bir kadın hamile olmaz Arap olmadıkça," denildiği gibi aynı şekilde "Kureyş'ten bir kadının kızı cariye olamaz", "Kureyşli münafık ve imansız olmaz" , "Kureyş'ten bir adam tarihten başka hiçbir ilme kendini vermemelidir" denilirdi. Bu sayede hilafet dışarıdan hiçbir rekabete maruz olmaksızın yakın zamana kadar Kureyş soyuna bırakılmıştır.

Muhacir ve ensar sınıflarından oluşan sahabelerden her birinin, özellikle Emeviler zamanında özel bir makam ve özel bir grubu vardı. Söz konusu devirde nübüvvetin etkisinin azalması üzerine halk Cahiliye asabiyetine döndüğü için muhacir ve ensar birbirlerine hasım ve rakip olmak zorunda kalmıştı. Cahiliye Devri'nde Adnaniler ile Kahtaniler arasında oluşan övünmeleri hatırlatır konuma düşmüşlerdi. Muhacirler Adnanilerden gelen Muzar kabilesine, ensar ise Kahtanilerden olan Evs ve Hazrec kabilesine mensuptular. Aralarında ortaya çıkan rekabetin tesiriyle her biri çoğunlukla o dönemde türeyen siyasi fırkalardan birinin tarafına geçti. Ensar Hz. Ali'nin grubuna, muhacirlerin çoğunluğu ise Muaviye'nin taraftarlığına geçince, halk arasında kabilevi rekabetler tekrar ortaya çıkmaya başladı.

Medine halkının en cesur adamlarından müteşekkil olan ensar, danışma kurulu görevini ifa ediyordu. Verdikleri hükümler millet üzerinde uygulanıyordu. Bunlar Hz. Ali ile onun Ehl i Beyt'inin taraftarıydılar. Muaviye hilafet davasında bulununca ensar ona şiddetle karşı çıktı. Bu sebepten Muaviye'nin adamları ensara çok hoş bakmaz, kendilerini kötülemeye çalışırlar ve çoğu kez onlar için "ensar" lakabını vermemeye özen gösterirlerdi. Rivayete göre; ensardan bazıları hilafeti döneminde Muaviye'nin huzuruna çıkmak için izin istemişlerdi. Görevli Muaviye'nin huzuruna girerek: "Ensarın girmesine izin veriliyor mu?" diye sormuştu. O sırada Amr b. el-As Muaviye'nin yanında bulunuyordu. "Ey Müminlerin Emiri! Bu lakap da nedir? Halkı kendi soylarına göre çağırınız," dedi.


Raşid Halifelerin Siyaseti


Raşid Halifeler devrinde İslam devleti siyasi bir devlet olmanın ötesinde hiçbir asırda benzeri görülmemiş bir biçimde takva, adalet, rıfk ve mülayemet esasları üzerine kurulmuş dini bir hilafetti. Devrin belki de bütün İslami dönemin en etkin ve büyük adamı Hz. Ömer'di. Kendisi eylem ve hayatı ile insanlık tarihinde çok az rastlanılan bir kişilikti. Hz. Ömer'in menkıbeleri birçok kaynakta anlatılır ve herkes tarafından bilinir. Hz. Ebubekir ise hilafetinin iki yıl kadar kısa bir süre olmasına rağmen büyüklükte Hz. Ömer'den geri kalmaz. Özellikle Hz. Peygamber'in vefatından sonra dinden çıkan mürtedlere karşı cihat ilan etmesi ve onları İslamiyet’in dairesi içerisine tekrar döndürmesi Hz. Ebubekir'in lslam dinine yaptığı en parlak hizmetlerden biri sayılır. Öyle ki Hz. Peygamber'in vefatından hemen sonra bazı kabileler İslamiyet’i terk etmişler, bunun üzerine henüz kurulma ve gelişme aşamasında bulunan lslam devletinin yıkılacağı endişesi Müslümanları tedirgin etmişti. Bu nedenle Hz. Ebubekir bir an duraksamaksızın, Allah'ın hoşlanacağı üstün bir gayretle mürtedler belasını ortadan kaldırarak lslam devletinin temellerini güçlendirmiştir. Raşid Halifelerden Hz. Osman ve Hz. Ali de Ebubekir ve Ömer'in yolundan ayrılmamışlardır.


Hz. Ebubekir (Radıyallahu Anh = Allah O'ndan Razı Olsun)


Raşid Halifeler devri kuşkusuz İslamiyet’in altın devridir. Bu devrin halifeleri dünya süs ve ziynetlerine aldanmayan, son derece dindar, hak ve adalete yürekten bağlı insanlardır. Onların bu üstün sıfatlarını, erişilmez ahlakını gösteren örnekler oldukça çoktur. Hz. Ebubekir İslam’ı kabul ettiğinde devrinin en büyük zenginlerinden birisi olup, kırk bin dirheme ulaşacak kadar büyük bir servete sahiptir. Gerek bu koca serveti gerekse ticaret yoluyla kazandığı tüm mal ve mülkünü İslamiyet uğrunda tüketmiştir. Hz. Ebubekir'in zamanında da bir devlet hazinesi (Beyt'ül-mal) vardı. Ancak buraya giden paralar bekletilmeksizin ihtiyaç sahibi Müslümanlara pay ediliyordu. Kendisi vefat ettiği zaman söz konusu hazinede tek bir dinardan başka para bulunmadı. Hz. Ebubekir'in evi Medine'nin dışında Sunh mahallesindeydi. Hz. Peygamber'in evinden de bir mil uzaklıktaydı. Medine'den buradaki mahallesine yaya gider, pek nadiren ata binerdi. Medine'ye geldikçe halka beş vakit namazı da kıldırır, yatsıdan sonra evine dönerdi. Bununla beraber her gün çarşıda koşuşturur, alışveriş ve ticaretle meşgul olurdu. Hz Ebubekir'in büyük bir koyun sürüsü de vardı. Bunların etinden sütünden yararlanır, işleriyle kendisi ilgilenir, bazen bizzat bu sürüyü gütmeye çıkarırdı. Kendisi halife olmadan önce koyunlarını sağardı. Halife olunca bir cariyenin, "Bundan sonra Ebubekir artık davarlarımızı sağmaz," dediğini işitince, "Hayır, davarlarınızı sağmaya devam edeceğim. Bulunduğum makam beni asla değiştiremez," cevabını verir ona. Hilafet makamına geçtikten altı ay sonra Medine'nin içine taşınarak, "Hem ticaretle uğraşılıp hem de Müslümanların idari işlerine bakılamaz. Her halükarda tüm vakti Müslümanların idaresine ve hizmetine ayırmak gerekir," diyerek ticareti bırakır. Bu tarihten itibaren devlet hazinesinden kendisine bağlanan yıllık altı bin dirhem maaş ile geçindi. Fakat en doğal hakkı olan bu maaşı bile içine sindirememiş, kamunun hakkı olarak kabul etmiş, vefat ettiğinde kendisine ait bir bölüm arazinin satılarak, aldığı halifelik maaşının hazineye geri ödenmesini vasiyet etmişti.


Ömer bin Hattab (Radıyallahu Anh)


Hz. Ömer'in halifeliği döneminde İslam devletinin sınırları doğuda Hindistan'a kadar, batıda Afrika'nın ortalarına kadar genişlemiş, birçok zengin ülke ele geçirilmiş, ganimetler fevkalade çoğalmış, devrin iki süper devleti olan Bizans ve İran'ın hazineleri Müslümanların eline geçmiş olduğu halde, Hz. Ömer bu sınırsız servet ve zenginliğe rağmen dünya süslerine asla aldanmamış, yememiş yedirmiş; giymemiş giydirmiş, kendi yaşamamış başkalarını yaşatmış, yokluk ve sıkıntı içerisinde yaşamını sürdürmüştür. Hatta deri ve benzeri malzeme parçalarıyla yamalı bir gömlekle namaz kıldıp, halka hitap ederdi. Kendisine tahsis olan maaşı harcadıktan sonra paraya ihtiyaç duydukça Beyt'ülmal görevlisine giderek maaşından kesilmek üzere borç alırdı. Müslümanların mallarını boşa harcamama ve koruma hususunda çok dikkatli olduğundan, Müslümanların yararları dışındaki işlere asla para harcamazdı. Gerek dini gerek siyasi, Müslümanların tüm işlerini bizzat görür ve gözetirdi. İslam’ı yaymak maksadıyla çarşı pazar dolaşır, Kur'an okur, halkı daha dindar olmaya, takvaya ve zühde, başkalarına iyilik yapmaya özendirirdi. Herhangi bir şeyi tavsiye etmek veya emretmek istediğinde, onu ilk önce kendisi yapar ve halkına örnek olurdu. Hz. Ömer şarap içenlere, şer'i ceza olarak seksen değnek cezası verdiği gibi, çöl halkına Kur'an öğretmek için de hafızlar, hocalar gönderir, onların arkasından da öğretilenleri takip etmek için mümtahin (imtihan eden) gönderirdi. Kur'an'dan hiçbir şeyi ezberlememiş birini bulursa mümtahin tarafından ceza verilirdi. Halife Ömer, halka karşı muamele ve görevlerine sadakat hususunda vali ve kumandanlarına çok katı davranır, her zaman onlardan hesap sorar, halkın şikayetlerine kulak verir, yöneticilerin davranışlarını sıkı takip eder, yöneticilerin hangisinde bir kusur görürse makam, mansıb ve hatırına bakmaksızın eğrileni doğrulturdu. Örneğin, İslam’ın büyük şanlı komutanı Halid bin Velid lslam geleneğine ve takvaya yakışmayan bir iş yapmıştı. Hz. Ömer kendisini hemen yanına çağırtmış, bu şanlı komutana sanki bir köleymiş gibi oldukça sert uyarı ve ikazlarda bulunmuştu. Halid buna karşılık ağzını açamamıştı. Hatta bazen valileri bile kırbaç vs ile cezalandırır, şiddetle uyarır, ancak valilerden hiçbiri de kendisine itirazda bulunmazdı. Hz. Ömer'in iffet ve namusu, adalet ve hakkaniyeti, dünya süs ve debdebesine aldanmaması, kendisini hem valilerin nazarında hem de halkın nazarında heybetli ve muhterem bir mevkiye çıkarmış olduğundan, kendisine itiraz akıllardan bile geçmezdi. Hz. Ömer, haram işleyenler, alkollü içki kullananlar ve Müslümanların malına göz dikenler hakkında gayet katı davrandığı halde, sıradan bir insana karşı, bir babanın öz evladına davranışı gibi rahmet ve şefkatle yaklaşırdı. Fakir ve muhtaçlara ev sahipliği yapar, onların aç olanlarını doyurmak için sofralar kurdurur, tabak tabak yemekler verirdi. Kumandanları sefer için evlerinden ayrıldıklarında, onların yokluğunda ailelerini yoklar, bir şeye muhtaç olanları tespit eder, eksiklerini giderirdi. Hz. Ömer'in tüm halka karşı adalet dolu tavrı, gayrimüslimlere bile hilm ve merhamet ile davranması sonucu, halife ile halk arasında karşılıklı saygı, sevgi ve itaate dayalı güçlü bir duygusal bağ oluşmuştu. İsteyen kendi arzusu ile Müslüman oluyor, istemeyen eski dininde devam ediyor, gönül hoşnutluğu ve huzuruyla lslam idaresini kabul ediyordu. Aslında Hz. Ömer devlet ve hükümetin idaresini görünmeyen demirden bir hikmet eli ve otoriteyle tutuyordu. Şehit olmasıyla devletin temelleri sarsılmış, özellikle hilafet merkezinden uzak bulunan Horasan, Sicistan vb bazı bölgelerde isyanlar çıkmıştır.


Osman Bin Affan (Radıyallahu Anh)


Hz. Osman, daha önce de açıkladığımız nedenlerden dolayı, özellikle de Medine ahalisinin düşmanlığını kazanmıştı. Şehit olmasına yol açan yumuşak huyluluğu ve müsamahakarlığı ve Ümeyyeoğullarından olan akrabasını kıramaması gibi zaafları olmasaydı, diğer Raşid Halifelerden hiçbir farkı kalmayacaktı. Şehit edilmesi Emevilerin kendileri için hilafet talebinde bulunmalarına vesile oldu. Hz. Osman belli ihtiyaçlar için para toplayan ve biriktiren ilk halifeydi. Rivayete göre şehit edildiği gün hazinedarının yanında on beş bin dinar ile bir milyon dirhem nakit bulundu. Terk ettiği at ve develerden başka Vadilkura, Huneyn ve diğer şehirlerde yüz bin dinar kıymetinde çiftlikler de bırakmıştı. Kendisi gibi sahabelerden bazıları da onun devrinde köy ve çiftlik sahibi olmuşlar, konaklar yaptırmışlar, zenginlik ve refaha alışmışlardı. Bu yüzden Hz. Ömer'in zühd, kanaat ve dindarane yaşamını kendisine örnek edinmiş olan Hz. Ali'nin, Hz. Osman'dan sonra halifelik makamına gelmesi, lüks ve refah içinde bir yaşama alışmış olan bazı kesimleri çok rahatsız etmişti. Bu durum Hz. Muaviye'nin halifelik talebinde bulunması ve desteklenmesinde de etkili bir neden olmuştur. Hz. Ali'nin zahidane yaşamına ayak uydurmaktan korkan belli bir kesim kimi menfaatler karşılığında Hz. Ali'yi bırakmak zorunda kalmıştır.


Ali bin Ebi Talib (Radıyallahu Anh)


Zühd ve takva dolu yaşamı herkesçe çok iyi bilinen Hz. Ali, çocukluğundan itibaren İslam’a gönülden bağlı, son derece samimi, özü sözü bir, dürüstlük timsali bir şahsiyetti. Hiçbir işte hile ve kurnazlığa başvurmazdı. Tüm hareketlerinde dini hükümleri, doğruluk ve dürüstlüğü kendisine rehber edinmişti. Yokluk ve ihtiyaç içinde, kanaatkar bir şekilde yaşamayı büyük bir erdem sayardı. Bu mübarek insan Hz. Peygamber'in seçkin kızı Hz. Fatıma (r.anha) ile evlendiğinde, yatacağı bir koç postundan başka bir şeye sahip değildi. Geceleyin bu post üzerinde yatarlardı. Gündüzleri su taşıdıkları hayvanın beslenmesi için üzerine yem koyarlardı. Hz. Ali'nin uşağı, hizmetkarı yoktu. Hilafeti döneminde kendisine lsfahan'dan bir miktar mal getirilmişti. Kendisi bu malı eşit olarak yedi parçaya ayırmıştı. Arta kalan bir ekmeği de yedi parçaya bölerek diğer paylara eklemişti. Hz. Ali kendisini soğuktan koruyamayacak kadar ince ve basit bir kaftan giyerdi. Bir gün bir dirhemle bir miktar hurma almış, bir çarşaf içinde eve götürürken bir zatın, "Ey Müminlerin Emiri! Veriniz ben taşıyayım," demesine karşılık, "Aile sahibinin onu taşıması daha uygundur," cevabını verecek kadar mütevazı, başkasına yük olmak istemeyen bir devlet başkanıydı. Örnek bir Müslüman'ı tarif ederken, "Karnı açlıktan içine geçmiş, dudakları susuzluktan kurumuş, gözleri ağlamaktan çapak tutmuş olmalıdır," şeklindeki sözleri Hz. Ali'nin eşsiz zühdünü gösteren, ibret alınacak sözlerindendir. Hz. Ali, adalet ve hakkaniyete yürekten bağlıydı. Bir gün kendisine ait bir zırhı bir adamın yanında görür ve geri almak için sahabeden kadı Şurayh'a müracaat eder. Halife olmasına rağmen yargılama boyunca sırf eşitlik ve adaletin temini için oturmaz ve hasmı ile hakimin huzurunda yan yana durur. Hz. İmam savaşa asker gönderirken de halka yumuşaklık ve anlayışla davranmalarını, kadın ve güçsüzlere dokunmamalarını tavsiye ederdi.

