İMÂM-I AHMED BİN HANBEL:
Ehl-i sünnetin (Peygamber efendimiz ve
arkadaşlarının yolunda olanların) amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî
mezhebinin reîsi.
Künyesi, Ebû Abdullah'tır. 780 (H. 164)'de
Bağdâd'da doğdu. 855 (H. 241) senesinde bir Cumâ günü Bağdâd'da vefât etti.
İlim öğrenmek için birçok İslâm beldesini dolaştı. Çok sayıda talebe
yetiştirdi.
Ahmed bin Hanbel hiçbir zaman, insanların daldığı
dünyâ işlerine dalmazdı. Ancak ilimden bahis açılınca konuşurdu. (Ebû Dâvûd Sicistânî)
Ahmed bin Hanbel, her hayrı kendisinde toplamıştı.
Çok âlim gördüm, fakat ilimde, verâda (şüphelilerden kaçmada) ve zühdde
(dünyâya rağbet etmemede) Ahmed bin Hanbel pek yüksek idi. (Menha bin Yahyâ)
Ahmed bin Hanbel'in işi, hep âhiretle ilgili idi.
Dünyâ menfaatleri ona yöneldi, fakat o kabûl etmeyip geri çevirirdi. (Nadr bin Ali)
İMÂM-IA'ZAM EBÛ HANÎFE:
Ehl-i
sünnet ve'l-cemâatın ameldeki dört mezhebinden biri. Hanefî mezhebinin
kurucusu.
İsmi Nûmân bin Sâbit bin Zütâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle
ve İmâm-ı a'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. 699 (H. 80) senesinde Kûfe'de doğdu.
767 (H. 150) senesinde Bağdâd'da şehîd edildi. Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh
bilgilerini topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebeb
oldu.
Fıkıh ilminde İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi
mütehassıs görmedim. (Abdullah bin
Mübârek)
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe bir yıldızdır. Karanlıkta
kalanlar onunla yol bulur, hidâyete kavuşur. (Dâvûd-i Tâî)
İMÂM-I MÂLİK:
Ehl-i
sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Mâlikî mezhebinin reîsi.
İmâm-ı Mâlik hazretleri Tebe-i tâbiîndendir. İsmi,
Mâlik bin Enes, künyesi, Abdullah'tır. 711 (H.93 veya 95) senesinde Medîne'de
doğdu. 795 (H. 179)'da yetmiş altı yaşında Medîne'de vefât etti. Soyu, Yemenli
Arap kabîlelerinden Benî Eshâb'a ve Himyerîlerden bir hükümdâr âilesine ulaşır.
İmâm-ı Mâlik, elli sene müddetle ders ve fetvâ vererek insanların mes'elelerini
çözmüş ve kıymetli talebeler yetiştirmiştir.
İmâm-ı Mâlik uzun bir ömür, yüksek bir mertebe,
parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, doğru rivâyet, dindarlık,
adâlet, sünnet-i seniyyeye tâbi bir zât idi. Fetvâ vermede aceleciliği sevmez,
çok kere "Bilmiyorum" der ve, "İlmin kalkanı, bilmiyorum
demektir" buyururdu. (Zehebî)
İmâm-ı Mâlik hazretleri bir hadîs-i şerîf okumak
için abdest alır, edeble diz çökerdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin
bulunduğu bir toprağa hayvanların ayakları ile basıp geçmekten hayâ etdiğini,
utandığını söyleyerek, Medîne-i münevverede hayvana binmezdi. Haksız bir fetvâyı
vermediği için yetmiş kırbaç vuruldu. Muvattâ
adındaki hadîs kitabı pek kıymetlidir. (Taşköprüzâde)
İMÂM-I ŞÂFİÎ:
Ehl-i
sünnetin ameldeki dört mezhebinden biri olan Şâfiî mezhebinin reîsi.
İsmi,
Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osman bin Şâfiî bin Saîb'dir. Soyca Kureyş
kabîlesine dayanıp, anne ve baba tarafından Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellemin mübârek soyu ile birleşmektedir. Künyesi Ebû Abdullah'tır.
Eshâb-ı kirâmdan ve dördüncü göbekten dedesi olan Şâfiî'nin ismine izâfeten kendisine
de Şâfiî denildi ve bu isimle meşhûr oldu. 767 (H. 150)'de Gazze'de doğdu. 820
(H. 204)'de Mısır'da vefât etti. Ömrünü ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirdi.