Hz. Ömer'in adalet ve hakkı temin için devlet adamları üzerinde kurduğu otorite ve kontrolü Hz. Ali de gerçekleştirmişti. Eğer Hz. Ali tıpkı Hz. Ömer gibi, halkın Hz. Peygamber'in devrinin etkisinden henüz mahrum olmadığı, doğruluk ve dindarlıktan uzaklaşmamış oldukları bir zamanda halife olsaydı, hakimiyet dönemi daha da uzun ve etkin olur, idaresindeki zaaf ve eksiklikler görülmezdi. Ancak ne çare ki Hz. Ali hilafet makamına geçtiğinde niyetler bozulmuş, devlet adamları makam ve mansıplara göz dikmiş ve Muaviye gibi şöhret konusunda hırslı, deha derecesinde zeki ve akıllı bir adam rekabet meydanına atılmış bulunuyordu. Gerçekten de Muaviye tam bir siyasi deha idi. Deha ve zeka ile, hile ve kurnazlıkla, gerektiğinde mal mülk dağıtarak işe yarar adamları, güçlü grupları etrafına toplamıştı. Oysa Hz. Ali, tam aksine vali ve kumandanlarından sürekli hesap sormakta, din ve takva hükümlerine bağlılık ve muhafaza konusunda onları sıkıştırmaktaydı. Bu yüzden her geçen gün taraftarlarını kaybediyordu. Sahabeden büyük çoğunluk Hz. Ali'nin yanından ayrılmıştı. Hatta amcasının oğlu Abdullah bin Abbas, Basra valisi iken tabiinin önde gelenlerinden büyük hukukçu ve hadisçi aynı zamanda nahiv ilminin kurucusu Ebu'l Esved Düeli'nin dedikodusu nedeniyle gücenip görevden ayrılmıştı. Ebu'l Esved Hz. Ali'nin yanında, lbn-i Abbas'ın dedikodusunu yapar. Hz. Ali de lbn Abbas'a yakıştırılan huyları ve davranışları kendisine bildirir ancak bu ihbarı yapanın ismini belirtmez. lbn-i Abbas Hz. Ali'ye, "Size verilen malumat doğru değildir. Memuriyet görevimi hakkıyla yerine getiriyor, devletin mallarını koruyorum. Kulaktan duyma şeylere ve iftiralara dikkat etmemeniz gerekir," cevabını yazar. Ancak Hz. Ali cevabı önemsemeyerek tekrar lbn-i Abbas'a "Cizye parasından ne kadar aldığını, nereden aldığını, nereye harcadığını bana bildirmelisin," anlamında bir ferman gönderir. Bunun üzerine lbn-i Abbas Hz. Ali'ye, "Bu memleket halkından çok para topladığım konusunda size verilen malumatı ciddiye aldığınızı anlıyorum. Yerime istediğiniz adamı vali gönderiniz. Ben valilikten ayrılıp gidiyorum. Selam olsun," diye yazar ve istifasını bildirdikten sonra Hilaloğulları kabilesinden olan dayılarını davet eder. Bütün Kays kabilesi çevresine toplanır. lbn-i Abbas paralarla birlikte gelir ve "İşte bunlar toplanan rızıklarımızdır," der. Basra halkı kendisinin arkasındadır; Mekke'ye kadar gelirler. Hz. Ali bu sebepten dolayı Abdullah lbn-i Abbas gibi güçlü bir şahsiyetin desteğini de kaybetmiş olur. Aslında Hz. Ali'nin kendi amcaoğluna reva gördüğü bu muamele, Hz. Ömer'in uygulamalarından farklı bir şey değildi. Fakat ne yazık ki zaman tamamen değişmiş, olaylar başka bir şekil almıştı. Üstelik Muaviye gibi dahi bir rakip de karşıdaydı. Her geçen gün büyük paralar sarf ediyor ve taraftarlar topluyor, deha ve zekasıyla İslam’ın büyük komutanlarını kendi yanına çekiyordu.

Hz. Ali, Hz. Ömer'in halifeleri gibi, gayret ve hamiyet sahibi insanlar olmanın ötesinde bedevilik devrine özgü fazilet, izzet ve iffet ve sadakat gibi vasıflarla bezenmişti. Ayrıca İslamiyet’in ilk yılları birlik, beraberlik gibi nedenleri de birlikte getirmişti.

Bununla birlikte şu gerçeği de kabul etmek gerekir: Raşid Halifelerin devlet yönetiminde takip ettikleri yöntem ve siyaset, siyaset bilimi kuralları içerisinde değerlendirilecek olunursa; insanın doğasına ve devlet mantığına da uygun bir tarz değildi. Onların yönetim anlayışı ve uygulamaları, ancak belli bir devirde yetişmesi nadir olan birtakım üstün şahsiyetlerin, olağanüstü himmeti ve birlikteliği, dini gayretleri ve yaratılışlarından gelen üstün vasıf ve hasletleri sayesinde oluşturulan, kedine özgü bir sistem ve tamamen dini sadakat üzere kurulmuş bir hilafetten ibaretti. Tarihte eşine rastlanmamış özel bir durum ve devirdi. İslam’ın çeşitli ırk ve milletler arasında hızla yayılması, on beş yirmi sene zarfında dönemin en büyük devletlerinin dize getirilmesi, dünyanın dört bir köşesinin adeta şimşek süratiyle fethedilmesi, bu fevkalade özel durum, yetenek ve şahsiyetlerden kaynaklanıyordu. Oysa uygarlaşmanın genel kuralları ve sosyolojik açıdan Raşid Halifelerin devlet yönetiminde takip ettikleri siyaset o şaşılacak devrin dışında uygulanması mümkün ve de uygun olmayan bir tarzdı. Söz konusu dini hilafetin zamanla siyasi bir egemenlik ve sultaya dönüşmesi kaçınılmaz bir zorunluluktu. Olağan olan durum ve kanun aslında buydu.


Arapların Yeryüzüne Dağılmaları


Halife Hz. Ömer hilafeti boyunca Arapları birleştirerek tek bir kitle haline getirmek ve kabileler arasındaki bağları güçlendirmek için gayret sarf etmiş, Şam ve Irak bölgesinde yaşayan kabilelerin Hicaz ve Yemen kabileleriyle birleşerek İslam’ın güç ve kuvvetini artırmaları maksadıyla, onları Şam ve Irak bölgelerinin fethine teşvik etmiştir. Ancak söz konusu iki bölgenin daha ilerisine kadar fetihlerin kontrol dışı genişlemesini arzu etmediği gibi yeni kurulan şehirlerle Medine arasında geçilmesi zor bir su engelinin bulunmamasına da dikkat etmişti. Hz. Ömer'in bundan maksadı İslam ülkesinin hızla büyümesinin sonucunda Araplar ve Müslümanlar arasındaki birliğe zarar verecek engellerin çıkmamasıydı. Ayrıca ülkenin kontrol edilmesi zor bir süratle büyümesini arzu etmiyor, Hz. Peygamber devrindeki gibi Medine merkezli bir yönetimin muhafaza olunmasını istiyordu. Fethedilen bölgelerin gelirleri de Medine halkına maaş olarak dağıtılıyordu. Bu yüzden "Saban demiri zillet ve meskenet vermeksizin hiçbir milletin hanesine girmez," (Sabana yapışan mahvolur) anlamında olan hadis-i şerife dayanarak, Müslümanları ziraat ile meşgul olmaktan men etmiş, bu konuda da ısrarcı davranmış, zaman zaman şiddet bile göstermiştir. Hz. Ömer Müslümanların ziraat ile meşgul olmalarının cihat vazifesini yerine getirmelerine engel olacağına inandığı için böyle davranıyordu. Haraç ve cizyenin tahsil olunması, hakimiyetin sürekli olarak Müslümanlar elinde kalması için onların daima askeri bir güç olarak hazır durmalarını arzu ediyordu. İslam’ın ilk devrinde kurulan Basra, Küfe ve Füstad gibi şehirler askeri amaç için kurulan stratejik istihkamlardan başka yerler değildi. Aynı sebepten Hz. Ömer Hz. Peygamber'in, "Arap Yarımadası'nda iki din bırakılmamalıdır" sözleriyle müşriklerden hacca kimsenin gelmemesi emrine binaen, gayrimüslimleri Arap Yarımadası'nın dışına çıkarmıştı. Hz. Ömer bu icraatı ile gayrimüslim tehlikesinden kurtulmuş oluyordu. Onların yarımada içerisinde kalmaları memleketin asayiş ve huzurunu bozacak, belki de -ileride görüleceği üzere Şam ve Irak bölgelerinde yaşayan Hıristiyanların Rumlara verdikleri destek gibi-onlar da lslam düşmanlarına destek olacak ve Müslümanlar aleyhine işbirliği yapabileceklerdi.

Özetlemek gerekirse, İslam’ın ilk dönemlerinde geçerli olan siyasi düşünce, Müslümanların Arap Yarımadası'ndan ayrılmaksızın mücadele etmeleri noktasında toplanmıştı. Doğal olarak bu siyasi düşünce zamanla değişti. Şam ve Irak bölgesini ele geçiren Müslümanlar fethin verdiği şevk ve gayret ile cihanı ele geçirmenin çok zor olmadığına inanmaya başladılar. Bu nedenle fetihleri daha uzak bölgelere yayabilmek için Hz. Ömer'i zorlamaya başladılar. Hz. Ömer Irak ve Şam bölgelerinin ilerisindeki bölgelere de sefer yapılması için komutanlarına izin verdi. Kendisi Medine'de yaşıyor ve devlet idare merkezinin Medine olmasını istiyor, merkezi otoriteyi parçalamak istemiyordu. Komutan ve valiler ise ülke topraklarının her geçen gün büyümesine paralel olarak yönetimi farklı bölgelere dağıtmak ve paylaşmak istiyordu. Hz. Ömer çok geçmeden komutanlarının düşüncesine katılarak Müslümanların yeryüzünün değişik bölgelerine dağılmalarına müsaade etti. Kısa süre içerisinde Mısır, Fars, lfrikiye vs şehirler ele geçirildi. Hz. Ömer'den sonra halife olan Hz. Osman devrinde Kureyş'in Medine'den çıkmalarına izin verilince, Kureyş kabilesi değişik bölgelere dağıldılar ve yerleştiler. Bu dönemde Arapların toplam nüfusu 200 bini aşmıyordu. lslam askeri gücünü oluşturan bu nüfus fethettikleri toprakları koruma, muhafaza ve gelirlerini toplamakla mükelleftiler. Halbuki bunların idaresi altına giren ülkelerin toplam nüfusu 100 milyondan az değildi. Ayrıca Doğu Roma İmparatorluğu gibi güçlü, köklü ve büyük bir devlet Müslümanlara karşı heybetli bir heykel gibi bekliyor, fırsat kolluyordu.


Doğum Yoluyla Nüfus Artışı


Cahiliye Devri'nde Araplar İslam’dan sonra ulaştıkları nüfusa oranla oldukça azdılar. Anlatılanlara göre Cahiliye Devri'nde oluşturulan en büyük ordunun sayısı 8 bin kişiden fazla değildi ki, bu da "yevmu's- safaka" ordusuydu. lran askeri Bahreyn'in idare merkezi olan Hicr şehrine yönelip Temimoğulları kabilesinin toprakları ele geçirip, hayvanlarını zapt etmişler, çoluk çocuklarıyla kız ve kadınlarını esir almışlardı. Buna karşılık Temim kabilesi de misk, amber ve mücevherleri taşıyan bir lran kafilesine hücum ederek soymuşlar, diğer kabilelerin saldırısından korkarak çölde bir yerde saklanmışlardı. Ancak çok geçmeden yerleri bulunmuş ve sekiz bin kişilik bir kuvvetle üzerlerine varılmıştı. İki taraf arasında gerçekleşen bu savaşa "yevmü's-safaka" veya "yevmü kilabi's-sani" adı verilmişti. Aynı şekilde, ilk dönemlerde asker olarak İslam’a destek çıkan ve bu uğurda savaşanlar da daha önce belirttiğimiz gibi sayıca azdılar. Oysa lslam toprakları çok genişlemiş, bu büyük toprakların korunması ve idaresi için daha fazla asker ve güçlü ordulara ihtiyaç olduğundan, nüfusun çoğalması zaruri bir durum haline gelmişti. Diğer taraftan nüfus artışı Cahiliye Devri'nde de Arap asabiyetinin de kuralları arasında sayılıyordu. Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib, Kureyş'ten bazı kimseler tarafından alaya alındığında, 10 erkek çocuğa sahip olup kuvvetli bir konuma gelir ise onlar da birini Allah için kurban edeceğine yemin etmişti. Arzusuna da kavuşmuştu.

Diğer taraftan Müslümanlar sayılarının az olmalarını göz önüne alarak, kendi aileleri dışında, savaş sırasında ele geçirdikleri Rum, Fars ve Kıpti cariyelerden de çoluk çocuk sahipleri olmuşlar ve nesillerini arttırma yoluna gitmişlerdi. Gerçekte de her zaman değişmez bir kural olarak, bir devletin kuruluşundaki refah ve bolluk, devletin gücünü nüfus olarak da arttırır. Öyle ki bazı Müslümanların cariyelerinin sayısı seksene ulaşmıştı. Örneğin sahabeden ve Arapların dahilerinden birisi olan Mugire bin Şu'be dört zevce ile 76 odalık cariyeye sahipti. Buna göre bir adamın elli, yüz veya daha çok sayıda çocuk sahibi olmasını garip karşılamamak gerekir. Rivayete göre tabiinin büyüklerinden Mühelleb ibn Ebi Safra'nın sulbünden üç yüz çocuğu olmuştu. Endülüs Emevi hükümdarlarından Abdurrahman bin Hakem'in yüz elli erkek, elli kız çocuğu vardı. Mağrip bölgesinde hüküm süren Ziri hükümdarlarından Temim bin Muiz yüzden fazla erkek ve altmış kadar kız çocuğu bırakmıştı. Şam Emevi hükümdarlarından Velid'in oğullarından Amr'ın da doksan çocuğu vardı. Bunların altmışı ata binecek yaştaydı. Basralı ravilerden ve tabiinden lbn Sirin'in bir eşten otuz erkek ve on bir kız çocuğu doğmuştu. Daha fazla örnek vermek konuyu uzatacağından gerek görmüyoruz. Abbasiler, Eyyübiler vb hanedanların çocuk, birader ve amcalardan oluşan bir asabiyet anlayışına sahip olarak devlet kurduklarıyla alakalı tarihte birçok misal vardır.


Fetihler Yoluyla Arabistan Dışında Yayılış


Cahiliye Devri'nde Araplar Arap Yarımadası ile ona komşu olan Irak ve Şam taraflarında yaşıyorlardı. İslamiyet'le birlikte bu yeni dine destek vermek ve arka çıkmak amacıyla oluşan genel havayla birlikle, çeşitli ülkeleri ele geçirmeye başladılar. Önlerine gelen şehirleri birer birer İslam egemenliği altına aldılar. Hz. Ömer bile bu sel gibi coşup taşan fetihleri takip ve yönetimde zorlanmaya başlamıştı. İslam orduları doğuda Ganj Nehri, batıda Atlantik Okyanusu kıyılarına kadar İslam bayraklarını dalgalandırdılar. Kisra ve Kayser'in topraklarını ele geçirdikten sonra hızla şehirleşmeye ve uygarlık nimetlerinden yararlanmaya yöneldiler. Bunun sonucunda zamanla safi soylarını da kaybederek asabiyet bağlarını zayıflatıp hakimiyetlerini de kaybettiler. İslam'ın yerleşip büyümesi için çaba sarf eden Muzar kabileleri ile Adnan ve Kahtanilerden olan diğer kabilelerdi. İslamiyet'in başlangıcından itibaren fetihler yoluyla İslam devletinin temellerini sağlamlaştıran ve yeni dini diğer bölgelere götüren kabileler şunlardı. Adnanilerden Muzar kabilesi: Kureyş, Kinane, Huzaa, Esed, Temim, Gatafan, Süleym, Havazin, Sakif, Sa'd bin Bekir ve Amir; Adnanilerden Rebia kabilesi: Bekir bin vail, Şükr, Hanif, lcl, Zuhul, Şeyban vs kabileler. Kahtanilerden Kehlan kabilesi: Evs ve Hazrec, Gassan, Ezd, Hemedan, Haşam vs Kahtanilerden; Himyer kabilesi: Kuzaa ve boyları, Kelb, Süleyh, Tenuh, Behra, Uzra vs

Söz konusu kabileler ilk İslam fetihleri döneminde şehirlerde yaşamazlar ve halk ile karışmak istemezlerdi. Yalnızca düşmana karşı hazırlanmış, her an göreve hazır bir askeri kuvvettiler. Zamanla halkın arasına karışıp çeşitli bölgelere dağıldılar. Devlet hazinesinden aldıkları maaşlarla sınır bölgelerinde ve Arap Yarımadası'ndan uzak diyarlarda yaşamayı yeğlediler. Uzun süren savaşlar boyunca sayıları azaldı, kabilecilik duyguları zayıfladı ve zamanla nesepleri kayboldu. En sonunda ellerindeki devletin idaresi de başka unsurların eline geçti.


Göç Yoluyla Arapların Yayılışı


Bununla beraber Arapların yeryüzünde çeşitli bölgelere dağılmaları kuşkusuz yalnızca fetihler yoluyla olmamıştı. Daha rahat bir yaşam sürmek, standardı yükseltmek düşüncesiyle ele geçirilen yeni zengin ve mamur bölgelere aileleri ve tüm servetleriyle göç etmişlerdi. Örneğin Huzaa kabilesinin bazı boyları yurtlarında kuraklık başlayınca yeni su kaynakları ve meralar bulmak için Mısır ve Şam bölgelerine göç etmişlerdi. Bunun gibi kuraklık ve benzeri doğal afetler sonucunda yurtlarını bırakıp başka bölgelere taşınmak eski bir Arap adetiydi. Hatta "güçlük yılları" (a'vamü'l-cela) adıyla bilinen çeşitli yılları vardı. Bu yıllarda Mısır ve Şam bölgelerine göçerlerdi İslam’dan önce de bu göçler devam ediyordu. Kıtlık zamanında ayrıca Irak ve Fars şehirlerine yolculuk yapıp hurma ve arpa satın alırlardı. Ancak Arap olmayan bir devletin egemenliği altında zelil düşmek korkusuyla o bölgelerde yerleşmeyi düşünmezler, kendi ülkelerine geri dönerlerdi. İslam’dan sonra durum tamamen değişmiş, söz konusu memleketleri babaları, amcaları, dayıları fethetmişti. Artık lslam bayrakları oralarda dalgalanıyordu. Ülkenin tüm gelirleri kendilerine aitti. Bu yüzden söz konusu bölgeleri vatan tutmak kendilerine hoş ve sevimli geliyordu.

Bununla birlikte Müslüman Arapların kendi topraklarını bırakıp şehir kenarlarına göç etmeleri özellikle Emeviler zamanında Kahtan ile Adnan veya Muzar ile Kays kabileleri arasında asabiyet duyguları tekrar ortaya çıktıktan sonra çoğunlukla bazı halife ve valilerin özendirmesiyle ve desteği ile oluyordu. Bir halife veya vali iktidara gelince diğer bir asabiyete bağlı diğer bir valinin rekabetinden endişeye kapılıyor, bu nedenle de kendi kabilesinden veya destekçilerinden birtakım cemaatleri getirir, ihtiyaç duyduğunda desteklerini sağlamak için bulunduğu şehrin yakınına yerleştirir, onlara otlaklar verir, maaşlar tahsis ederdi. Emevi hükümdarlarından Hişam bin Abdülmelik'in hilafeti döneminde Mısır valisi olan Velid bin Rüfaa'nın icraatı buna bir örnektir. Hişam, Adnanilerden Kays kabilesine iltifat etmiş, özel alaka göstermişti. Bunlar onun halifeliğini desteklemişler ve yardım etmişlerdi. Söz konusu kabile çeşitli boylar ve klanları içeren büyük bir kabile iken Mısır'da yalnızca küçük bazı hanedanları vardı. Söz konusu boylar Hişam'ın destek ve hakimiyeti için yeterli değildi. Mısır valisi Ubeydullah bin Hicab bu konuda halifeyi uyarmıştı. Mısır'dan Hişam'ın huzuruna çıkmış ve kabilesinden birkaç hane halkını Mısır'a nakletmesi için izin istemişti. Söz konusu kabileden üç bin kişinin Mısır'a yerleştirilmesi ve maaşlarının Mısır hazinesinden ödenmesi konusunda halife tarafından izin verilmiş ise de bunların Fustat da yerleştirilmemeleri tavsiye edilmişti. lbnü'l Hicap söz konusu kabileyi özellikle de Belbis bölgesinde yerleştirmiş, ziraatla meşgul olmalarını emretmişti. Daha sonra bu kabileye mensup birçok insan Mısır'a göç etmiş ve Mısır'daki nüfusları artmıştı.


Süleym ve Hilaloğulları


Bazen bir halife veya bir valinin, kabilesinden birinin şerrinden kurtulmak istemesi o kabilenin şehirlerde iskanına da neden olabiliyordu. Örneğin Fatımi hükümdarlarından Azizbillah Muzar boyundan olan Beni Süleym ve Beni Hilal hakkında da böyle bir amaçla hareket etmişti. Söz konusu iki boy kendisinin hakimiyet devri olan hicri 4. yüzyıla kadar bedevice bir hayat sürdürmüşlerdi. İkamet yerleri Hicaz'ın arkasında, Neci bölgesinin yakınındaydı. Süleymoğulları Necd'in Medine yönünde, Hilaloğulları da Taifin yanında Necd'in Cebel-i Gazvan tarafında ikamet ediyorlardı. Yaz kış yaptıkları göçler sırasında Irak ve Şam bölgelerini dolaşarak köy ve kasabaları yağmalıyor, eşkıyalık yapıyor, asayişi ihlal ediyorlardı. Hatta bazen belli zamanlarda Mekke'de ve ziyaret günlerinde Medine'de bulunan hacılara da saldırıyorlardı. Daha sonra Karmatiler adıyla ortaya çıkan cemaate katılarak onlarla birlikte eşkıyalık yapmaya başlamışlardı. Halifeler artık bu kabilenin şerrinden usanmışlardı. Mısır hilafeti Azizbillah'ın eline geçince Şam bölgesi de Karmatilerin kontrolüne geçmişti. Azizbillah, Şam'ı onların elinden tekrar alarak kendilerini Bahreyn'deki köylerine sürdürdü. Hilaloğulları ve Süleymoğullarından olan taraftarlarının da kötülüklerini ve zararlarını önlemek amacıyla Mısır'a naklettirdi. Nil Nehri'nin doğusunda iskan ettirdi. Fakat bunlar burada da rahat durmadılar, birçok fenalıklar yaptılar. Fatımi halifeleri bu kötülükleri görüyor ancak önlemede çaresiz kalıyorlardı. Bu nedenle kendilerinden kurtulmak için fırsat arıyorlardı. Birkaç yıl sonra Fatımilerin Ifrikiyye valisi isyan ederek, Abbasi devletine iltihakı ve Fatımi halifesinin adını hutbe, tıraz ve bayraklardan çıkarttığı haberi Kahire'ye ulaştı. Bu haber o sırada halife olan Mustansır Billah'a çok ağır geldi. O devrin veziri Hasan bin Ali adı geçen kabilelerin şeyhlerini hediye ve bağışlarla doyurmuş ve gönüllerini hoş tutarak Ifrikiyye vilayetinin idaresini onların eline vermeyi uygun bulmuştu. Çünkü söz konusu vilayet zaten elden çıkmıştı. Bu zorbalar oralara gidip başarılı olursa hem Mısır'dan uzaklaştırılmış hem de vilayet geri alınmış olacaktı. Başarılı olamazlarsa bunların uzaklaştırılması da tek başına bir başarıydı. Halife bu planı uygun bulmuştu. Bunun üzerine vezir bizzat hicri 541 yılında onların yurtlarına giderek Mağrip bölgesine yerleşmelerini tavsiye etti. Kabileler bunu iyi bir fırsat kabul ettiklerinden çok memnun oldular. Hemen Nil Nehri'ni geçtiler Burka'ya varıp ele geçirdiler. Daha sonra diğer Arap kabileleri de ganimet elde etmek düşüncesiyle kendilerine katıldılar. Söz konusu tarihten sonra bu kabilelerin yurdu Ifrikiyye bölgesi oldu. Bütün bölgeyi kendi aralarında pay ettiler.

Endülüs bölgesinin fethinin tamamlanmasından sonra oralara göç eden Araplar da bunlardan farklı değildi. Bölgenin verimliliği ve havasının güzelliği Şam ve diğer bölge Araplarını o bölgeye göç ettirmişti. Adnan ve Kahtan kabilelerine mensup boylarla birlikte ileri gelen birçok Arap soyluları da gecikmeksizin Endülüs'e göç etmişler, anayurtlarını çocuklarına ve torunlarına bırakmışlardı. Her kabile, doğal olarak iklimi anayurtlarına benzer bölgelere yerleşiyorlardı. Emeviler döneminde vuku bulan savaşlar sırasında iki taraftan birine destek olmak gibi amaçlarla birçok kabilenin bir yerden başka bir yere göç etmiş olmasını da gözden uzak tutmamak gerekir.


İslam’da Kölelik ve Mevali


Köle ve mevali müessesesi lslam devlet sistemi ve hukukunda da önemli ve dikkat çekici bir konu olarak karşımıza çıkar. lslam uygarlık tarihi boyunca köle ve mevali asıllı birçok şahıs, siyasi, askeri, bilim, kültür ve edebiyat başta olmak üzere hemen her alanda derin izler bırakmışlardır.


İslam’da Esirlik (İstirkak)


Cahiliye Devri'nde Arap kültüründe de yer alan istirkak, çoğunlukla savaş veya satın alma yoluyla gerçekleşen esirlikle sınırlıydı. İslam’dan sonra özellikle fetihler sırasında esaret çoğunlukla savaşlar nedeniyle oluşuyordu. Fetihler sırasında Müslümanların eline çok sayıda esir düşüyordu. Bir ordu mağlup veya bir şehir ele geçirildiğinde birçok erkek, kadın ve çocuk da esir durumuna düşüyordu. Bunlar ganimet mallarıyla beraber galipler arasında pay ediliyordu. lslami fetihler sonucunda ele geçirilen esirlerin sayısı da bir hayli fazlaydı. Öyle ki bazen yalnız bir savaşta on binlerce esir alınıyordu. Bunlar boyunlarına mühür basılarak hisse hisse pay edilirdi. Bazen bir Arap süvarisine yalnız bir muharebede yüzden fazla esir ve cariye düşüyordu. Bu yüzden bir adamın yanında zamanla binden çok köle toplanıyordu. Valilerin ve diğer idarecilerin doğal olarak daha çok sayıda kölesi bulunuyordu. Köleler özellikle Raşid Halifeler devrinden sonra çoğalmaya başladı.

Savaşlar sonucunda ele geçen esirlerin sayısı çok fazla olduğunda, çoğunlukla ganimetler pay edilmeden önce esirler toptan satılırdı. Her esirin değeri yüz, bin veya daha az veya çok dirhem olmak üzere açık artırmaya çıkarılırdı. Bazen yalnızca bir savaşta ele geçirilen esirlerin satımı bile birkaç ay sürebiliyordu. Esirler ve ganimet malları en çok Endülüs fetihlerinde ele geçirilmişti. Kaynakların verdiği bilgilere göre söz konusu bölgede bir zaferden sonra ele geçen esirler ve ganimet mallarının satışı ancak altı ayda bitirilebilmişti. Abbasi halifelerinden Mu'tasım tarafından hicri 223 yılında fetholunan Amuriye (Amurium) Savaşı'ndan sonra Müslümanların eline çok sayıda esir düşmüştü. Bunları pazarlarda, açık artırmalarda süratle elden çıkarmak için beşer onar gruplar halinde satılığa çıkarmışlardı. Aynı şekilde Endülüs'te hicri 591 yılında vuku bulan, önem açısından ünlü Zülaka Savaşı'ndan geri kalmayan Erak Savaşı'nda Müslümanların eline düşen esir ve ganimetlerin çokluğundan dolayı bir kılıcın fiyatı yarım dirheme kadar düşmüştü.

İslami inanışa göre, savaş yoluyla ele geçirilen şehirler ve içinde bulunan insan, hayvan, bahçe, nehir ve ağaçlar fatihlerin malı sayılır. Hz. Osman zamanında Basra valisi olan Said bin el As'ın "Sevad bölgesi Kureyş'in bostanıdır," ve ünlü Amr bin el As'ın da Mısır'da bulunan valiye "Siz bizim hazinemizsiniz," şeklindeki sözleri iddiamızın kanıtlarındandır. Amr bin el As, Mısır'ı savaşla ele geçirilmiş bir bölge kabul ediyordu. Emeviler de aynı fikirdeydiler. Mısır zorla fethedilmiştir halkı kölemizdir. Onlara ne istersek yapabiliriz, diyorlardı. "

lslam ordusundaki erler ganimet mallarından hisse olarak ele geçirdikleri esirleri besleme sıkıntısı çektiklerinden, onları bir an önce satmaya çalışırlardı. Bu yüzden savaş esirleri yakınları tarafından fidye ile kurtarılıp veya sahiplerince herhangi bir sebepten dolayı azat edilinceye kadar köle olarak kimsenin yanında uzun süreli kalmazdı.