Çok talebe yetiştirdi.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı a'zam'ın kabrini ziyâret
ettiği zaman ona hürmeten sabah namazında kunut okumayı terk ederdi. (İbn-i Hacer-i Mekkî)
İmâm-ı Şâfiî'nin insanlar arasındaki yeri, gökteki
güneş gibidir. O, rûhların şifâsıdır.
(Ahmed bin Hanbel)
Nice âlim ve fazîletli kimselerle görüştüm, İmâm-ı
Şâfiî hazretleri gibi âlim ve fâdıl bir kimse görmedim. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Selâm)
İMÂMİYYE:
Şiîliğin
kollarından biri.
Hazret -i Ali'nin halîfe olması açıkça emr
olunmuştu, Eshâb bu emri yerine getirmediği için, kafir oldu diyen, Peygamber
efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtından sonra hazret-i Ali ve
sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını meşrû' imâm kabûl eden ve on iki imâma
inanmayı îmânın şartlarından sayan kimselerin mensûb olduğu bozuk fırka,
topluluk. Bu fırkaya, İsnâ aşeriyye de denir.
İmâm-ı Ali'nin sözlerini, Ehl-i sünnet, İmâmiyye ve
Zeydiyye fırkaları incelemiştir. Her biri başka türlü anlamıştır. Zeydiyye ve
İmâmiyye, evliyâlığı inkâr ettiler. (İmâm-ı
Rabbânî)
ÎMÂN:
İnanmak. "Allahü teâlâdan başka mâbud, ilâh
olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu ve Resûlü olduğuna" ve
O'nun Allahü teâlâdan getirdiklerine kalb ile inanıp dil ile söylemek.
Allahü
teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
...Fakat Allah size îmânı sevdirdi. Onu
kalblerinizde süsledi. Küfrü
(îmânsızlığı), fâsıklığı (günâhkârlığı), isyânı size çirkin gösterdi. (Hucurât sûresi: 7)
Hakîkat şudur ki, îmân edenler ve Rablerine güvenip
dayananlar üzerinde onun (şeytanın)
hiçbir
hâkimiyeti yoktur. (Nahl sûresi:
99)
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize insan
sûretinde gelerek; "İmânın ne olduğunu bana bildir" dedi. Peygamber
efendimiz de; "Allahü teâlâya inanmak, meleklerine inanmak, indirdiği kitaplara
inanmak, peygamberlere inanmak, âhiret gününe (öldükten sonraki
hayâta) inanmak, kadere, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna
inanmaktır" buyurarak, îmânın altı şeye inanmak olduğunu bildirdi.
(Hadîs-i Cibrîl-Müslim)
Sizin îmân yönünden en üstün olanınız, ahlâk
yönünden güzel olup, insanlara iyilik yapanlarınızdır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Îmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslümanları
sevmek ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı
Ma'sûmiyye)
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Îmân
edenlerin farzları yapıp, haramlardan kaçınması lâzımdır. Îmân etmek için
kelime-i şehâdet söylemek ve bunların mânâsını Ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdiği şekilde öğrenip, inanmak lâzımdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Îmân muma benzer, Ahkâm-ı İslâmiyye yâni emirleri yapıp yasaklardan kaçmak fener gibidir. Mum ile birlikte fener de İslâmiyet'tir. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız İslâm olmaz. İslâm olmayınca, îmân da yoktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Îmânın alâmeti; küfürden (îmânı gideren şeylerden)
uzak olmaktır. Sadece kelime-i şehâdeti söylemek, îmân etmiş olmak için yetmez.
Îmânlı veya îmânsız ölmek son nefese bağlıdır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Gaybî:
Allahü teâlânın zâtı, sıfatları, âhiret, melekler,
Cennet, Cehennem, Mîzân, Sırat gibi gözle görülmeyen şeylere görmeden inanmak.
Îmân-ı gaybî, îmân-ı şühûdîden (görerek inanmak)
daha üstündür. Çünkü peygamberlerin îmânı, îmân-ı gaybîdir. (İmâm-ı Rabbânî)
Biz gaybe îmân eyledik. Bizim îmânımız, îmân-ı
gaybîdir. Zîrâ biz, Allahü teâlâyı gözümüzle görmedik. Lâkin görmüş gibi
inandık, îmân ettik. Bunda aslâ şüphemiz yoktur. (Kudbüddîn-i İznîkî)
Îmân-ı Hakîkî:
Kalbe
yerleşen, şüphe ve tereddüd karşısında hiç sarsılmayan îmân.