Ancak vali vs yöneticilerin yanında olanlar farklıydı. Bazı valilerin özellikle Ifrikiyye, Türkistan ve Mısır valilerinin bulundukları vilayetlerin haracından bir kısmını esirlerle ödemeleri, Müslümanlar arasında harp esaretinden başka yeni bir esaret kaynağı teşkil ediyordu. Birbirlerine gayrimüslimler ve cizyeye bedel kendi çocuklarından esirler sunuyorlardı. Aslında esir olup savaş sırasında Müslümanların eline ganimet mallarıyla birlikte geçen esirler ise diğerlerinden farklıydı.

lslam dininde savaş esirleriyle ilgili hükümlere gelince, halife veya onun makamında bulunan zat dört tercih yapabiliyordu: esirleri öldürmek, köle olarak kullanmak, bir fidye veya diğer esirlere karşılık esaretten kurtarmak veya fidyesiz olarak bağışlayıp hürriyetlerini geri vermek. Esirler İslam’ı kabul ederler ise artık öldürülmeleri caiz olmazdı. Ancak halife diğer üç şıktan birini seçebilirdi. Uygulamada genellikle zaman ve durumun icabına göre hareket ediliyordu. Harp esiri veya satın alma veya bir başka yolla köleye sahip olan kimse o köleyi kendi hizmetinde bırakmak, satmak veya azat etmek haklarına malikti. Herkim köle azat ederse kölenin hukuki hakları onun olurdu. (Vela) Azat etmek için birçok sebep vardı. İslam’da köle azat etmek için en önemli sebep kölelerin dürüst ve dindar olmaları, dini hükümleri korumaya gayret göstermeleriydi. Bir köle İslamiyet’i kabul ile durumunu düzeltir, dindar bir davranışa bürünür, doğru ve dürüst bir kişilik gösterirse efendisi onu azat ederdi. Hz. Ömer'in oğlu Abdullah bu şekilde bin köle azat ettiği gibi Muhammed bin Süleyman da yetmiş bin köle ve cariye azat etmişti. Bazen bir yeminden dönmek, bir adağı yerine getirmemek, bir sevaba ulaşabilmek, ilahi bir nimetin kadrini takdir etmek ve benzeri amaçlarla köle azat etmek İslami bir gelenekti. Dindar şahsiyetlerden bazıları Allah'ın hüsnü rızasını kazanabilmek üzere köle satın alıp azat ediyorlardı. Ünlü şairlerden Amr bin ebi Rebia yaşlandığı yıllarda şiir yazmaya tövbe etmiş, tövbesinden dönmemek üzere yazacağı her beyit için bir köle azat etmeye yemin etmişti. Birkaç kez yeminini tutamadığından, şiir yazmış ve her beyit için bir köle azat etmek zorunda kalmıştı.

Köleleri cihada teşvik etmek amacıyla azat etmek de bir başka adetti. Emevi hükümdarlarından Hişam bin Abdülmelik'in hanımı Ümmü Hakime ve bizzat halifeye hediye ettiği iki gerdanlık sayesinde Horasan'a vali olan Cüneyt bin Abdurrahman, Türk hakanı ile Şaab bölgesinde yaptığı şiddetli savaş sırasında, "Herhangi bir köle savaşta yararlılık gösterirse o köle hürdür," diye bağırmıştı. Köleler hayret edilecek bir kahramanlıkla savaşmışlar, sonunda düşman kaçmak zorunda kalmıştı. Çok defa da düşmanın yanında bulunan kölelerin azat edilmek vaadi ile yardım ve destekleri sağlanıyordu. Örneğin Hz. Peygamber Taifin kuşatıldığı gün "Herhangi köle düşmanın elinde bulunan hisarı bırakıp yanıma gelirse hürdür," diye ilan etmişti. Müslümanlar fetihler sırasında o ülkede bulunan kölelere -Müslüman olurlarsa- azat edeceklerini vaat ediyorlardı. Kölelerin bir kısmı savaşın sonunda tekrar asıl dinlerine dönmek üzere Müslüman oluyorlardı. Ancak daha sonra bunlar eski dinlerine dönmek isteyince mürted kabul edildiğinden, öldürülmeleri vacip sayılıyordu.

Bununla birlikte İslamiyet köleler için büyük bir nimetti. Hz. Peygamber "Köleleri güçlerinin üstünde şeylerle görevlendirmeyiniz. Siz ne yiyorsanız kölelerinize de o yemekten yediriniz," diyerek köleler hakkında şefkati, merhamet ve güzel muamele etmeyi tavsiye etmiştir. "Sizden bir kimse kölem ve cariyem demesin. Oğlum ve kızım desin," sözleri de peygamberin mübarek sözlerindendir.


Kuran-ı Kerim'de "Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne- babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına (köle ve cariyeler) güzellikle davranın Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevrnez," ayetiyle Allah'a ibadeti emrettikten ve şirke girmeyi yasakladıktan sonra, anne babaya, akrabaya, yetimlere, miskinlere, komşulara, yakın dostlara, yol masraflarını tedarik etmekten aciz yolculara, köle ve cariyelere yumuşaklık ve cömertlikle muamele edilmesini, kibir ve zorbalıktan kaçınılması tavsiye ediliyor. lslam dini köle sınıfına bu şekilde rıfk ve cömertlikle muamele etmeyi tavsiye ederken diğer taraftan kölelere de dürüst ve dindar olmayı tavsiye ediyor. Bilhassa Müslüman Araplar "İslamiyet’te esaret yoktur," lslam, "Müslüman Müslümanı savaş yoluyla esir yapamaz. Hiçbir Arap Müslüman esir olamaz," hadis-i şerifi ile esarete düşmekten kurtarılmıştır. İslam’da köle hukukuna göre, köleler, hürlere yapılan muamelenin yansı ile muamele olunurlardı. Örneğin köle dayak cezasını gerektiren bir suç işlerse ona aynı suçu işleyen hür bir adama verilen şer'i cezanın yarısı verilirdi. Tam aksine köle mükafat verilmeye neden olacak bir eylemde bulunursa mükafat sahibinin olurdu. lslam fetihleri sırasında Müslümanların eline esir düşen köleler Hıristiyan, Yahudi, Mecusi, Sabiilerden müteşekkildi. Bunlar ya akraba veya yakınları tarafından fidye ile esaretten kurtarılır veya Müslümanlar tarafından esir tüccarlarına satılırdı. Veya eve eşya almak, deve veya diğer hayvanları güttürmek, yay yontmak, ok atmak, savaşlar sırasında yerlere düşen okları toplamak, şiir ezberleyip aktarmak, Kur'an veya hadis ezberlemek gibi hizmetlerde kullanılmak amacıyla Müslümanların yanında bırakılırdı. Bir kölenin de kıymeti bildiği sanat ve taşıdığı maharete göre farklı idi. Hiçbir sanat bilmeyen köle yüz dinardan fazla etmezdi. Deve güdebilen bir köle iki yüz dinar ediyordu. Ok, yay yapmak ve ok atmak ustalığını bilen köle ise 400 dinardı. Şiir hafızı ve ravisi ise 600 dinara kadar satılabiliyordu. Emeviler devrinin ortalarında kölelerin değeri böyleydi.

Sadece ziraatle meşgul olan köleler de vardı. Bunlar köylerde otururlar, araziden ayrılamazlardı. Köyde oturan çiftçiye "fellah-ı firar" adı verilirdi. Çiftçinin ziraat yaptığı arazi mukata şeklinde birine verilir veya satılır fetih ve bir başka yolla bir kimsenin uhdesine intikal ederse, arazide bulunan çiftçi de toprakla beraber abdikun (sürekli köle) hükmüne girerdi. Bu tür köleler -sahipleri isteseler bile- satılamaz veya azat edilemezdi. Hayatları boyunca köle kalırlardı. Kendilerinden sonra çocukları da köle olurdu. Arazi kimin ise kime mukataya verilmişse onun köleleri kabul edilirdi. 


İslamiyet’te Mevali


Esir düşenler İslamiyet’i kabul ederlerse esaretten kurtulmuş olurlardı. Müslümanlar İslam’ı kabul eden köleleri bu nedenle bir mükafat olarak çoğunlukla azat ederlerdi. Herhangi bir köle azat olunursa ona "mevla" denilirdi. Araplar esir olmadığı için, mevali de Arap olmayan Müslümanlardan oluşuyordu. Sonraki dönemde Emeviler, mevla kelimesini Arap ·olmayan her Müslüman için kullanmaya başladılar. Mevali dediklerinde Mecusi veya zimmi iken Müslüman olan veya önceleri Araplara iltica eden çeşitli milletlerden olan Müslümanları kastederlerdi. Bunlara "hamra" kelimesi ile mevali demek isterlerdi.

İslamiyet devrinde mevali toplumda bir özel sınıf oluşturmuş ve lslam tarihinde önemli bir yer işgal etmiştir. "Bir milletin mevlaları o millettendir" ve "Her kim kendi babasından başkasını iddia veya kendi mevlalarından başkasını seçerse Allah'ın meleklerin ve insanların laneti onun üzerine olsun, " şeklindeki hadislere göre, mevaliyi Arap asabiyeti şeklinde kabul etmek doğru olur. Arap kültüründe bir adamın akrabası mevali ve kendi çocuklarından ibarettir. Bir insan kendi öz oğluna itimat ettiği kadar azatlısına da itimat edebiliyordu. Onu sevdiği için azat etmişti. Azatlı da efendisinin bu davranışını bir minnet ve nimet bilerek kendi asıl nesebini bırakır, efendisinin soyuna geçerdi. Artık ona filancanın mevlası (azatlısı) denilirdi. Ona artık filanın oğlu denilmezdi. Veya azatlı olan efendisinin kabilesine nispet olunurdu. Örneğin, İslam’ın ilk döneminde yaşamış en ünlü şarkıcılardan biri olan lbn Süreyce Beni Nevfel'in mevlası, Muhrize Abdüddar'ın mevlası, Hakemu'l¬ Vadiye Melik bin Abdülmelik'in mevlası, lbn Ubbad Beni Mahzum'un mevlasıydı. Bu yüzden bir azatlının kendisini azat eden efendisine bağlılığı, özellikle de efendilerinin evlerinde yaşayan azatlılarla bağı çok kuvvetliydi. Bununla birlikte çoğunlukla mevali efendilerinin evleri dışında birer işle meşgul olurlardı. Ancak savaş çıktığında efendilerinin bayrağı altında toplanırlardı.

Mevalinin lslam medeniyetine yaptıkları katkı çok büyüktür. Çünkü Kur'an hafızlarıyla tefsir, lügat, şiir ve diğer dallardaki alimlerin ve sahabeden sonraki nesil olan tabiinin çoğu mevalidendir. Onlar bu ilimlerle uğraşırken Araplar da devlet idaresi ve siyasetiyle uğraşıyorlardı. İslamiyet’in başlangıcında Arapların hizmetinde bulunan mevalinin büyük bölümü lran ve diğer memleketlerden ele geçirilen ganimetler arasındaki çocuklardan oluşuyorken; Müslümanların elinde terbiye görmüş, kendileri veya çocukları iktidarı ele geçirmişlerdi. Sahabenin önde gelenlerinden, aynı zamanda ünlü komutan ve gazilerden Halid bin Velid Küfe batı bölgesinde bulunan Ambar yakınındaki Aynüttemr adlı eski kasabayı ele geçirdiğinde, söz konusu kasabanın kilisesinde kırk kadar çocuk İncil'i ezberlemeye çalışıyorlardı. Halid bu çocukları ganimet alarak Medine'deki Halife Hz. Ebubekir'e gönderdi. Hz. Ebubekir bu çocukları savaşlarda büyük yarar sağlayanlara ganimet olarak dağıttı. İslamiyet’i kabul ettikten sonra sahipleri tarafından azat olunan bu kırk mevlanın evlatları arasında önemli şahsiyetler yetişti. Mağrip ve Endülüs bölgesinin fatihi meşhur komutan Musa bin Nusayr bunlardan biriydi. Aynı şekilde rüyaları yorumlamada usta olan Basralı Muhammed bin Sirin de bir başka örnektir. Hz. Osman'ın azatlısı Harman, peygamberin hayatını (siret-i nebeviye) en önce derleyip yazan, lslam tarihçilerinden Muhammed bin lshak da bu çocukların neslinden gelmişti. Onun büyükbabası Yesar da bu kırk çocuktan biriydi. Asılları lslam fetihleri sırasında veya daha sonraki dönemde Müslümanlar tarafından esir edilenlerin neslinden gelen ünlü mevalileri de bunlarla kıyaslayabiliriz. Örneğin tabiinin önde gelenlerinden olup Abdülmelik bin Mervan'ın zamanında Horasan valiliğinde bulunan Mühelleb'in babası Ebu Safra, Umman'da bulunan Deha¬ da, Hz. Ebubekir'in zamanında mürtedlerle yapılan savaşlar sırasında esir alınan çoluk çocuktan biriydi. Büyük alimlerden ve şiir ravilerinden olan Hammad'ın babası sahabeden Mükennef bin Zeyd tarafından ele geçirilen çocuk esirlerden biri olup, Deylemliydi. Medine'de ilk kez ut çalan büyük lslam şarkıcılarından Saib Fars bölgesinden ele geçirilen harp esirlerinden biriydi. Ünlü şairlerden Mervan ibn Ehi Hafsa'nın babası da lstahır esirlerinden olup Yahudi'ydi. Ünlü lügatçilerden Hirevi, çölde yetişmiş bedevi bir arabın payına düşen bir esirdi. Nahiv biliminin öncülerinden olan İbn Arabi'nin babası da bir köleydi. Arap şairlerinin büyüklerinden Ebu Dülame, Küfeli siyahi bir adamdı. Esedoğulları kabilesinden bir adamın kölesiyken azat edilmişti. Tabiinin büyüklerinden Hasan Basri'nin babası da Hz. Ebubekir'in zamanında İranlılarla yapılan savaşlar sırasında Müslümanların eline geçen ganimetler arasında bulunan Hıristiyan bir köleydi.

Bazen mevlalar, asil bir hanedan veya soydan olduğu gibi, esaretle köle olmuş, fidye vermeye güç yetirememiş veya fırsat bulamamış kimselerden de olurdu. Abbasi halifesi Mansur'un bazı azatlıları Merazibe adı ile bilinen İranlı bey ve reislerin çocuklarındandılar. Aynı şekilde kendisinden birçok hadis rivayet olunan Ebu Ali bin Müzeyme ile Muttalip bin Ziyad'ın büyükbabası Ebu Züheyr'in dedeleri de Medain Savaşı'nda esir edilip, Saad bin Ehi Vakkas tarafından sahabeden Semure bin Cünade'ye hediye ve oğul Cabir tarafından azat olunan lran şehzadelerindendiler. Muhacirlerin önde gelenlerinden Ebu Musa el Eşari Fars bölgesinde ele geçirilen ganimetleri arasında "dehakin" adı ile bilinen köy muhtarlarının oğullarından altmış çocuk seçerek bunların bazılarını İslamlara dağıtmıştı. Bu çocuk esirler arasından akrabaları tarafından fidye karşılığında kurtarılanlar bunların dışındadır.

Halifeler kendi azatlılarına öz çocukları kadar güvendikleri için hemen tüm işlerini gönül rahatlığı ile onlara emanet ederlerdi. Raşid Halifelerin özel kalem ve sekreteryasının çoğu, İranlı, Deylemli, Habeşli veya Rum asıllı olmalarının yanında, hemen hepsi azatlılardan müteşekkildi. Hz. Ebubekir'in azatlılarından birisi de meşhur Hz. Bilal bin Rebah'tı. Mekkeli bir adamın Habeşli bir kölesiydi. İslam’a girdiği için efendisi tarafından akıl almaz işkencelere maruz bırakılmış, yine de inancından en küçük bir taviz vermemişti. Hz. Ebubekir onu beş ukiyye gümüş karşılığında satın alarak azat etmişti. Bilal, Medine'de ilk ezan okuyan zattır ve Müslümanlar arasında çok özel ve büyük bir makamı vardır. Hz. Ebubekir'in diğer azatlıları olan Amir bin Fuheyre, Ebu Nafi, Mime bin ehi Osman da böyleydi. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ile diğer büyük sahabilerin azatlıları da bunlardan farklı değildi. Hemen hepsi efendileri uğruna canlarını feda etmeye hazırdılar. Çünkü onlara karşı derin bir minnet hissiyle doluydular. lslam tarihinde buna ilişkin birçok misal vardır. Örneğin, Emin ile Me'mun arasında savaş çıktığında Ahvaz valiliğinde bulunan Muhammed bin Yezid, Emin'in tarafını desteklemiş ve Ahvaz şehrini Me'mun'un kumandanı olan Tahir bin Hüseyin'in işgalinden kurtarıp, Emin'e sadık ve taraftar bırakmak istememişti. Fakat henüz istihkam tamamlanmadan Tahir'in ordusu aniden üzerine hücum etmiş, kendisini sıkıştırmıştı. Bunun üzerine Muhammed bin Yezid azatlılarını toplayarak "Fikriniz nedir? Emrim altında bulunan askerin her biri bir tarafa kaçtı. Onlardan hiçbir haber yoktur. Allah'ın mukadderatı ne ise yerini buluncaya kadar kendim bizzat muharebe meydanına atılıp savaşmaya karar verdim. Kim yanımdan ayrılmak isterse gidebilir. Ölmenizdense hayatta kalmanızı arzu ederim," dedi. Azatlılar "Bizi esaretten azat edip kadrimizi yücelttikten, yokluk çekerken refah ve bolluğa kavuşturduktan sonra seni bu halde bırakıp gidersek insafsızlık ve nankörlük etmiş oluruz. Senden sonraki dünyaya, hayata lanet olsun" diyerek kaçmamak için atlarının ayaklarını kestikten sonra savaş meydanına atıldılar. Hepsi de ölünceye kadar efendilerinin çevresinde savaştılar. Bununla birlikte mevali bu derece önemli ve büyük bir mevki işgal etmiş iken yine de Araplardan aşağı sayılıyorlardı. İslam’ın ilk yıllarında, ilim ve diyanetle beraber itimat ve güven gerektiren devlet makam ve mansıplarının birçokları tevcih olunup kendilerine büyük maaşlar tahsis olunursa da örneğin kadılık gibi şan ve şerefi, soy sop üstünlüğü gerektiren yüksek makamlar onlara tevcih edilmezdi. Bu gibi makam ve mansıplar mevalinin dereceleri üstünde kabul olunurdu. Hz. Ömer, ulema ve fukahanın büyüklerinden Mekhül'ü kadı olarak atamak istemişti. Mekhul, "Hz. Peygamber şeref ve nüfuz sahibi olanlardan başka kimse kadılık yapmasın," buyurmuştur, ben ise azatlı bir adamım diyerek kadılık görevini kabul etmemişti. 




CORCİ ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN Nejdet Gök

20 Ekim 2024 Pazar

Geçmişte ve Günümüzde TÜRK HIRİSTİYAN TOPLULUKLAR-2

 


GÖÇ YOLLARI YA DA KAFKAS-DOĞU AVRUPA TÜRK HIRİSTİYANLIĞI



Türk tarihi akışı içinde en göze çarpan gerçek, Türk toplumunun yüzyıllar boyu süren göçleridir. Bu göçler İ.Ö. 3500 yıllarında başlamış ve İ.S. 14. yüzyılda son bulmuştur.

Göç dalgaları içinde Türk boyları, ya önceden edindikleri hıristiyanlığı birliklerinde taşımışlar, ya bırakarak başka inançlara geçmişler, ya da göçler sırasında hıristiyanlaşarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Öncelikli olarak Trakya ve Anadolu'ya gelen hıristiyan-Türk topluluklarının hangi yollardan buralara geldiklerini araştırmak, konumuzun temel ve ana basamağıdır.

Göçler zinciri içinde Orta Asya-Batı bağlantılı başlıca iki yol olmuştur. Birincisi Aral Gölünün doğusunda bulunan Sirderya (Jexartes) ve Amuderya (Oxus) ırmakları üstünden geçerek İran'a varan, ikincisiyse Aral Gölü ve Hazar Denizi'nin kuzeyinden geçerek günümüz Rusya'sının güneyi ve Karadeniz'in Kuzey kıyısıyla Tuna yöresine varan istepler yoludur.

Bu göç yolları üstünden batıya doğru devinen Turanlı Türk toplulukları, Tuna boylarına vardıklarında, Bizans İmparatorluğunu bulmuşlar, orasını çekici buldukları için, akınlar düzenlemeye koyulmuşlar, açıkçası ister istemez kaynaşmaya başlamışlar.

Kuzey Karadeniz ve Tuna boylarında yerleşen Turanlı Türk toplulukları şunlardır: Hunlar, Ogur Türkleri, Sabarlar, Avarlar, Tuna Türkleri, Volga Türkleri, Hazar Türkleri, Macarlar, Peçenekler, Avrupa Oğuzları, Kumanlar, Bulgarlar. Türklerin Doğu Avrupa'ya göçleri sırasında Orta Asya'dan birlikte getirdikleri, ya da geçtikleri yerlerde karşı karşıya gelerek benimsedikleri hıristiyanlıkla ilgili irdelemelerimizi ele alalım.

Türklerin, göçler içinde sıkça geçtikleri geçit, Orta Asya'nın istepler yöresinden başlayıp Hazar Denizi'nin kuzeyine dek sürer. Buraları milyonlarca hayvanın beslenebileceği otlaklar hattıdır. Bu yol Ural (Yayık), Volga (İdil), Don, Dinyeper ve Dinyester ırmaklarını geçerek kuzeyde Karpat ve Transilvanya dağlarıyla, güneyde Balkan dağları arasında doğuya açılan aşağı Tuna bölgesine girer. Tuna hattıysa, Macaristan ovalarına girmek için bir geçit hizmeti görmüştür. Orta Asya'dan batıya göç eden Turanlı topluluklar için, bu yolun önemi her zaman büyük olmuştur. Bunlar Tuna boylarına vardıklarında, güneyde Taçini, yani Bizans İmparatorluğuyla yüz-göz oldular, oradaki görkem ve zenginlik kendilerini oralara çekip bağlamıştır.



HUNLAR


Doğu Avrupa'ya ilk göç eden Turanlı Türk toplulukları Hun'lardır. Bunlar ikiye bölündükten sonra bir bölümü batıya göç ederek, Kazak bozkırı güney eteğiyle Çu ırmağı koyağında (vadi) olan Doğu Kangkü'de kısa yaşamlı bir siyasal birlik kurarlar. (İ.Ö. 43-36)

Sonraları (İ.S. 91) bunların Kazak bozkırına çekildiklerini, İ.S. 350'de doğudan gelen ve Türk - Moğol karışımı olarak bilinen Uar-Hun'ların baskısıyla batıya doğru akarak İ.S. 370'de Avrupa'da göründüklerini, Attila döneminde Rusya ve Avrupa'da büyük bir siyasal birlik kurduktan sonra dağıldıklarını, tarihsel kaynaklardan anlıyoruz.

Avrupa'ya gelen Hunların, hıristiyanlığı benimsediklerine ilişkin herhangi bir veriye rastlanamamıştır.

Doğu Avrupa istepleri topraklarında birçok toplulukların önce var oldukları, sonraları da tarih sahnesinden silindikleri görülmektedir. Bunun böyle olması, o toplumun tümüyle yok olmasıyla değil, ancak egemenlik gücünün yitirilmesiyle açıklanır.

Çoğu kez aynı ırktan bir başka topluluğun egemenliği eline almasıyla, bir önceki soydaş topluluk, sonrakinin egemenliği altına girer. Bu durum tarihle birçok Türk toplumlarında görüldüğü gibi, birçok Hıristiyan Türk toplumlarında da görülmektedir. Örneğin günümüzde Uygur, Peçenek, Kuman gibi Türk Hıristiyan toplulukları, yerlerini Gökoğuzlara (Gagauz) bırakmışlardır.

Doğu Avrupa istepleri yöresinde oturan ve konumuzla bağıntılı olan Turanlı Türk topluluklardan birisi de "Kumanlar'dır.



KUMANLAR


Bunlar tarihin en eski zamanlarından başlayarak Kafkasya dağlarının kuzeyinde yer alan istepler ülkesinde oturmaktaydılar. Plinius (İ.S. I yüzyıl)'un kayıtlarından buraya "Kumanya" denildiği görülür, Teofanos da, İstanbul Patriği Eren Altınağızlı Yuhanna'nın "Kumanya'da öldüğünü (İ.S. 398) kaydetmiştir.

Önceden bulundukları istepler ülkesinden güneye doğru yayılan Kumanlar, İ.S. 1067'de Dinyeper ırmağı kıyısına vararak Peçeneklerle komşu olmuşlardır. Bu yayılmaları içinde doğal olarak Ruslarla da savaşları olmuştur. Bu sıralarda Azak denizinin her iki yanında, doğu ve batı olarak iki Kumanya oluşmuştur. Tuna hattını geçerek Balkanlar'a giren Turanlı topluluklar arasında yer alan Kumanların, Bizans'la tanışmaları da bu devreye rastlamaktadır.

Türk Hıristiyan olan Kumanlarla tanışmadan önce Bizanslılar, Selçuk Türkleriyle zaten tanışmış bulunuyorlardı.

Çünkü Aleksi Komnenos zamanında Küçük Asya, Marmara kıyılarına dek Selçukluların eline zaten geçmişti. Ruslar ve Bizanslılarla türlü ilişkiler içine giren Kumanların, ilişki içinde bulundukları bir başka toplumda, yine Turan kökenli olan Macarlardır. Macarlarca "Künlar" diye çağırılan ve Kıpçak Konfederasyonunun batı kolunu oluşturan Kumanlar için 12. yüzyıl, büyük bir göç yılı olmuştur. Bunun da ana nedeni Moğol akınlarıdır (İ.S. 37 ) 

Moğollar, İran üstünden Karadeniz'in kuzey bozkırlarına geldikleri zaman Kumanlar, Bulgarlar ve Ruslar el ele vererek Moğollara karşı direnirler. Bu üç ortak toplumun yanısıra Alanlar da rol alırlar. Ancak Moğol orduları karşısında yenik düşen Kumanların bir kısmının, Kuzeydoğu Romanya'da olan "Comania" bölgesine yerleşerek hıristiyanlığı benimsediklerini görüyoruz. Üstelik İ.S. 1227 yılında kendileri için bir episkoposluk orunu kurulmuştur.

Ancak kurulan bu episkoposluğun Orta Aşyadakilerden farklı olduğunu görüyoruz. Şöyle ki Orta Asyadaki Nasturi ve Bizans Ortodoks Özyapılı Türk Hıristiyan toplulukları ve gözetmenlikleri (episkoposluk) yanında, Türk Hıristiyan dünyasında artık Romen-Katolik özyapılı bir topluluk da tarih sahnesinde görülür. (İ.S. 1221)

Buna bağlı olarak Romen-Katolik misyonerler İncil'i ve katolik tinsel ezgilerini Türkçeye çevirirler. Tarihçi Barthold'a göre bu çeviriler çok başarılı çevirilerdir. Böylece Romen-Katolik olan Kuman Türkleri Papalık orununca da değerli görülür. Roma episkoposu (Papa) Greguar'ın 1234 yılında Kuman episkoposuna yazdığı bir mektupta, ona "Saygıdeğer Kardeşim" sözlerini yönelttiğini ve aynı mektupta, Kuman episkoposunun yolladığı dinsel kişileri kabul etmeyen "ismen hıristiyan" Ulahlardan yakındığını da tarihsel verilerden anlıyoruz.


Kuman episkoposluğu daha sonraları Moğollar'ca yıkılır. İbni Batuta, Kırımda Kerç ve Kefe arasında hıristiyan Kumanlara rastladığını yazmaktadır. Moğollara yenilen Don - Doneç bölgesi Kumanları da Macaristan'a göçerler ve hıristiyanlaşırlar.

Topluca hıristiyanlaşan Kumanlara ilişkin bir başka olay da Transilvanya'ya (Erdel) Kumanlarca düzenlenen akınlardan sonra görülür. 1227 yılında Kuman prensi Bare, kendisine bağlı 15.000 kişiyle birlikte hıristiyanlığı benimser.

Kuman-Kıpçaklar, bazı tarihçilerce, Kuzey Türk topluluklarının tipik atlı göçebelerinin son temsilcileri sayılmışlardır. Kumanlar sayesinde kuzey Türk toplulukları yeni bir döneme girmişler ve yeni bir konglomerayla (karmaşık topluluklar) Tobol ırmağından Macaristan'a dek tüm Doğu Avrupayı etkileri altına alarak, ardıllarıyla birlikte Türk-Rus toplulukları arası yaşam kavgasına etken olmuşlardır.

Daha Batıya göçen Kumanlar, Bulgar ve Macarlarla sıkı ilişkiler içine girmişler. Orta Volga'daki Bulgar bölgesine de geçerek kendi soydaşları olan Bulgar Türklerine kendi öz dillerini de benimsetmişlerdir. Daha sonra söz konusu edeceğimiz Gökoğuz (Gagauz) Türklerinin yerleşim bölgelerinden olan Dobruca'ya adını vermiş olan Dobrotiç'in de "Kuman" ya da " Anadolulu Türk" olduğu da bazılarınca ileri sürülmektedir. Anadolu Türk Hıristiyanlığı üstünde daha sonra durulacağından, yine Karadeniz'in kuzey bozkırlarına dönelim. Bu yörede Moğolların egemenliği altında kalan Kumanların zamanla Moğolları Türkleştirdikleri de ayrı bir tarihsel gerçektir.

Kuman-Kıpçak Türklerine ilişkin tarihsel bilgiler aktaran bir başka önemli kaynağın da "Kartel Kroniki" olduğu söylenir.

Bu kronik ışığında, Kuman - Kıpçakların, Apkaz kralı IV. David'e yaptıkları yardımlarla, Iran  (Selçuklu)  güçlerine büyük darbe vurulduğunu, krala yardım etmiş olan 40.000 savaşçı Kuman-Kıpçakla, 5000 seçkin kölenin görgülü ve değerleri denenmiş kişiler olarak hıristiyanlığı benimsediklerini, bunların yanısıra da Kuman-Kıpçaklardan hergün hıristiyanlığa dönenlerin sayıca kabarık olduğunu öğreniyoruz.

Yine Kral David'in Tiflis'i kuşattırıp bunalttığını, buna koşut olarak da Hazar Denizi doğusu ve Sirderya boylarında bulunan Türkmenleri, Hıristiyan Kıpçaklar sayesinde kaçırttığını, ve böylece Kür ile Çoruk boylarına egemen olmaya çalıştığını, aynı kaynaktan anlıyoruz.


Hıristiyan Kıpçak-Kumanların bir başka askeri başarısı da Tiflis kentinin hıristiyan bir kent olmasıdır. Şöyle ki 400 yıl boyunca müslümanların ve 1068'den bu yana da Selçukluların elinde olan Tiflis, 1125 yılında Kıpçaklar sayesinde hıristiyan kent durumuna getirildi.

İlginç ve dikkatimizi çeken, İ.S. 2. yüzyıldan bu yana inanç sistemi olarak hıristiyanlığı benimseyen Türk toplulukları arasında egemen olan "Nasturilik", "Bizans Ortodoksluğu", "Roma Katolikliği" gibi hıristiyan mezheplerine bir yenisi daha eklenmektedir. Bu da "Gregoryanlık" olarak bilinen "Monofizit-Apostolik" mezhebidir.

1118-1185 yılları arasında tarih sahnesinde görülen Yeni Kıpçakların çoğunun, Bizans Ortodoksluğu riti içinde yer alan Gürcü-Ortodoks kilisesine bağlı oldukları halde, bunlardan bazılarının İ.S. 1200'de fethettikleri Ani-Şeddadlı Emirliği ülkesindeki "Monofizit-Apostolik" kilisesine girdikleri de biliniyor.

Kuman - Kıpçak Türklerinden günümüze dek gelen en önemli belge, bir sözlük ve metin derlemesi olan "Codex Cumanicus"tur.