Îmân-ı hakîkînin alâmeti, gevşeklik ve tembellik
olmadan İslâmiyet'in emirlerini kolayca yapma ve yasaklarından kaçınma hâlinin
hâsıl olmasıdır.
Îmân-ı hakîkiye sâhib olan kimse, bütün âlem yâni
dünyâdaki insanlar bir araya gelse, Allahü teâlâyı inkâr etseler, o, inkâr
etmez ve kalbine aslâ şek ve şüphe gelmez. Onun îmânı, enbiyâ (peygamberler)
îmânı gibidir. Böyle îmân, îmân-ı taklîdî ve îmân-ı istidlâlîden üstün ve
kıymetlidir. (Kutbüddîn-i İznîkî)
Tasavvuf yolunda ilerlemekten, nefsi ve kalbi
kötülüklerden ve kötü düşüncelerden temizlemekten maksat; mânevî âfetleri
(tehlikeleri) gidermek, kalbi mânevî hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara
sûresindeki; " Kalblerinde hastalık vardır" meâlindeki dokuzuncu âyet-i
kerîmede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe îmân-ı hakîkî ele geçmez. Bu
âfetler var iken elde edilen îmân, îmânın sûretidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Hılkî:
Allahü teâlâ bütün rûhları yarattığı zaman, onlara:
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, bütün ruhların
"Belâ" yâni evet diyerek Allahü teâlânın Rab olduğunu kabûl edip
inanmaları.
Kâbe yakınındaki Hacer-i Esved'i istilâm
(selâmlama) esnâsında okunan "Allah'ım sana inanır, kitâbını tasdîk eder
ve ahdimizde, verdiğimiz sözde dururuz" duâsının mânâsı, îmân-ı hılkîyi
tâzelemektir. (İmâm-ı Gazâlî)
Îmân-ı İcmâlî:
Kısaca inanmak, Peygamber efendimizin sallallahü
aleyhi ve sellem Allahü teâlâdan ne bildirmiş ise, hepsine inandım, demek.
Mü'min olmak için, inanılacak şeyleri ayrı ayrı
bilmek lâzım değildir. Bunlara, îmân-ı icmâlî ile îmân etmek, inanmak
yeterlidir. Bir kimse böyle inanmakla müslüman olur. Bu sebeble mukallidin yâni
anasından babasından gördüğü, duyduğu gibi, inanıp buna göre ibâdetini
yapanların îmânı sahîhtir, doğrudur. Fakat, sağlam değildir, bunların
îmânlarının sarsılmasından korkulur. (Îmân-ı
İstidlâlî) (Kudbüddîn-i İznikî)
Îmân-ı İstidlâlî:
İslâm dîninin îmân ve ibâdet bilgilerini, emir ve
yasakları bir âlimden veya kitaptan okuyup, öğrenerek, bilerek inanmak.
Îmân-ı
istidlâliye sâhib kişi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehabı hem bilir ve hem amel
eder,
yâni yerine getirir. İnanılacak şeyleri hem bilir, hem başkalarına
bildirir. Bu gibilerin îmânı kuvvetlidir. (Kutbüddîn-i
İznîkî)
Peygamberleri aleyhimüsselâm taklid ederek hâsıl
olan îmân, îmân-ı istidlâlîdir. Çünkü o büyükleri taklid eden kimse,
peygamberlerin bildirdiği her şeyin doğru olduğunu, delilleri görerek aklı ve
düşüncesi ile anlamıştır. Çünkü bir kimsenin gösterdiği yolun doğru olduğu
Allahü teâlânın ona mûcizeler vermesinden anlaşılır... Mantığa dayanarak akıl
ile düşünce ile hâsıl olan îmâna gelince; bu yoldan îmân elde edilebilir. Fakat
peygamberleri aleyhimüsselâm taklid etmeye dayanmadan yalnız istidlâl (akıl
yürütme) ile elde edilen îmân kıymetli değildir. Çünkü o kimse, peygamberlerin
bildirdiklerine değil, akla inanmış olmaktadır. (Ahmed Fârûkî)
Îmân-ı Kâmil:
Olgun îmân. Mü'minlerin ibâdet ederek Allahü
teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçınmak sûretiyle, parlayan, kuvvetli
ve olgun îmânı. En üstün derecedeki îmân.