Rusya bozkırlarındaki Kumanlar zamanla Moğollar, Bulgarlar ve Hazarlarla karışarak günümüze dek gelmişler, ancak Macaristan, Balkanlar ve Gürcistan'daki Kuman - Kıpçaklar hıristiyan çerçeve içinde eriyip tarihten silinmişlerdir.

Göç yolları Türk tarihini, özellikle Hıristiyan Türklerin tarihini incelediğimizde, bu konu içinde özel yere sahip olan "Peçenekler"i ele almadan geçemeyiz.



PEÇENEKLER


Peçenekler Kırım yarımadasının kuzeyinde İ.S. 612. yüzyıllar arasında egemenlik sürmüşlerdir. Göçebe ve savaşçı olan Peçenekler. Yayık (Ural) ve İdil (Volga) akarsuları arasındaki ülkelerde komşu oldukları soydaş Hazar ve Uzlarla (Oğuzlar) birçok savaşlar yapmışlardır.

Peçeneklerin sürekli ilişkide oldukları bir başka soydaş toplum da Kıpçak-Kumanlar olmuştur.

Hazarlar 9. yüzyılın ortalarında doğudan gelen bir başka Türk topluluğu akınıyla karşılaştıkları zaman zorlukla bu akınları batıya çevirmeyi başarırlar. Kıpçak denilen önderin buyruğu altına giren bu Türk topluluğu, o zamana dek oralarda oturan Peçenekleri yerlerinden kovarak, kendileri yerleşirler. Daha sonra bunlar Uzlarla birleşerek, Rus tarihçilerinin "Pölovşer" adına verdikleri siyasal bir birlik kurarlar. Peçenekleri yerlerinden eden bu toplum daha sonra Hazarlara yüklendiklerinde,bu sonuncular da, soydaşları olan Hun-Ugorlarla birlikte yurtlarını akıncılara karşı korumaya çalışırlar. Ancak Hun-Ugorlar (Macarlar) uzun süre dayanamazlar. Don'la Bog akarsuları arasında olan yurtlarını bırakarak batıya göç ederler. Bu arada Kıpçak Türkleri Doğu Avrupa bozkırlarına girerler. Bunun sonucu yerleşik topluluklar arasında dalgalanmalar olur. Bu topluluklar birbirlerini sıkıştırırlar ve batıya doğru devinerek yerlerini değiştirirler. Böylece yeni ve çok devinimli bir göç dalgası, salt batıya doğru etkili olmaz, Bizans'ı da sarsar. Dinyeper ırmağının her iki yakasında sekiz oymakla birlikte yerleşmiş olan savaşçı Peçenekler tüm komşu topluluklar için ve özellikle Bizans için tehlike olmaya başlar. Bunun sonucu İmparator IV. Leon zamanından başlayarak Peçenekler tarih sahnesinde gözde olmaya başlarlar.

Peçeneklerin savaşçı bir topluluk olduklarını, Bizans İmparatoru Konstantin'in ünlü "De Admisitrando" adlı yapıtında görmekteyiz. İmparator orada kendi oğluna "her ne pahasına olursa olsun Peçeneklerle iyi geçin" öğüdünü yermektedir.

Peçenekler arasında hıristiyanlığın başlaması ve egemen olması şu gelişmelerle oluşur:

Başlangıçta Volga ve Ural ırmakları arasında yaşayan Peçenekler, 9. yüzyılda Türklerin Hazar ve Oğuz boylarının kendilerine saldırmaları sonucunda batıya göç ederler. Böylece Macarları Karpatlar bölgesine iterek, Rus topraklarına akınlar düzenlerler. Ancak Rus ve Macarlardan direniş gördüklerinden, Trakya'ya yönelirler.

Bu arada Bulgaristan'ın Bizansça alınmasından sonra akınlarını daha da sıklaştırırlar. Dağınık olan Peçenekleri tek yönetim altında birleştirmek isteyen Başbuğ Turak ve rakibi Kegen arasında bir mücadele başgösterir. (İ.S. 1048)

Mücadele sırasında Kegen Bizans'a sığınır. Turak'sa Bizans'a tutsak düşer.

Turak'ın bundan sonra hıristiyanlığı benimsediğini ve bu inancın Peçenekler arasında hızla yayıldığını görüyoruz.

Bizans toplumu içinde, yerleşen Peçeneklere karşı İmparator Monomakhos (1042 - 1055) çok iyi davranır ve Silistre çevresindeki iç kalenin korunması görevini onlara verir. Bu Peçeneklere sınırları koruma görevi de verilir. Ancak bu Peçenekler sınırların dışında olan öbür Peçeneklere karşı da Bizansı korumakla yükümlü olurlar.

"Peçenekler Tarihi" yazarı Prof. Akdes Nimet Kurat'a göre; kitle halinde hıristiyanlığı benimseyen Peçenekler, bu Peçeneklerlerdir.

Turak'a ve Kegen'e bağlı Peçenekler arasındaki saldırılar sonucu, Turak'ın güçleri de Bizans'a yenik düşerler ve İstanbul'a götürülerek hıristiyanlığı benimserler.

Bizans'ın sınır bekçiliği görevini üstlenen Peçenekler, bu görevlerini uzunca zaman sürdüremezler. 1049 da Peçenek başbuğu Bizansla savaşa tutuşur ve yener, sonra Edirne'ye kadar ilerlerler, ancak kenti alamazlar. Ancak Bizans ordusunda uzun bir süre görev yapan Peçenekler, soydaşları olan Uzlar ve Hazarlarla birlikte, Türklere Anadolu kapılarını açan Malazgirt savaşında (İ.S. 1071) Alp Aslan'a büyük destek verirler.

Ancak bu Hıristiyan Peçeneklerin bir bölümü sonradan İslamlığı seçerler.

Malazgirt savaşının sonucunda sarsılan Bizans içinde Peçenekler yeniden güçlenerek, önceden alamadıkları Edirne'yi ikinci kez kuşatırlar. Daha sonralarıysa dinsel görünümlü bir halk devinimi olan "Bogomil" (İ.S. 1086) devinimine katılırlar. Bunlar soydaşları olan Kumanlarla birlikte Bogomilleri desteklerler.

İ.S. 1087 deyse Macar Kralıyla birlikte İstanbul'a yürüyen Peçenekler İmparator Aleksios komutasındaki Bizans ordusunu yenerler, ancak Kumanlarla ganimet paylaşılması kavgası yüzünden zayıflarlar ve Bizansla barış yaparlar.

Bundan sonra Bizans, Peçeneklere karşı Kumanları kullanma siyasetine soyunur. Bunu gerçekleştirmek amacıyla Kuman Beyleri olan Bönek ve Togurtak'ı İstanbul'a çağırarak, ordusundaki Kuman kökenli subayları da parlak biçimde ağırlayarak Peçeneklere saldırtırlar.

Bu büyük yenilgi Peçeneklerin sonunu hazırlar. Bunlar 1122-1197 yılları arasında Bizans'a altı akın daha yaparlar, ancak sonuçlar önemsizdir. 1197'den sonra Bizans kaynaklarında artık adları geçmez olur. Bir bölümü Macaristan'a yerleşirken, bir bölümü de Rusya'da kalır.

Uz ve Kumanlarla birlikte görülen ve göçebeliği bırakıp yerleşik bir konuma geçerler.

Göç yolları ve Anadolu toprakları dışında tarihten günümüze dek bozulmadan kalmış bir başka Hıristiyan Türk topluluğu da Çuvaş Türkleri'dir.


ÇUVAŞLAR


Çuvaşistan'da yaşayan Çuvaşlarla birlikte, Ruslar ve Kazan Türkleri de aynı ülkede yaşamaktadırlar.

Çuvaş Türkleri kendilerine "Çıvaş" adını vermektedirler. Bu sözcüğün Tatarca "Yavaş" anlamına geldiği biliniyor.

Bu topluluk Orta Volga bölgesinin en eski halklarından biri olarak kabul edilmekte ve kökenleri yönünden eski Bulgarlarla, yerli etnik grupların karışmasından oluşmuşlardır. Bu nedenle eski Bulgar dilini korumaktadırlar.

Prof. Kurat'a göre bunlar İslam olmayan Bulgar köylülerinin ardılları sayılmaktadırlar. Ancak yine aynı kişiye göre bu görüşü destekleyen yeterli kanıtlar bulunmamaktadır.

Barthold'sa, Çuvaş Türklerini, Bulgarların İslam dini ve Arap A, B, C sinden habersiz kalan, Rus, A, B, C sinin kabulüne kadar da yazıya sahip olamayan Bulgarlar olarak düşünmektedir.

Önceleri Şamanist olan Çuvaşların daha sonraları toplum olarak Hıristiyanlık inancını benimsediklerine tanık oluyoruz.

Siyasal yönden Çuvaşlar, 10. yüzyıl başlarında Volga (İdil) Bulgarlarının, 13. yüzyıl ortalarında Moğolların, 14. yüzyılda Kazan Hanlığının, 16. yüzyılda da Rusların egemenliği altına girmişlerdir, korkunç İvan çağında (1530-1584), Çuvaşların büyük bir bölümünün Hıristiyanlığın Bizans-Ortodoksluğu inancını benimsedikleri, ancak bir bölümünün de Şamanist kaldığı bir başka gerçektir.

Çuvaşların kullandığı dil öbür tüm Türk dillerinden ayrıcalık göstermektedir. Konuştukları dil "Yüksek Çuvaşça" (Viryal) ve "Aşağı Çuvaşça" (Anatri) olarak iki kümeye ayrılır.

Dil yönünden Çuvaş dilinin Batı Türkleri kümesini oluşturan Hunlar, Peçenekler, Hazarlar, Tuna ve İdil Bulgarları dilleri kümesine girdiği de bir başka gerçektir.

Hıristiyan Çuvaş Türklerinin Çuvaşistan'da yaşayanları Bizans Ortodoksluğu, Litvanya'da yaşayanları da Romen Katolik inancındadırlar.


YAKUTLAR


Aralarında Hıristiyanlığın egemen olduğu bir başka Türk topluluğu da "Yakut Türkleri"dir.

Kuzeydoğu Sibirya'da yaşayan Yakutlar kendi topluluklarını "Saha" olarak adlandırmaktadırlar. Çok geniş bir alan ve dağınık bir şekilde yaşayan Yakut Cumhuriyetlerinin sahası batıda Natanga'ya, ortalama olarak aşağı Tunguska'ya, güneydeyse Amur ortalarına dek uzanmaktadır. Yerleşim yeri olarak görülen toprakların tümü de Buz Denizi'ne dökülen ırmakların yanlarında yer almışlardır. Yakutların buralara yerleşmeleri yarım yüzyıldan çok zaman öncedir.

Hıristiyanlık yönünden Bizans Ortodoks olan Yakutların içinde Şamanist eğilim ve sapmalara da raslanmaktadır.

Hıristiyanlıkla ilintili görünüm sergileyen daha küçük Türk topluluklarını da bu kesime ekleyebiliriz.


TATARLAR, MOĞOLLAR, KRYAŞENLER, NOGAY BAKLARI


Genelde Tatarlar A) Kazan Tatarları, B) Kırım Tatarları ve C) Batı Sibirya Tatarları olarak üç kümeye ayrılmaktadırlar. "Tatar" adının ilk kez Orhun yazıtlarında geçtiğini görüyoruz. 

Bu dönemdeki Tatarlardan, Yenisey bölgesinde bulunanları Moğolca, Çin Seddi yakınlarında oturanları da Türkçe konuşmaktaydılar. Batıdaysa "Tatar" adı, Moğollara ve azınlıkta olan Moğol tabakasına giren Türkler için kullanılıyordu. Bazılarına göre "Tatar" adı, Moğol birliği içindeki bir Türk oymağının adıdır.

Gerçekteyse Tatarlar, Altınordu'yu kuran Türk boylarının torunları olup, "Kıpçak" olarak da bilinen ve kısmen 8-9. yüzyıllardan başlayarak Moğol çağından daha sonra Ukrayna'nın ve Volga bölgesinin geniş bozkır alanlarında yerleşmiş bulunan bir kuzeybatı Türk boyunun yığılmasından oluşmuşlardır.

Avcıoğlu ' na göre Türk ve Moğollar, aynı benzer yaşam biçimini paylaşan topluluklardır.

14.yüzyıla gelindiğinde Tatarların salt adlarının kaldığını görüyoruz. Bu sıralarda Altınordu'da gelişen tarım ve ticarete dayalı uygarlıkla birlikte İslamlık da gelişir. Bunun nedeni de Orta Volga bölgesinde tarım ve ticarete dayalı bir uygarlık kuran Bulgar Türkleri ve Harizm İslam tüccarlarıdır.

İslamlaşan tabaka arasında yazınsal bir Türk dilinin gelişmesi, Volga kıyısında Eski Saray ve Yeni Saray gibi Türk-İslam kentleri de kurulması, bu gelişmenin sonucudur.

Hıristiyanlıkla ilintili olan Tatarlarsa, Kazan Tatarları olup, 14. yüzyılda kurulan Kazan kenti içinde yerleşik yaşama geçerler. Burada eski Bulgar uygarlığını geliştiren Kazan Türkleri, Baltık denizi ve Orta Asya ticaretinin, öncelikle Haçlı Seferleri ve Kıpçak akınları sonucu Akdeniz'e kayması üstüne, Kiev'den Moskova'ya ve Kuzeydoğu'ya göç eden Ruslara da uzun bir süre yol gösterici olurlar.

Macar asıllı araştırmacı L. Ligeti, Tatarların hıristiyanlığıyla, başka ve yerinde bir deyişle "Hıristiyanlıkla ilintili Tatarlar'a ilişkin yaklaşımda bulunurken, yapıtı içinde şu so¬ruyu sormaktadır:

"Tarihin ışığı altında, Tatar hanlarından hıristiyanlığı kabul etmiş olanlar var mıdır?"

Bu sorusu sonucunda sırasıyla Nasturiliğin çıkışı ve Orta Asya'ya yayılışını açıklarken Nasturiliğin Çinlilerin yanında Türkler ve Moğolların içinde de genişçe yayıldığını kaydetmektedir.

Aynı kişiye göre İ.S. 845'te kökünden yıkılan Çin Nasturiliği, daha sonraları Moğol İmparatorluğunun misyonerlere kapılarını açmasıyla yeniden canlanma göstermiştir.

Moğol egemenliği sırasında oymak olarak tümden hıristiyan olan Türk-Kereitlerden Hıristiyanlık inancı, Moğol Hanının ailesine de geçer. Mangu, Kubilay ve Hülagü Hanların annesinin bir Kereit prensesi olup aynı zamanda gayretli bir Nasturi Hıristiyan olduğu da tarihsel verilerden anlaşılmaktadır. Bunlardan başka Moğol Hanlarının danışmanları arasında da çok sayıda hıristiyan bulunduğu gerçeğin bir başka yanıdır.

Kereit-Moğol ilintili Hıristiyanlık olgusu ve gerçeği yanında "Moğol-Ak Tatar" ilintili gerçek de görmezlikten gelinemez. Göçebe oymaklar arasında ünlü olan Kereitlerden başka "Ongut" ya da "Öngüt" oymağı da özel yere sahiptir.

Öngüt oymağı Batı Göktürk İmparatorluğundan ayrılmış Şa-to Türklerinden oluşmaktaydı. Çin İmparatorluğunda çok hizmetler vermiş olan Şa-to Türklerine  Moğollar "Çağan-Tatar" yani "ak-Tatar" diyorlardı.

Kazan-Tatar Türklerine gelince, bunlar 16. yüzyılda Kazan bölgesinin Rusların egemenliği altına girmelerinden sonra hıristiyanlaşırlar. Bunlardan bir bölümü de "Kreşin" (Kryaşen) adıyla hıristiyanlaşır.

Krayaşen'lerle birlikte anılan bir başka Türk Hıristiyan topluluğu da "Nogay Bakları"dırlar.

Volga Türklerinin çoğunun Sünni - Müslüman olmalarına karşın hıristiyanlığı seçmiş olan Tatar Kryaşenler yanında Nogay Baklan da Çkalov eyaletindeki Yukarı Ural bölgesinde beş ayrı Türk-Hıristiyan köylü oturmaktadırlar.

Yakut Türklerine gelince bunların "Saha" olarak adlandırıldıklarını daha önce söylemiştik.

Bu terim de bugün kullandığımız "Yaka" sözcüğü anlamındadır. "Yakut" sözcüğüyse dilimize Rusçadan geçmiş olup kimi araştırmacılara göre Tunguzca "Yako" sözcüğünden gelmektedir.

Bugün yaşadıkları yerlere 13. yüzyılda gelen Yakutlar büyük bir olasılıkla Orhun yazıtlarında görülen ve Baykal Gölü çevresinde yaşadıkları bilinen "Kurıkan" Türklerinin soyundan gelmektedirler.

Dinsel inanış yönünden Hıristiyan Ortodoks olan Yakut Türkleri arasında Şamanist gelenekler de geçerliliklerini korumaktadırlar.

Konuştukları Yakutça da Genel Türkçeden kopmuş bir dil olarak şu öğelerden oluşmaktadır:

32,5 Türkçe sözcükler

26 Moğolca

%5 Tunguzca ve Samoyetçe sözcükler

% 36,5  Kökenleri bilinmeyen sözcükler

Öbür az sayıdaki Hıristiyan-Ortodoks topluluklar içinde yer alan "Beltirler Müslüman-Sünni, Şamanist ve Hıristiyan-Ortodoks inançlarının aralarında yaygın olduğu "Çolimerler", Yalnız Hıristiyan Ortodoks olan "Tubalar", içlerinde Şaman,  Lama ve Hıristiyan Ortodoks inançlarının yaygın olduğu "Telengetler'i" de sayabiliriz.

Konumuzun bu bölümü içinde sırasıyla Hazarları, Bulgarları, Macarları ve Finleri de söz konusu ederek Anadolu Türk Hıristiyanlığına geçeceğiz. Bu bölümde ilk ele alacağımız Turanlı Türk topluluğu "Hazarlardır".


HAZARLAR


Genel kanı olarak "Hazar Türkleri" Tevrat inancını benimsemiş olan Musevi-Türk topluluğudurlar . Bunların yanında yer alan ..öbür Musevi-Türk topluluğuysa "Karay Türkleri'dir.

Musevi Türklerin tarihini ele almak konumuz dışındadır. Ancak Hazar Türklerinin genelde Musevi inancında olmalarına karşın bir bölümünün Müslüman, bir bölümünün Şamanist ve bir bölümünün de Hıristiyan oldukları göz önünde bulundurularak, bunları "Türk-Hıristiyan" kapsamında ele alacağız.

Hazarlar, doğu Avrupa'da ilk düzenli devleti kurmuş olan bir Türk topluluğu olarak tarih sahnesinde kendilerine özgü yerlerini almışlardır.

Uygarlık yönünden de tüm bozkır Türklerinden daha çok "Uygar ve övgüye değer" sayılmaktadırlar.

Yahudi Ansiklopedisine göre Hazarlar uygar ulusların tüm ayrıcalıklarına sahiptirler. Onların iyi kurulmuş hoşgörülü bir hükümeti, canlı bir ticareti, iyi disiplinli orduları, tüzeli ve geniş görüşlü bir yönetimleri vardır.

Hazarların etnik kökenlerine ilişkin tartışmalar her zaman için olagelmiştir. Bunun nedeni Hazarların İsrail oymakları dışında Museviliği benimseyen tek topluluk olmalarıdır.

Üstelik birçoklarınca bunların İsrail kökenli oldukları da savunulmuştur. Ancak tüm bunlar Hazarların Türk kökenli oldukları gerçeğini ortadan kaldıramamıştır.

Prof. Kurat'a göre Hazarların köken olarak Türk olup Orta Asya'dan geldikleri kesindir,

Bunlar bir süre Hun Devletine bağımlı topluluklar olarak varlıklarını sürdürmüşler ve Attila'nın ölümü sırasında Aşağı İdil boylarında bulunmuşlardır.

Aslında Hazarlar Gök-Türk Devleti'nin en batı ucunda bir Konglomera (Karma topluluğu) görüntüsündedirler. Egemen oldukları alanlar içinde Hunlar, Avarlar, Bulgarlar gibi Türk kökenli ve Slavlar gibi Türk olmayan toplulukların da yaşadıkları bilinmektedir.

Etnik köken yönünden de Ogurlar, Onogurlar ve Kazarlardan oluşmuşlar, kan bakımından da Sabirlerin ardılları sayılmışlardır.

İstahri, Hazarları "Ak Hazar" ve "Kara Hazar" diye iki kümeye ayırır. Hazarların kullandıkları diller Nemeth'in saptamalarına göre Bulgarca, Macarca, Sabirce ve başka diller olup, yazı türleri de Rünik, Yunan, Arap, İbrani ve Kiril alfabeleriydi.

Hazarların dinsel yaşamına gelince, Hazar kağanlığının özelliklerinden birinin de, ülkenin tam bir din hoşgörüsüne sahip olduğudur.

Hazar Türklerinin esas ve eski dinleri olan Şamanlıktan başka şu üç dinin de zamanla aralarına yerleştiklerini görmekteyiz.

Halkın üst tabakasıyla Kağan ve çevresindekiler Karaim mezhebini kabul ettiler.

Ticareti elinde tutan bölüm arasında İslamlık egemendi. Üçüncü önemli ve konumuz kapsamına giren din de Hıristiyanlıktı. Bizans episkoposlarının 8. yüzyıldan kalma kayıtlarına bakılarak (Notitia Episcopatuum), hıristiyanlığın bu zamandan önce aralarında yayıldığını düşünebiliriz.

Bunun böyle olduğunu Slav Havarisi Konstantin Kirill'in 860-861 'lerde "dinsel tartışma" için Hazarların başkenti olan İdil kentine gönderilmesinden anlıyoruz.

Birkaç dinin yaygınlık gösterdiği Hazar ülkesinde, Museviliğin daha çok ağır basmasıyla sonuçlanan ilginç durum öncesi Hazarlar gerçekte Hıristiyanlık ve Musevilik arasında sallanmışlardır.

İ.S. 677-703 yıllarında görev yapan Harran metropoliti İsrail'in çalışmalarıyla, Varasan kentinde yaşayan Hazarlar arasında hıristiyanlığın yayıldığını görüyoruz.

Daha sonraları Hıristiyanlık, Slav elçisi Kirill'in çalışmalarıyla Hazarlar arasında daha da yayılır (İ.S. 851-863). Bu sırada genellikle Bizans sınırında ve Kırım'daki Hazarlar hıristiyan olurlar. Dağıstan ve aşağı İdildekilerse islamlığa geçerler 

Musevilik ve Hıristiyanlık arasında sallanan Hazarlar içindeki iki dinsel ağırlıklı devinim şu tabloyla oluşur: Rus-Bizans savaşı sırasında Hazar kağanı İstanbul'a elçiler yollayarak kendi halkını hıristiyanlığa yöneltmek için dinsel önderlerin gönderilmesini ister. Kağanın Bizans İmparatoruna yazdığı mektup, Bizans kaynaklarına göre şu sözleri içerir:

"Tüm varlıkların yaradanı olan Tanrı'yı eski çağlardan beri tanıyoruz. Şimdiyse Yahudiler bizleri kendi din ve görenekleri için zorluyorlar. Araplar da barış önerip armağanlar vererek bizi kendi dinlerine çekmeye çalışıyorlar".

Bizans imparatorunun kızdığı zamanlarda kendisini "Hazar suratlı" diyerek aşağıladığı ve belki de Hazar soyundan geldiği sanılan Bizans patriği Photius da bu çağrıya dayanarak, Slav alfabesinin yapıcısı ünlü Konstantin Kirill'i Hazar ülkesine yollar.

861 yılı yazında Hazar ülkesine varan Kirill , Hıristiyanlığın üstünlüğünü savunarak Yahudi ve İslam din bilginleriyle tartışmaya girer. Yahudi din bilginleriyle olan tartışmasında üstün gelen Kirill, tüm çabalarına karşın Hazar Kağanına hıristiyanlığı kabul ettiremez. Ancak kağanın yakınlarının da içinde bulundukları 200 kadar kişiler vaftiz olarak hıristiyan olurlar.

Kağan daha sonra Bizans İmparatoruna, şu sözleri içeren bir mektup yollar:

"Majesteleri bize soylu bir kişi yolladı. O, sözleri ve davranışlarıyla bize hıristiyan inancının kutsal olduğunu gösterdi. Hıristiyanlığın gerçek din olduğunu anladık. Vaftiz olmak isteyenleri özgür bırakıyoruz. Biz de yakında hıristiyan olacağımızı umut ediyoruz."

Ancak Hazar Kağanının hıristiyanlığı kişisel olarak benimsemediğini ve Yahudi kaynaklarına göre 740'da Museviliği benimsediğini görüyoruz. Hazarların komşusu Bizans'ta da Hıristiyanlık-Musevilik ikilemli sallantılar vardır. Bu sırada, Bizans İmparatorları, Justinianus I döneminden başlayarak (527-565) yahudilere karşı dinsel baskılar uygularlar. İmparatorlardan Leo III 720 yılında Bizans'ta oturan Yahudilerin tümünün zorla vaftiz edilmelerini buyurunca başkaldıran yahudiler Hazar ülkesine sığınıp, Museviliğin orada etkin ve yaygın olmasına katkıda bulunurlar.

Hıristiyanlık, Hazarlarla bir aşamaya dek yayılmış olup, geniş bir alana yayılamamıştır. Buna karşın Kutsal Kitabın salt Eski Antlaşmasına bağlı olan Musevilik inancı genel ve etkin din durumunu almıştır..

El-Bekri, Hazarların bir dinsel tartışma sonucunda hıristiyanlığın yerine museviliği seçtiklerini söyler. El-Bekri'ye göre Kağan, önce hıristiyanlığı benimsemiştir. Ancak dinsel kuşku içine düştüğünden üç tek tanrılı dinin önderlerini yanına çağırtarak inançlarının ana yönlerini sorar ve sonunda Musevi inancının benimsemeye karar verir. 

Hazar ülkesinde yayılmış olan Musevilik esas Ortodoks Musevilikten ayrı bir görünüm sergilemektedir. Bu inanış biçimi bir yerde Museviliğin "sanki Protestanlığı" özyapılı olup, inanç temeli olarak salt eski antlaşma kitabını (Tevrat) benimseyip, başta Talmud olarak tüm Rabbuni yazılarını reddeder. Buna Museviliğin "Karait" inancı denmektedir. Ancak İ.S. 800'lü yıllarda bu ikinci aşamadaki kaynaklara eğilimli reformların da oluştuğunu görüyoruz.

Konumuzun bu bölümünün başlarında Hazarlarla her ne kadar Museviliğin önde gelen ve yaygın din olduğunu söylemişsek de gerçekte Hazarlarda dört ayrı inancın egemen olduğu apaçıktır.

İbn-Rusta, (10. yüzyıl başları) Hazarların üst tabakalarının Musevi, geri kalanların Şamanist olduklarını söylerken, Mes'udi, Hazar başkenti İdil'deki halkın arasında İslamlık, Musevilik, Hıristiyanlık ve Putatapıcılık inançlarının yaygın olduğunu yazar. Yine Mes'udiye'ye göre İdil'deki yedi yargıçdan ikisi musevi, ikisi hıristiyan, biri Şamanist, ikisi de müslümandır.

Mes'udinin gözlemine göre:

"müslümanlarla Hıristiyanlar söz birliği ederlerse, Kağan kesinlikle bunlara karşı gelemez".

Bu gözlem sonucuna göre her iki inancın da yaygın ve oturmuş olduğu görülüyor.

Hıristiyanlığın, öbür dört din yanında güçlü olduğunu, ülkedeki gözetmenlik (episkoposluk) orunlarının çokluğundan anlıyoruz. 9. yüzyıldan kalma olduğu sanılan "Notitia Episcopatuum" belgesine göre Hazar ülkesinde şu episkoposluklar vardır: Hazar (Karasu-Bazar), Astil (İdil), Hvalis (Harizm), Onuger (Kuban), Retig (Terek, Dağıstan), Hun (Semender), Tamatarh (Tamatarhan).

Oldukça güçlü ve dinsel hoşgörünün yaygın olduğu Hazar Devleti, bir yandan Rus, öbür yandan müslüman ve müslüman olmayan Oğuzlar (Selçuklular) ve Kıpçaklarca (Kuman) kendisine yöneltilen darbeler sonucu çöker. İ.S. 965'te Ruslar, başkent İdil'i yerle bir ederler. Bu devletin yıkılmasında Peçenek ve Oğuzların katkısı da büyüktür.

Siyasal bir güç olmaktan çıkan Hazarlar varlıklarını sürdürürler. Üstelik Rus kaynaklarına göre 986'da Vladimir'i musevi yapmak için Kiev'e misyoner bile gönderirler. Yine Rus kaynaklarına göre Kuman saldırısına karşı Kiev yakınındaki bir Rus kentinin Hazar asıllı İvan'ca savunulduğunu öğreniyoruz. Bu bilgiden sonra Rus kaynaklarında bir daha Hazar adı geçmez olur.

1170-1245 yılları arasında sırasıyla bir Hahamın, bir Moğol çobanın,  Caprini'nin  sözleri  ve  verdikleri  bilgilere göre "Hazar" sözü kayıtlarda geçmeye devam eder. Ceneviz ve Venedik tüccarları da Kırım'dan söz ederken ona "Gazaria" derler. Daha da önemlisi Orta Asya'nın batısında yer alan ve Türk soyunun doğal simgelerinden biri olan Hazar Denizi de, bu Türk devletinin adıyla anılmaktadır günümüze dek.

Hazarlardan günümüze dek gelmiş yazılı kaynaklar olarak, İbraniceyle yazılmış olan iki mektup vardır. Bunlardan ilki Hazar Hakanı Yusuf Harun'ca 960'da yazılarak, Endülüslü Yahudi bilim ve devlet adamı Hasday B. İshak B. Şaprut'a gönderilmiş, ikincisiyse adı bilinmeyen Hazarlı bir Musevice yazılıp, Mısır (Fustat'ta) Kanisat al-Şami'de saklanmaktadır.



MACARLAR


Doğu Avrupa'da yerleşmiş olan Macarlar, gerçekte Türk soyundan gelen bir topluluktur . Bunlar tarihçilere göre Türklerle akraba sayılmaktadırlar. Macar topluluğunun esas çekirdeğini oluşturan öğeler, Türkler ve Fin-Ugorlar'dır. Açıkçası Türkler Macarların babası, Fin-Ugor'larda Macarların anasıdırlar.


Macarlar uzun süre Avrupa'da Türk kültürünün temsilcileri olarak Türk tarihinin bir öğesi olmuşlardır.

En son araştırmalara göre Macarların Fin-Ugor boylarından Mansy'ler ve Onogur'ların karışmalarından doğan bir ulus oldukları ortaya çıkmıştır. Kendilerine günümüzde verilen "Macar" adı da "Mansyeri Agaçeri" adından türeyerek zamanla "Magyeri" ve sonra da "Magyar" yani Macar'a dönüşmüştür.