Bir kimse kendi istediğini din kardeşi için de
istemedikçe, îmânı kâmil olmaz. (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Îmânın kâmil (olgun) veya noksan olması,
ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmân-ı kâmile
kavuşuldu denir. (Ebû Hanîfe)
İbâdetleri, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri
yapmakla îmân cilâlanır, nûrlanır, parlar, yâni îmân-ı kâmil olur. Haram
işleyince bulanır. O hâlde çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı
îmânın cilâsındadır. Kendisinde değildir. Bâzıları cilâlı, parlak îmâna çok
dedi ve parlak olmayan îmândan daha çoktur dedi. Bir hadîs-i şerîfte; "Ebû
Bekr-i Sıddîk'in îmânı bu ümmetin hepsinin toplamından daha ağırdır"
buyruldu. Bu da îmânın nûru parlaklığı bakımındandır. Fazlalık aslda, özde
değil, sıfatlardadır. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı kâmil sâhibi; güzel ahlâklı ve ev halkına
lütfu, ihsânı, şefkati çok olan kimsedir. (İmâm-ı
Rabbânî)
Îmân-ı Kesbî:
Bir kimsenin âkıl (akıllı) ve bâliğ olduktan
(ergen, gusül, boy abdesti alacak yaşa geldikten) sonra ettiği îmân.
Îmân-ı Makbûl:
Mü'minlerin (Peygamber efendimizin söylediklerinin
hepsini beğenip kalben kabûl edenlerin) îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm:
Peygamberlerin
aleyhimüsselâm îmânı.
Îmân-ı Ma'sûm tafsîlîdir. Bunlar inanılacak
husûslara ayrı ayrı îmân ederler. Dinlerinin ilimlerini tafsîlen (geniş olarak)
bilirler. Bâzı hükümlerde ictihâd ederler. Peygamberlere Allahü teâlâdan
doğrusu bildirildiğinden hatâ üzere kalmazlar. (İmâm-ı Birgivî)
Îmân-ı Merdûd:
Münâfıkların (dilleri ile inandıklarını söyleyip
kalben inanmayanların) yalnız dil ile söyledikleri îmân.
Îmân-ı Metbû:
Meleklerin
îmânı.
Îmân-ı Mevkûf:
Ehl-i
bid'atin (yanlış, bozuk inançta olanların)îmânı.
Basîret
(kalb gözü) ile müşâhede ederek, görerek olan îmân.
Dünyâ durdukça ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkça gayba
inanmaktan başka çâre yoktur. Çünkü bu dünyâda hakîkî îmân-ı şühûdîye kavuşmak
mümkün değildir. Âhiret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca,
görerek hâsıl olan îmân-ı şühûdî kıymetli olur. Muhammed aleyhisselâm dünyâda
iken yâni mîrâc gecesinde âhiret âlemine götürülerek baş gözü ile Allahü
teâlâyı görmekle şereflendiği için O'nun îmânı şühûdîdir demek güzel olur.
Çünkü başka mü'minlere Cennet'te ihsân edilecek olan nîmet, O yüce Peygambere
bu dünyâda nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Tafsîlî:
Îmân
edilecek şeyleri ayrı ayrı öğrenerek, bilerek îmân.
Mü'min (inanan) olabilmek için, îmân-ı icmâlî yeterlidir.
Îmânın altı şartına yâni Allahü teâlâya, meleklerine, gönderdiği kitablarına,
peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan
olduğuna, öldükten sonra dirilmeğe, namaz, oruç, hac ve diğer dînî emirlerin
her birine ayrı ayrı inanmakla ise, îmân-ı tafsîlî ile îmân edilmiş inanılmış
olur. (Kutbüddîn-i İznikî, Abdülhâk-ı
Dehlevî)
Îmân-ı Taklîdî:
Bir hocadan veya kitaptan okuyup öğrenmeden ana,
babasından ve etrâfından görüp işittiği gibi inanmak.
Îmân üç kısımdır: İmân-ı taklîdî, îmân-ı istidlâlî,
îmân-ı hakîkî. Îmân-ı taklîdî sâhibi, farzı, vâcibi, sünneti, müstehâbı bilmez.
Ana-babasından gördüğü gibi inanır ve yalnız gördüğü gibi ibâdetlerini yapar.
Bu gibilerin îmânından korkulur. (Kutbüddîn-i
İznîkî)
Îmân-ı taklîdînin kıymetsiz olması, peygamberlerin
aleyhimüsselâm doğru söylediklerini, bildirdikleri her şeyin doğru olduğunu
düşünmeden yalnız anadan babadan ve etraftan görerek hâsıl olduğu içindir. (İmâm-ı Rabbânî)
Îmân-ı Yakînî:
Sağlam,
sarsılmayan, şüphe ve tereddüt bulunmayan îmân, îtikâd.
İMSÂK VAKTİ:
Oruca başlama zamânı. Ufkun bir yerinde beyazlığın
başladığı vakit. Bundan (6-10) dakika sonra beyazlık ufk üzerinde ip gibi
yayılınca sabah namazının vakti başlar.
Orucun
farzı üçtür.
1- Niyet etmek.
2- Niyetin ilk ve son vaktini bilmek,
3- İmsâk vaktinden, güneşin batmasına kadar orucu
bozan şeylerden sakınmaktır. (Kutbüddîn-i
İznikî)
İNÂBE (İnâbet):
Bir
büyüğe, evliyâ bir zâta intisab etmek, bağlanmak sûretiyle yapılan tövbe.
İnâbetin haklarını ve şartlarını elden geldiği
kadar gözetmelidir. Bu işin aslı Ehl-i sünnet vel-cemâate (Peygamber efendimiz
ve arkadaşlarına) uymaktır. (İmâm-ı
Rabbânî)
Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî,
Kapından etme red, bu pûr günâhı.
İnâbet eyleyip geldim kapına,
Yüzüm yere sürüp durup bâbına
(huzûruna).
İnâbe Yolu:
Müridlik. Sâlikin (tasavvuf yolunda) nefsin
isteklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak sûretiyle ve çeşitli sıkıntılara
katlanarak Allahü teâlâya kavuşma yolu.
Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için
riyâzetler (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhedeler (nefsinin
istemediklerini yapmak) çekmek, uğraşmak inâbe yolunda olur. Bu yol müridler
(talebeler) yoludur. (Abdullah-ı Ensârî)
İnâbe yolunda kavuşmak az fakat ictibâ yolunda (Allahü
teâlânın çekip götürmesi) pek çoktur. (Abdülhakîm
Arvâsî)
İNÂD:
Direnmek, muhâlefette (karşı çıkmakta) ısrar etmek.
Kendini büyük görüp, hakkı, doğruyu kabul etmeme.
Allahü teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl
etmemekte inâd edendir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnâd, riyâdan (gösterişten), kin tutmaktan, hased
etmekten (çekememekten) veya hırstan doğar. (Hâdimî)
Ebû Cehl ve Ebû Leheb inâdlarından dolayı Muhammed
aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmadılar. (Şeyhzâde)
İNÂN ŞİRKETİ:
Ortakların
birbirine vekil olup, kefil olmadıkları şirket.
İnân şirketinde ortakların birbirine kefîl olmaları
da ayrıca şart edilebilir. Sermâye hisselerinin eşit olması şart değildir.
Kârın nasıl taksim edileceği bildirilmezse, şirket fâsid olur. İnân şirketi bir
veya çeşitli ticâret işleri yapabilir. Kâr nisbeti (oranı) hisseye göre değil,
şartnâmeye göredir. (İbn-i Âbidîn)
İNÂYET:
Lütuf,
ihsân, iyilik, yardım.
Bu fakirde bu yola girmek arzusu belirince, Allahü
teâlâ inâyetiyle onu Hâcegân yolunun büyüklerinden birine ulaştırdı. Bu azîzin
(Muhammed Bâkî-billâh'ın) sohbetiyle şereflendirip, büyüklerin yolunu nasîb
etti. (İmâm-ı Rabbânî)
Yine Allahü teâlânın inâyeti bu fakîrin hâllerini
kapladı. Bundan sonra bu fakir daha yüksek makâmlara yöneldi. Fenâ ve bekâ makamları
nasîb oldu. (İmâm-ı Rabbânî)
İNBİSÂT:
Açılmak, yayılmak, açık yüzlü olmak, mütebessim
çehreli, sevinçli olmak. Gönül açıklığı, kalb ferahlığı hâli. (Bast)
İNCÎL:
Allahü teâlânın, Îsâ aleyhisselâma gönderdiği ve
sonradan tahrif edilen, aslı değiştirilmiş olan mukaddes kitab.
Bolüs isminde bir yahûdî Îsevî görünüp, yâni Îsâ aleyhisselâma inanmış gibi görünüp, havârîler arasına karıştı. Îsâ aleyhisselâmdan sonra ilk işi, Allahü teâlâ tarafından gelen hakîkî İncîl'i yok etmek oldu. Havârîlerden Barnabas, Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, Bolüs bunun yayılmasına mâni oldu. İncîl diyerek uydurup yazdığı yanlış ve bozuk kitabları her yere yaydı. Şimdiki İncîller birbirine benzemiyor. Katoliklerin, ortodoksların ve protestanların başka başka incîlleri vardır. Hepsi insanlar tarafından sonradan yazılmıştır. Hakîkî Încîl'de Allahü teâlânın bir olduğu, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu, âhir zamanda Ahmed isminde bir peygamberin yâni Muhammed aleyhisselâmın geleceği yazılı idi. (Harputlu İshâk Efendi)
İNFÂK:
Malı, Allahü teâlânın yolunda harcama. Nafaka zekat
gibi verilmesi lâzım olan malı hak sâhibine verme.
Allahü
teâlâ âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) Onlar, hangi şeyi nafaka olarak
vereceklerini sana soruyorlar. De ki: "Maldan infâk edeceğiniz şey,
(öncelikle) ananın, babanın, akrabânın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Her
ne hayır işlerseniz, şüphesiz Allah onu çok iyi bilen (mükâfâtını
veren)dir. (Bekara sûresi: 215)
Onlar ki, (sırf) Rablerinin
rızâsını isteyerek (her zorluğa) katlanırlar, namazı dosdoğru kılarlar,
kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve âşikâr (hayır yoluna) infâk
ederler, kötülüğü de iyilikle savarlar. İşte bunlar (adı geçenler var
ya), âhiret
seâdeti onlar içindir. (Ra'd
sûresi: 22)
Onlar ki, infâk ettikleri zaman isrâf etmezler,
sıkılık (cimrilik) da yapmazlar. (Harcamalarında)
bu
ikisi arası orta bir yol üzerinde bulunurlar. (Furkân sûresi: 67)
Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o
kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak
yoluna infâk eder ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
İNFİTAR SÛRESİ:
Kur'ân-ı
kerîmin seksen ikinci sûresi.
İnfitâr sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). On dokuz
âyet-i kerîmedir. İlk âyetinde geçen ve göğün yarılması mânâsına olan infitar
kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûre, kıyâmet ve âhiret hâllerini anlatmaktadır.
(İbn-i Abbâs, Senâullah Dehlevî)
Allahü
teâlâ İnfitâr sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Göğün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok
oldukları zaman, insanoğlu yaptıklarını ve yapmadıklarını bir bir anlar. (Âyet: 1-5)
Kim kıyâmet gününe, sanki gözleriyle
görüyormuşçasına bakmak isterse, Tekvîr, İnfitar ve İnşikâk sûrelerini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
İN'İKAS:
Tasavvufta bir büyüğün kalbindeki feyz denilen
mânevî ilimlerin talebenin kalbine yansıması.
İNKÂR ETMEK:
İnanmamak,
kabûl etmemek.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bu bizim indirdiğimiz Kur'ân-ı kerîm insanlar için çok hayırlı ve
faydalı bir kelâmdır (sözdür). (Ey Mekkeliler!) Şimdi
onu inkâr mı ediyorsunuz. (Enbiyâ
sûresi: 50)
Kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâyı inkâr etmek, dinsiz olmaktır.
İnanılması lâzım olan bir şeyi inkâr etmek, dinden çıkmaya sebeb olur. (Hâdimî)
Bir kimse, İslâm'ın beş şartından birini inkâr ederse, yâhut alay eder,
saygı göstermezse, neûzü billâh (Allahü teâlâya sığınırız) îmânı gider. (M. Hâlid-i Bağdâdî)
Boyun
eğme, itâat etme.
İnkıyâd, nefsin nehyedildiğinde (dînimizin yasak
olarak bildirdiği şeyleri yapmaması emredildiğinde) nefsânî arzûları bırakıp
öğütleri kabûl etmesi ile mümkündür. (İmâm-ı
Mâverdî)
Fermân-ı aşka cân ile var
inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok
inadımız
(Bâkî)