Yine günümüzde Avrupalılarca kendilerine verilen "Hungar" adı Slavcadaki "Ongur", Latincedeki "Hungarus", Yu-ancadaki "Ungros" şekilleriyle, kuşkusuz Onogur'dan türemiş bir terimdir.

Bir Türk topluluğu olan Macarlar, Ural çevresindeki anayurtlarını bırakarak Doğu Avrupa'ya doğru göç etmişlerdir. Bu göç 460 yılları sırasında, Avar-Sabir darbesinin Ogur topluluklarını Kafkaslara doğru sürdürdüğü zaman olmuştur. Böylece onlar Onogurlarla birlikte Kuban çevresinde bulunan Onoguria'ya, daha sonralarıysa (830 yıllarında) Kafkasya'nın kuzeyinde bulunan bu çevreden Don ve Dinyeper arasına göç etmişlerdir. 889 yılındaki Peçenek saldırıları sırasında Macarların Dinyeper, Dinyester ve Prut çevresinde sıkıştıklarını görüyoruz.

Soydaşları olan Peçeneklerle karışmaları sonucu Macar oymaklarının adlarının birçoğunun Türkçe kökenli oldukları görülmektedir. Türk kökünden gelen Macar oymak adlarından bazıları şunlardır:

Yormatı (Yorulmayan), Kürt (Kar çığı), Ker (Dev) Kesi (Parça), Tarhan ve Ynag (Ünvanlar)

Ayrıca en eski Macar kişi ve yer adlarının da çoğunun Türkçe olmaları ilginçtir, şöyle ki 10. yüzyılda Macarların iki dil konuştukları biliniyor. Bizans imparatoru Konstantin Porfirogennetos'a göre Macarlar Türkçe de konuşmaktaydılar. 

Daha sonra Macarların Doneç akarsuyu sahasında olan Etelközü denilen yerde Arpad adlı bir başbuğun başlarında olarak devletlerini örgütlediklerini görüyoruz. Başbuğ Arpad'ın yönetimindeki Macarların doğudan gelen Peçenek saldırılarına dayanamayarak yeni yurt bulmak amacıyla batıya doğru ilerlediklerini de anlıyoruz.

Bu amaçla Macarlar yola çıkıp 890 yıllarında Kiev Rusya'sının güneyinden geçerek Tissa ve Tuna akarsularıyla Balaton Gölü çevresine yerleşmişlerdir. Daha sonra Macarlar Pannonya, Kuzey İtalya ve Frank devletinin içlerine dek ilerleyerek Avrupa için "Müthiş bir kırbaç" durumuna geldiler. Bu yerleşme sonucunda Avrupa'nın ortasında yarı Asyalı bir topluluk olarak yerlerini aldılar ve göçebelikten yerleşik yaşama geçtiler. Yerleşik yaşama geçen Macarlar önceleri Avrupa için bir yıkım unsuru oldular. İki kuşak süresince oralara Kiev'den Madrid'e, Hamburg'dan Napoli'ye, Paris'ten Atina'ya dek sürekli akınlarda bulundular. Avrupa kiliselerinde Macarların akınlarının durması için dualar yükseltilirken, Almanlar 955'te Macarları durdurdular.

Bu tarihten sonra Hıristiyanlığın Macarlar arasında yayıldığını görüyoruz.

Kral İştvan'ın (997-1038) Hıristiyanlığı benimseyerek onu devletin resmi dini olarak duyurması, Macar toplumu için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Bunun sonucu tüm Türk topluluklarının ortak özelliği olan dinin ve kültürün en ateşli koruyucuları ve yayıcıları olma gerçeği, burada da açıkça görülmüş oluyor. Çünkü aynı durum ve özelliği Türkler için Budizm, Mani ve İslam dinleriyle ilişkili olarak görebiliyoruz. Şöyle ki Rasonyi'ye göre:

"Türklük İslamlığın kılıcı olduğu gibi, Macarlar da kendi deyimleriyle Hıristiyanlığın kalkanıdırlar".

Ayrıca Türk soyundan gelen Arpad sülalesi de Hıristiyanlığa en çok erenler (aziz-saint) veren aile durumundadır.

Avrupa içinde yerleşik duruma gelen Macarların arasında, anayurtları olan Ural'larda soydaşlarının kaldırmalarına değin anılar sürekli olarak yaşıyordu. Kardeşleriyle ilişki ve bağ kurmak isteğinde olan Macarlar, önce 1232 ve sonra da 1235'te, kralları Bala IV. zamanında Dominiken tarikatı rahiplerini oraya gönderdiler. Oraya varan rahip Yulianus onları gerçekten buldu ve meslektaşı olan Rahip Ricardus da bu misyon ve ilişkiyi yazarak tarihe mal etti.

Macarların sonradan buldukları bu Büyük Macaristan (Magna Hungaria) birçok bilgine göre bugünkü "Başkırt" toprağıdır.

Macarların Avrupa'daki yurtlarının bir başka ve üstünde durulacak özelliği de, Devletleri yıkılan Kuman Türkleri'nin kitle halinde yerleştikleri ülke oluşudur.



BULGARLAR


Yanıbaşımızda komşumuz durumunda olan Bulgarların "Türk kökenli bir topluluk" oldukları da zamanımızda hiç kuşkuya yer vermeyen bir gerçek olarak bilinmektedir.

Bu görüşü destekleyen tarihsel veriler sırasıyla: Yakın zaman arkeolojik kalıntılar, Proto-Bulgar dil kalıntıları ve İdil Bulgarlarına ilişkin gömüt (mezar) taşları yazıtlarıdır.

Bulgarlara ilişkin en eski yazılı kaydın, İ.S. 3. yüzyılda yaşamış olan Suriyeli Mar Abas Katinu'ya ait olduğu ve bu kayıt verilerine göre Bulgarların İ.Ö. 149-127 yıllarında Kafkasların kuzeyinde yaşadıklarını öğreniyoruz. Bu en eski kayıttan sonra Bulgarlara ilişkin ikinci kayıt Bizans kaynaklı olup, İ.S. 482 yılına aittir.

Bazı tarihçilere göre Bulgarlar, Çin kaynaklarındaki "Ting Ling'lerden çıkmışlardır. Bu Ling'lerin, Bulgarların ataları sayılan "Onogur'lar olmaları sanılmaktadır. Onogurlar'ınsa 2.ve 3. yüzyıllarda Hun kitlesine karışarak Büyük Göçe katıldıkları, bilinenler arasında.

Büyük Hun imparatorluğu zamanında Bulgarlar Karadeniz'in kuzeyinde bulunmuşlar, Hun devleti dağıldıktan sonra da iki topluluk olarak (Utigurlar ve Kutrigurlar) yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

"Bulgar" terimi, her iki topluluğun ortak adı olup "karışık" anlamına gelen "bulgamak"tan çıktığı sanılmaktadır.

Bulgar toplumunu oluşturan Utigur ve Kutrigur'ların arasındaki sürtüşmeler de çoğu kez göze çarpmaktadır tarihte.

Her iki toplum önceleri İdil ırmağından Tuna boyuna uzanan alanda bulunurlarken, Bizans imparatorlarının bağlaşığı olarak 6. yüzyılda Balkan Yarımadasında bulunan Slav ve Got boylarına karşı savaştıktan sonra, 530, 547 ve 549 yıllarında Tuna boyunda ve Trakya'ya yerleşmeye başladılar.

Bulgarların iki uzun ömürlü devlet kurduklarını da tarihsel kaynaklardan anlıyoruz. Bunlardan birincisi, Tuna boyundaki Küçük Bulgaristan, ikincisiyse İdil Bulgar Devleti.

Bulgarların Bizansla da çok yönlü ilişkileri olmuştur. Onlar İmparator Konstantin Porfirogenetos IV'ü yenilgiye uğratarak 713'de İstanbul'a doğru ilerlediler. 716'da Bizansla antlaşma imzaladılar. 717'de Bizansı kuşatan Müslüman Araplara karşı Bizansı savundular.

Bulgarlar, Türk soyundan olmalarına karşın benliklerini yitirmiş bir toplum oldular sonraları. Çünkü çevrelerinde bulunan Slavlarla evlenerek iki kuşak içinde Slavlaştılar.

Daha sonralarıysa Balkanlara göçen Kuman, Peçenek ve Uzları da aralarında eriterek Slav dili ve bilincinde bir ulus durumuna geldiler.

Bulgarların hıristiyanlığı benimsemeleri konusunda da şunlar söylenebilir:

Tüm Türk toplulukları gibi Bulgarların da ilk inançları Şamanlık olmuştur. Şamanlıktan hıristiyanlığa geçişleriyse pek kolay olmamıştır.

Bulgarlar, hıristiyanlığı benimseme doğrultusunda Roma Katolikliği ve Bizans Ortodoksluğu arasında sanki bir seçim deneyimi geçirdiler. Yeni inancın benimsenişi başlangıcında öldürme ve öldürülme olayları bile oldu . Şöyle ki Bizans, Krum Han'ın Trakya'yı almasından sonra kendi stratejilerinin komutasında bıraktığı hıristiyan Bizans köylü savaşçılarını ayaklandırmaya çalıştığında, hıristiyanlara karşı kırım uygulandı . Krum ve Omurtag, hıristiyanlığın yayılmasına engel olmaya çalıştılar. Üstelik Omurtag'ın hıristiyan olan oğlunu, kardeşi Melemir Han öldürmek zorunda kaldı.

Boris Han'da hıristiyan olmaya karar kıldı. Ancak inanç yolu olarak Roma Katolikliğini yeğledi. Amacıysa, Bizansın, yani Bizans Ortodoksluğunun politik amaçlarla kullanılmasından çekinmesiydi. Ancak mezhep seçiminde politik unsurlar her zaman için büyük etken olmuşlardır. Böylece Bulgarların Roma'ya bağlanmasından Bizans çok rahatsızlık duyar. Bunun sonucu olarak Bizans Bulgarların üstüne ordu gönderir. Bu sıralarda Bulgar ordusu Alman iç savaşlarında rol aldığından, ülkesinin uzağındadır. Bu durumda Boris Han Ortodoks kilisesi yandaşı olur. O'nun İstanbul'a yolladığı elçiler de hıristiyanlığı benimserler. 864-865 yılları içinde imzalanan barış antlaşması sonrasında Bizans İmparatoru, Boris Han'ın vaftiz babalığını bile üstlenir.

"Mişel" adını alan Boris Han da Bulgar kilisesini, Bizans kilisesine bağlar.

Kral'ın buyruğuyla hıristiyanlığa geçen Bulgarlarda, Şamanist ruhu daha ölmediği için, iç karışıklıklar süregelir. Şamanist eğilimli dinsel görünüm ve uygulamalar da her yerde belli olur. Hıristiyan-Ortodoks olan Boris Hansa, Roma Katolikliğiyle ilişkisini kesmiş değildir. 866'da kendisinin Papaya ve Alan kralına elçiler göndererek misyon için dinsel kişiler gönderilmesini ister. Bu arada Şamanlıkla Hıristiyanlık arasında bocalayan halkla ilişkili olarak, Papa'ya 106 soru yönelten mektubunu da yollar. Papa da bu mektubu yanıtlar ve kendisine gönderir.

Bu arada Romen Katolik misyonerlerin çalışmaları da pek başarılı olmaz, çünkü Bizansın baskısıyla Ortodoksluk ağır basar. Üstelik Boris Hanın da Ortodoksluğu yeğlemesi sonunda, Ortodoksluk üstün gelir, Boris Handan sonra tahta geçen krallar Simeon (893-927), Kloyan (1187-1207) ve Asden (1218-1241) zamanında da Roma'ya bağlanma çalışmaları bir sonuç vermez. Bulgar hıristiyanlar böylece Bizans Patrikliğine bağlanır, daha sonraları da tüm Ortodoks etnik topluluklar gibi ulusal-bağımsız kilise durumuna gelirler.

Şamanlık etkilerinden kurtulamadan Ortodoks Hıristiyanlığı benimseyen Bulgar toplumu içinde bu kez de bir sapkınlık (herezi) olan "Bogomilizm" ortaya çıkar. Kurulu sosyal ve klerikal düzene bir tepki özyapısıyla çıkan ve ge¬lişen Bogomil inancı, kilise örgütü ve inancına karşı gelişmeyle kendini belli ederken, tapınak, çarmıh, vaftiz, kilise evliliği, kilise bayramları ve pazar gününü reddetmektedir. Temel olarak iyi ve kötü ayırımından kaynaklanan Bogomilizm, aslında Anadolu ve İran kökenli olup, çıkışı eski düalist devinimlere dayanmaktadır.

Bir Şaman-Türk toplumuyken hıristiyanlaşan, ancak bir bölümüyle de Bogomilliğe eğilim gösteren Bulgarların bir bölümü de İslam inancının benimser.

Volga (İdil) Bulgarları olarak bilinen bu Bulgar toplumuna, 10. yüzyılda Abbasi Halifesi İbn Fadlan İslamlığı yaymak için 922'de geldiğinde, onların arasında zaten İslamlığın yayıldığına tanık olur. İslam Bulgarları konumuzun dışında olması nedeniyle bir başka Hıristiyan Türk toplumu olan Fin-Ogor'lara geçiyoruz.



FİN-OGORLAR


Bugün Finlandiya olarak bilinen topluluğun kökeninin de Turanlı Türk olduğu herkesçe bilinmektedir.

Göçler sonucu Rusya topraklarını geçerek Orta Avrupa'ya kadar sokulan Turanlılar Fin-Ogor adı ile Ural çevresinden Avrupa'ya gelmişlerdir.

Volga ve Oka çevresinin eskiden tümüyle Fin topluluklarınca oturulur olması da bilinenler arasında.

Orhon yazıtlarının yazınsal değeri ve orada yer alan şiirsel yazıların özelliklerinin ve ölçülerinin Kuzey-Eurasya'da yaşamış, ya da oradan çıkmış Türk, Moğol ve Fin-Ogorların eski şiirlerinin ortak özellikleri taşıması da, Fin-Ogor yazınının Türk damgası taşıdığı gerçeğini ortaya koymaktadır.

Gerçekte Fin-Ogorlar eski bir Türk topluluğu olup, Macarların annesi olarak bilinmektedirler. Fin-Ogorların hiçbir zaman büyük bir devlet kuramadıkları ancak atılgan savaşçılar oldukları bilinmektedir. 30 yıl savaşları içindeki etkinlikleri ve Ruslara karşı olan savaşlardaki direniş ruhlarıyla haklı bir ün kazanmışlardır.

Finlerin çok geniş bir yöreye yayılmaları ve Doğu Avrupa'nın kuzey kısmına yerleşerek oranın otokton topluluğu olarak tarih sahnesinde görünmeleri ve kuzey Rusya'daki akarsulara bile kendi dillerindeki adlarını vermeleri (Volga, Oka, Vetluga, Kama gibi), onların etkilerinin üstünlüğünü gösterir.

Fin-Ogorların 8-9. yüzyıllarda başka birçok Türk toplulukları gibi Hazarların egemenlikleri altına girdikleri Kumanların 1087'de Tuna boyuna inmelerinden sonra da Kumanlara bağımlı bir duruma geldikleri anlaşılıyor.

Finlerin Kazan Hanlığı içinde de II. yüzyıldan başlayarak, başka birçok din ve ırktan gelen topluluklarla birlikte bir bütün oluşturdukları da bir gerçektir.

Bugün Avrupa'nın kuzeyinde yer alan bu Türk kökenli insanların yurtlarında genellikle Hıristiyan-Protestan inanışı egemendir. 




YAKUP AYGİL

HIRISTİYAN TÜRKLERİN KISA TARİHİ 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak