21 Mart 2025 Cuma

Abbasilerde Birinci Türk Devri Mütevekkil'in (H. 232/846) Halifeliğinden Deylemlilerin Hicri 334/945 Yılındaki Saldırılarına Kadar Olan Dönem

 


Türklerin, bir başka ifadeyle asker ve komutanların devlet işlerini ellerine geçirdikleri bu devri, lranlı vezirlerin hakimiyet döneminden ayırmak için böyle adlandırdık. Bu iki devir arasında birinin bitimi ve diğerinin başlamasını gösteren belirgin bir ayırım mevcut değildir. Tam aksine birinin sona erişi diğerinin başlangıcı ile karışmıştır.


Eski Türkler


Türk milleti birçok kabile, boy ve oymaktan oluşan köklü bir kavimdir. Türkler Orta Asya'da, Hindistan, Çin ve Sibirya arasında bulunan Altay ve Altındağları üzerine yerleşmişlerdi. Romalılar devlet kurucuları olan Rumulus'a ait birtakım hürafelere inandıkları gibi, Türkler de ilk öncüleri hakkında Romalılara benzer bir efsane naklederlerdi. Buna göre Türklerin ilk kumandanı Börtezine (Börtecine), bir kurt tarafından emzirilmişti. Börtecine büyüdüğünde uygarlıktan uzak bir yaşam süren Türkleri çadırları, hayvanları ve tüm ağırlıkları ile alıp götürmüş; kendilerine komşu olan milletlerle -özellikle de Çinlilerle- savaşmıştı. Börtecine vefatından sonra arkasında birkaç evlat bırakmıştı. Çocuklar Çinlilerle yaptıktarı savaşlar sırasında Çin uygarlığını ve şehirlerini görmüşlerdi. Çocuklardan biri benzer şehirler kurmak istemiş ancak maiyetinde bulunan bir kumandan kendisini bu düşünceden vazgeçirmişti. Kumandan hakanına bu konudaki görüşünü şöyle açıklamıştır: "Hakanım! Biz sayıca Çinlilerin onda biri kadarız. Bizim gücümüz ancak serbest yaşamamıza bağlıdır. Kendimizi güçlü görürsek düşmana hücum ederiz. Kuvvetli bulmazsak çöle çekiliriz. Halbuki şehir halkı kafeste yaşar gibi sur içerisinde hapis kalır." Türk hakanı bu düşünceyi uygun görmüş ve şehirleşmekten vazgeçmişti. İslamiyet'in ilk yıllarında Arapların durumu da bundan farklı değildi. Arapların bedevi yaşamları daha sonra cihana hakim olmalarına neden olan en önemli sebeplerden biri olmuştu.

Türkler kabileler halinde çöllerde, yağma, garet ve çadır halkı olarak yaşarken kuvvet ve sayıca her geçen gün çoğalmış, dört yüz bin kişilik bir ordu vücuda getirmiş, bu orduyla Çin, İran ve Romalılara karşı elli sene boyunca savaşmışlar, bu savaşların çoğunda da muzaffer olmuşlardı. Türkler Roma imparatoru Jüstinyen zamanında Romalılarla bir barış anlaşması imzalamış, ondan sonra gelen imparatorlarla da aynı sulhü devam ettirmişlerdi. Her iki millet arasında birçok elçi gidip gelmişti. Türk hakanı Dizabul zamanında Romalılar Altındağı'nda yaşayan hakanın huzuruna özel bir heyet göndererek Kisra Nuşirevan zamanında İranlılara karşı kendisiyle askeri ittifak anlaşması imzalamışlarsa da Nuşirevan'ı mağlup edememişlerdi.

O devre kadar Türkler Türkistan'ın her köşesine yayılmış, bazı kabileler de şehir yaşamına geçmişlerdi.


İslamiyet'ten Sonra Türkler


İslamiyet'in doğuşuyla birlikte İslam orduları dünyanın dört bir köşesine dağılmış, fetihler Türkistan'a kadar ulaşmıştı. Müslümanlar Türkistan'a "Maveraünnehir" adını veriyorlardı. Emeviler zamanında Türkistan'dan Buhara, Semerkant, Fergana, Üşrusene şehirleri teker teker İslam fatihlerinin ellerine düşmüştü. Abbasilerin hilafeti döneminde bu şehirler Müslümanların hakimiyeti altında bulunuyor, halkları da haraç ve cizye ödüyorlardı. Cizye olarak, çoğunlukla ganimet malı veya savaş esiri olan çocuklarını verirlerdi. Türkistan'ın çöl ve bozkır halkından alınan bu çocuklar, esir olarak alınıp satılırdı. Savaşlar sırasında Müslümanların eline ganimet olarak birçok esir geçiyordu. Araplar esirlere "memalik" adını verir, halifelerin saraylarıyla emirlerin konaklarına gönderirlerdi. Arapların hakimiyetlerine boyun eğen diğer milletler gibi esirler de Müslüman olurlar, bir köle ve mevali sınıfı teşkil ederlerdi. Türkler özellikle bedeni güç, kahramanlık ve cesaret, ok atmadaki ustalık, at üzerindeki hünerleri ve sıkıntı ve meşakkate sabır gösterme açısından diğer milletlerden üstün bir konumdaydı. Bilim ve maarifle, özellikle felsefe ve tabii bilimlerle meşgul olmaya neredeyse hiç önem vermezlerdi. İslam medeniyeti devirlerinde Türklerden bilim, eğitim ve öğretimle meşgul olanlar çok nadirdi. Hatta bu halleri halk arasında çok iyi bilindiği için bir Türk'ün tabii bilimlerle meşgul olmasına şaşılırdı. Örneğin ünlü tarihçi lbnü'l-Esir, Rum Selçuklularının atası olan Kutalmış'ın ilm-i nücümdan (astronomi) haberdar olduğunu zikrederken, "Hayret edilecek şeydir ki bu Kutalmış Türk olduğu halde ilm-i nücümu öğrenmiş, gerek bunda, gerek diğer bilimlerde maharet sahibi olmuştu," diyor. Türkler menşeleri, soy ve sopları itibariyle lslam tarihinde birçok isimle anılırlar. Onlar da Araplar gibi birçok kabile ve boya ayrılmışlardı.


 

Abbasi Devletinde Türk Askeri


Mu'tasım ile Türkler


Türkleri asker olarak istihdam eden ilk halife Abbasi halifesi Mansur olmuştur. Ancak Türkler bu devirde henüz devletçe fazla önem taşımayan küçük bir azınlıktı. Asıl nüfuz ve güç hala Horasanlılar ile Arapların elindeydi. Harun Reşid'in devrinde Araplarla İranlılar arasında nüfuz ve güç hususunda yoğun bir rekabet ortaya çıkmış, Emin'in hilafetinin sona erdirilmesiyle birlikte Arapların devlet üzerindeki güç ve otoriteleri sona ermiş, hilafeti ele geçiren Me'mun'un dayıları olan lranlıların devlet yönetimindeki etkinlikleri başlamıştı. Bu refah ve rehavet devrinde Müslümanların artık o eski azim ve metanetleri her geçen gün azalmaya başlamış, uygarlaşmayla birlikte taşıdıkları savaşçılık ve fetih ruhu da sönmeye yüz tutmuştu. Me'mun'un kardeşi olan Mu'tasım daha hilafet makamına gelmeden önce bu olumsuz duygu ve anlayışı göz önüne almış, telafi etmenin yollarını düşünmeye başlamıştı. Kendisinin annesi Türk'tü. Bu nedenle Türkleri çok yakından tanıyordu. Türklerin sözünü ettiğimiz vasıf ve meziyetlerinin çoğuna bizzat sahip bir halife olarak, dayıları olan Türklere duygusal olarak da bağlıydı. Me'mun'un İranlılara meyil ve muhabbeti gibi o da Türkleri seviyordu. Mu'tasım kardeşi Emin'in öldürülmesinden sonra katilleri olan lranlıların cüret ve tecavüzlerinden korkmaya, hayatından endişe duymaya başlamıştı. Kendilerine has asabiyet duyguları ve kahramanlıkları artık yok olmaya başlamış, güç ve kuvvetleri kırılmış, azim ve gayretleri sönmüş, içinde bulundukları rahatlıkla iyice gevşemiş ve uyuşmuş olan Araplara da güvenemiyordu. Söz konusu dönemde kahramanlık ve cesaret gibi üstün özelliklerle bezenmiş olan Türkler, henüz bedevilikten kurtulamamışlardı. Mu'tasım bu önemli noktayı göz önüne alarak kendi konumunu güçlendirmek için Türklerin görevlendirilmesini uygun bulmuş, lrak'ta güçlü kuvvetli, boylu poslu ne kadar Türk köle varsa hepsini satın almış, Türkistan ve diğer bölgelerden de birçok yeni köle getirtmiş, böylece maiyetinde birkaç bin Türk'ten oluşan birlikler kurmuştu. Dinç ve görünüşü güzel olan gençlerden oluşan bu kölemenler, Mu'tasım tarafından ipekli elbise, sırmalı kuşak, sırmalı kılıç askısı vs giydirilerek diğer askerlerden farklı bir kıyafette özel birlikler olarak bizzat halifenin emrine verilmişti. Bunların çoğu Fergana ve Üşrusene Türklerindendiler.

Mu'tasım hilafet makamına çıktığında artık Türkler onun en büyük destekçisiydiler. Her geçen gün sayıları artan Türk askerlerine Bağdat şehri artık dar gelmeye başlamıştı. Askerler henüz şehir yaşamına alışkın olmadıklarından, sokaklardan geçerken halka sataşıyor, önlerine çıkan zayıfları, çoluk çocuğu atlarıyla tedirgin ediyor, korkutuyorlardı. Bu tür olaylar her geçen gün artmış, yol ortasında ölenlere bile rastlanmıştı. Bir bayram günü halife Mu'tasım saltanat alayıyla sarayından çıkmıştı. Yolda bir ihtiyar Mu'tasım'a dönerek, "Ey İshak'ın babası!" diye bağırır. Asker halifeye bu şekilde hitap eden ihtiyarı dövmeye kalkışır. Askerlere engel olan Mu'tasım yaşlı adamı yanına çağırtarak, "İhtiyar! Ne istiyorsun?" diye sorar. İhtiyar, "Çevrenin hukukunu bu kadar ayak altına aldığın için Allah sana layığını versin. Yakınımıza yerleştikten sonra Türk kölemenlerin olan bu yabancıları da getirerek yanımızda iskan ettirdin. Bunlarla çocuklarımızı, yetim kadınlarımızı, dul adamlarımızı öldürttün," şeklinde şikayette bulunur. Mu'tasım tüm bunları dinledikten sonra sarayına döner ve bir sene boyunca atlı alayla birlikte Bağdat'ta dolaşmaz. Ertesi yıl bayram günü gelince saltanat alayıyla saraydan çıkar. Halkla beraber bayram namazını kılar. Daha sonra Bağdat'tan çıkar ve askerine ordugah edinmek üzere bir yer araştırır. Bugünkü Samarra bölgesini bulur. Burayı beğenir ve ordugah edinerek adına da "surre men raa" (gören beğendi ve memnun oldu) der. Mu'tasım Samarra'yı birtakım bölümlere ayırarak, Türk askerini kendi ülkelerinde mensup oldukları kabilelerin durumuna göre burada yerleştirdiği gibi sanayi ve ticaret erbabı için de ayrı ayrı çarşılar tahsis eder. Bunun üzerine yüksek binalar, saraylar yapılır, birçok ev inşa olunur, su kuyuları açılır. Saltanat merkezini Samarra'ya taşıyacağı halk arasında yayılınca sanayici ve tüccarlar da oraya koşarlar. Geçim vasıtaları da böylece her geçen gün bollaşır ve kolaylaşır. Samarra şehri H. 221/835'ten Mutemed'in hilafet devrine kadar Abbasi devletinin başkenti olarak olmuş, halife H. 279/892'de şehri terk ederek Bağdat'a geri dönmüştür.

Halife Mu'tasım, Türk kölemenlerini o devirde geçerli olan askerlik kurallarına uygun olarak tertip etmiş, çeşitli bölüklere taksim etmiş, komutanlıklarını da yine kendi soylarından olan beylere vermişti. Mu'tasım, Türklerden hassa ordular teşkil ederken yalnızca satın alma veya hediye almakla yetinmemişti. Türk beylerine ve şehzadelere de yanına gelip ikamet etmeleri için teşviklerde bulunmuştu. Fergana şehzadelerinden Caf ibn Biltekin bu teşvik sayesinde Mu'tasım'a iltihak eden Türk emirlerinden biriydi. Halife Mu'tasım bu şehzadenin savaşlardaki yiğitlik ve cesaretteki şöhretini işitmiş, diğer birçok bey çocuklarıyla beraber yanına davet etmiş, iltifat ve ikramlarda bulunmuştu. Samarra şehrini kurduğu zaman bunlara birçok mukatalar (araziler) vermişti. Cafın mukataları o bölgede yüzyıllar boyunca onun adıyla anılmıştı.


Mu'tasım Türkleri çevresine topladığı yıllarda, Türklerin çoğu daha önce memleketlerinde yaygın olan Mecusilik ve putperestlik inancına sahiptiler. Yalnızca belli bir kısmı lslamiyet'i kabul etmişti. Gayrimüslim olanlar da halifenin askeri hizmetine girip lslam terbiyesini aldıktan sonra Müslüman olmuşlardı. Bununla birlikte bazıları sırf halifelere yaranmak amacıyla Müslüman oluyordu. Nitekim ünlü Mecusi Türk beylerinden Afşin savaş ganimetlerinden yararlanmak maksadıyla Müslüman olduğunu söylemişti.

Mu'tasım maiyetinde bulunan Türklerin medenileşmelerinden, diğer milletlerle karışarak asabiyetlerini, ikdam ve necdetlerini (yiğitlik ve cesaret) kaybetmelerinden korktuğu için, saf hayat tarzları olan bedevilik veya bozkır kültüründe kalmalarını arzu ediyordu. Bu nedenle onlar için özel olarak Türk cariyeleri satın alıp onlarla evlendiriyor, kendi saf nesillerini devam ettirmeleri için müvelledinden (melez ırk) birinin kızıyla evlenmekten veya bir müvelledi damat edinmeyi onlara yasaklıyordu. Getirdiği cariyelere de muayyen ve sabit maaşlar tahsis ettirmiş ve adlarını devletin kayıtlarına geçirtmişti. Bu yüzden Türk askerinden hiçbiri karısını boşayamaz veya terk edemezdi.


Türk Askeri ve Devlet Düzeni


Mu'tasım'ın bu gayretleriyle Türklerin şevket ve nüfuzları her geçen gün yükselmiş -özellikle Babek Hurremi belasından ülkeyi kurtarıp Amuriye'yi (Eskişehir havalisi) fethederek lslam bayrağını yükselttikten sonra- tamamen devlet işlerini ellerine geçirmişlerdi. Önceleri bütün yetki ve güç İranlıların elindeydi fakat bu sefer Türk beylerinin kontrolüne geçmişti. Nüfuz kısmen İranlı vezirlerin kısmen de Türklerin elinde bölününce devletin durumu tamamen karışmıştı. Bu nazik müddet sırasında lbn Vehb, lbn el Fürat, Ali bin lsa, lbn Mukle gibi önemli devlet adamlarından bazı vezirler büyük şöhret bulmuş, idareyi ele geçirmek, müsadere vb zulümlerle mal ve mülk sahibi olmak hususunda Türk beyleriyle adeta yarışır hale gelmişlerdi. O zamana kadar devletin gençlik dönemi geçmiş, yıkılışa doğru yönelmiş, halifeler zevku sefaya, israf ve eğlenceye dalarak devlet işlerini idareden aciz bir hale düşmüşlerdi. Öyle ki artık halifeler Türklerin desteğini almadan hilafet makamına çıkamıyorlardı. Türkler ise belli bir para veya mevki sahibi olmadan hiçbir iş yapmıyorlardı. Bu yüzden her kim askeri elde edebiliyorsa hakimiyeti de ele geçiriyordu. Artık asabiyetin, cinsiyetin, dini birliğin ve vatanperverliğin tesiri kalmamıştı. Devletin çarkını artık sadece Türkler çeviriyordu. Daha önce belirttiğimiz üzere bunlar, oldukça yiğit, kahraman ve celadetli bir milletti. Bu yüzden hakimiyetin temel ekseni şiddet ve savaşmaktı.

Abbasiler Devleti kurulduğu dönemde askeri güç Muzar ve Yemen'den olan Araplarla İranlılardan oluşuyordu (İranlılardan Murat, Irak ile Horasan'ın doğu bölgelerinden itibaren Ceyhun-lndus Irmağı'na kadar uzayan yerlerden mürekkep olup Huzistan, Fars, Kirman, Mekran, Sicistan, Kühistan, Horasan ve diğer yerleri kapsayan bölge halklarıdır). Bu halk Emevilerden intikam almak veya yönetimi ele geçirmek maksadıyla Müslümanlara yardım etmiş ve arka çıkmışlardı. Bunların büyük kısmı köleliği yaşamamış hür askerlerdi. Kendilerine mevali denilmesi o devrin terminolojisine göre Arap olmadıklarını vurgulamak içindi. Halifeler bunlardan bir kısmını seçip devlet işlerinde kullandıklarından, aralarından birçok vezir, komutan ve alim yetişmiş, üst görevlere tayin olununca kısa süre içerisinde bağımsızlıklarını ilan ederek, Abbasi halifeliğinin manevi gücüne bağlı ayrı birer devlet olmuşlardı.

Mu'tasım hilafet makamına çıkıp da teşvik veya satın alma suretiyle Türk kölemenlere malik olunca devletin askeri kuvvetinin büyük bölümü kölemenlerden meydana gelmişti. Halifeler askerlerin yardım ve desteğine iyiden iyiye güvenmeye başlamış, bazılarını saray hizmetine, muhafızlık veya silahşorluk gibi özel hizmetlerine almışlardı. Bunlardan bir kısmı da devlet mansıplarında kademe kademe yükselerek ordu kumandanları olmuş, devletin gücünü istedikleri gibi kullanmaya başlamışlardı. Bunun bir sonucu olarak devletin siyaseti çoğunlukla Şia'dan olan İranlılardan, çoğunlukla Sünni olan Türklere intikal etmişti. En başta halife Mütevekkil olmak üzere, Abbasi halifeleri tarafından Şia'ya karşı kullanılan şiddet döneminden itibaren Sünnilik Türkler arasında yayılmış ve yerleşmişti. Türkler bu halife döneminden itibaren Sünniliği kabul etmiş ve günümüze kader bu mezhepte devam etmişlerdir.

Türklerin halife saraylarında kontrolü ele geçirmeleri Mütevekkil'in zamanında başlamıştı. Mütevekkil'in H. 232/846'da hilafet makamına çıkıp, Şia hakkında her türlü şiddet ve baskıyı reva görmesi Türklerin daha da güçlenmelerine, devletin dümenini tamamen ellerine geçirmelerine hizmet etmişti. Daha sonra Mütevekkil'in oğlu Muntasır, babasının öldürülmesine onları (veya onlar kendisini) teşvik edince Mütevekkil'i öldürmüşler ve bu hüzünlü olay onların halifelere karşı ilk cüretlerini teşkil etmişti. Türkler Mütevekkil'den sonra Muntasır'ı hilafet tahtına oturtmuşlarsa da, bu halife birkaç aydan biraz fazla hüküm sürdükten sonra işlediği bir cinayetten dolayı büyük bir vicdan azabı çekmiş ve vefat etmişti. Muntasır'dan sonra H. 248'de Müstainbillah, H. 251'de Mu'tezbillah hilafet makamına çıkmışlardı. Ancak bu devre kadar Türklerin baskıları iyice haddi aşmış, kontrolden çıkmıştı. Onların halifelere reva gördükleri zorbaca muamelelere dair kaynaklarda aktarılan hikayelerden biri Halife Mu'tez'le ilgilidir. Söz konusu halife hilafet makamına çıktığı zaman ailesi ve maiyeti halkı, müneccimler getirerek, "halifenin ne kadar yaşayacağını ve hilafet makamında ne kadar kalacağını" sormuşlardı. Mecliste hazır bulunan zürafadan biri kendini tutamayarak söze karışmış, "Müneccimlerden sormayınız. Benden sorunuz. Ben daha iyi bilirim" demişti. "Peki o halde ne kadar yaşar? Saltanat zamanı ne kadar sürer?" diye sormaları üzerine o zat "Türkler ne kadar izin verir ve uzatırlarsa," cevabını vermişti. Bu cevap karşısında mecliste bulunanlar gülmekten kendini alamamıştı.

Türkler söz konusu halife Mu'tez'i feci bir şekilde öldürmüşlerdi. Ayağından sürükleyerek odanın kapısına götürmüşler, topuzlarla döverek gömleğini parçalamışlar, güneşin altında durdurmuşlardı. Taşların sıcaklığına dayanamayan halife sürekli bir ayağını kaldırıp diğerini indiriyordu. Asilerin bazıları bu durumda bile elleriyle ona tokat atıyorlardı. Asi Türkler ayrıca halife Müstekfi'nin gözlerine de mil çektikten sonra ölünceye kadar hapsetmişlerdi. Kahirbillah o kadar fakir ve zavallı bir hale düşmüştü ki, asiler kendisini zindana attıkları zaman üzerinde yalnızca bir cüppenin pamuğu ile ayağında tahtadan bir nalından başka bir şey bulunmuyordu. Türk askerleri bu derece büyük bir kuvvet ve nüfuz elde ettikten sonra halifeleri ellerinde oyuncak etmişlerdi. Asker arasında hakimiyeti ele geçirmek için ihtilaller ve savaşlar patlak verdikçe hangi grup galip gelirse halife de o gruba yönelmeye başlamıştı. Daha önce asker halifeye sadakatini muhafaza için beslenirken askerin kontrolden çıkıp şımarmasından sonra bu kez de tam aksine halifenin askere sadık kalacağına dair yemin etmekle mükellef tutulması doğal bir gelişme olmuştu.

Türkler Abbasi devletinde kontrolü ele geçirince eski memleketlerinde bulunan vatandaşlarından yüzlerce ve binlercesi askerlik yaparak geçimlerini sağlamak amacıyla Bağdat'a akın etmeye, Müslüman olmaya başlamışlardı. Böylece H. 350/961 yılında Türklerden bir defada iki yüz bin çadır halkı Müslüman olmuştu. Her bir çadır beş nüfustan aşağı olamayacağından, lslam'ı kabul edenlerin miktarı bir milyona yakındı. Daha sonra H. 435/1043 yılında Balasagun ve Kaşgar halkından bir defada on bin çadır Müslüman olmuş ve yirmi bin koyun kurban kesmişlerdi.

Söz konusu dönemde Abbasilerin hizmetinde bulunan Türk askeri, Romalılarda Praetorian adıyla bilinen ve Osmanlılarda da "başı bozuk" denilen asker sınıfı gibiydi. Yeterli maddi gücü olan herkes isterse bu hazır gücü istihdam edebiliyordu. Bu yüzden kimin eline hakimiyet geçerse, satın alma veya ücretle görevlendirme yoluyla bu tür köle asker tedarik etme yoluna giriyordu. Bunlar çoğaldıkça zamanla bölükler oluşturulmuştu. Her bölük sahibinin adıyla şöhret bulurdu. Örneğin Ebu's-Sac'a nispetle Saciye, Selahaddin'e nispetle Salahiyye adı verilen gruplar gibi Esediyye, Nizamiyye ve benzeri bölükler de aynı tür askerlerden oluşuyordu. Deylemliler, Buveyhoğulları devrinde Bağdat'ı ele geçirdiklerinde, Türkler ve Deylemlilerle halifelerin kölemenleri veya mevali arasında savaşlar sürüp gitmişti. Bu dönemde Şii veya Sünni olsun hangisi bir devlet kurmuşsa mutlaka Türkleri askerlik hizmetinde istihdam etmişti. Türkler Bağdat ve diğer ünlü lslam şehirlerinden gruplar halinde getiriliyordu. Çoğunlukla buralarda evlenip çoluk çocuk sahibi olmak istemezlerdi. Daima Türkçe konuşurlardı. Nadiren Arapça öğrenirler, ancak kibirlerinden dolayı Arapça konuşmak istemezlerdi.

Vali ve komutanlar maiyetlerinde bulunan Türk askerinin dini farzlar dışında, askeri harekat ve becerilerde de maharet sahibi olmaları için talim ve terbiyelerine çok önem verirlerdi. Dini bilgiler küçük yaşta öğretilirdi. Bir esir taciri Türklerden bir köle getirdiğinde emire veya sultana arz ederdi. Onlar esiri beğenirse satın alır, köleleri arasında onu münasip olan sınıfa dahil eder, yazı öğretmek için tavaşiye (hadım ağalarına) teslim ederdi. Yeni gelen köleye ilk önce Kur'an-ı Kerim'den yetecek kadar ayetler öğretilirdi. Mısır kölemenleri devletinde kölemenlerin her sınıfı için bir fakih tayin olunmuştu. Fakih her gün onların yanına gelir, Kur'an, hadis ve güzel yazı öğretirdi. lslam şeriatının adabına ve namaza alıştırırdı. Kölemenler biraz büyüyünce fakih onlara, lslam hukukundan bazı bilgiler aktarırdı. Köle büluğ yaşına varınca ona harp sanatı, ok atma, mızrak kullanma gibi hünerler öğretilirdi. Ok atma veya mızrak kullanmak için talime çıktıklarında hiçbir asker veya emir onlarla konuşmaya veya onlara yaklaşmaya cesaret edemezdi. Türk köleler savaş sanatı veya biliminde ustalık gösterir ve temayüz ederse yavaş yavaş yükselir, sonunda komutanlardan biri olurdu. Bu son rütbeye vardığında artık ahlak ve terbiyede olgunlaşmış bir konuma gelmiş olurdu. Bazen bunlar arasından fakih, edebiyatçı, şair ve muhasebeciler de yetişmiştir.


Bununla birlikte Müslüman halk, askerlerin şiddet ve öfkesinden korkardı. Askerler bir şehre geldiğinde o şehrin halkına bir korku salarlardı. Çünkü askerler çoğunlukla halkın evlerinde zorla misafir olur, haremlere, çocuklara taarruzda bulunurlardı. Bu yüzden Bağdat ahalisi askerlere karşı oldukça sert, sevimsiz bir nazarla bakar, onlardan nefret ederdi.


Saray Hizmetlileri ve Abbasiler Devletindeki Nüfuzları


Abbasiler devletinde yetişip görevlendirildiği bilinen ilk saray görevlisi veya hizmetlisi Harun Reşid'in özel hizmetçisi Mesrur'du. Ancak onun devrinde hademelerin henüz o kadar büyük bir nüfuz ve etkinlikleri yoktu. Saray hizmetlilerini ön plana çıkaran, onlara ehemmiyet verip sayılarını artırarak etrafında görevlendiren Halife Emin olmuştur. Kendisi halife olur olmaz, birçok tevaşi satın almış, özel hizmetinde görevlendirmiş, gece gündüz yemek ve eğlence meclislerinde ve tüm diğer işlerinde bunları kullanmıştı. Bunların bir kısmına "Ceradiye", Habeşlilerden olanlarına da "Gurabiye" adını vermişti. Aslında Emin bu hizmetçileri kendi canını korumak veya devlet çarkını çevirmek için görevlendirmemişti. Asıl neden kendisinin zevku sefa ve eğlenceye düşkün olmasıydı. Öyle ki bir zaman gelmiş tüm devlet işlerini bir tarafa bırakarak gulamlarıyla halvete çekilip Nevfel, Bedir vs köleleriyle birlikte sefahat alemlerinden kendini kurtaramamıştır. Kadınlara çok fazla iltifat etmediği de kaynaklarda aktarılmıştır. Emin'nin ahlak bakımından bu sefalet ve eğlenceye düşkünlüğü onun sonunu getiren en büyük sebeplerden biri olmuştur.


Hizmetçilerin Nüfuz ve önem Sahibi Olmalarının Sebepleri


Saray hademesi Me'mün, Mu'tasım ve Vasık'ın zamanında özel bir nüfuz ve etkinliğe sahip değildi. Fakat Mütevekkil ve onu takip eden devirlerde Türkler önemli bir nüfuz ve güç elde ederek halifelerin tayinlerinde bile söz sahibi olunca, hatta istemediklerini görevden azledip yaşamlarına son vermeye başlayınca, halifeleri kontrolleri altında tutabilmek için daha şehzadelik yıllarında iken onları saraylarda hapsedip halk ile ilişki kurmalarını engelliyor, böylece onları oldukça cahil ve zayıf bırakıyorlardı. Bundan başka bizzat halifeler de Türklerle işbirliği yaparak kendi hal' veya ölümlerine teşebbüs etmemeleri için bizzat oğullarına veya akrabalarına da kafes hayatı yaşattırıyorlardı. Saltanat hanedanının bireyleri hapis veya gözaltında tutuldukları ortamda hademe ve tavaşilerden başka münasebette bulunacak bir kimse bulma şansları olmadığından, mecburen onları kendilerine yakın dost ve arkadaş edinerek ahlaklarından etkilenir, tecrübelerinden yararlanarak uzun yıllar hizmetlerinde bulundurur, özellikle hiçbir asabiyet meyli hissetmeyen tavaşileri kendilerine en sadık kimseler kabul ederlerdi. Bu yüzden veliahtlar hilafet makamına çıkınca Türklere karşı kendilerine yardımcı ve destek olacak yandaşlar edinmek maksadıyla saray hizmetlilerinin sadakat ve fedakarlıklarını, para veya çeşitli ihsanlarla veya makam ve mansıb vererek kendilerine celbetmek isterlerdi. Bunun sonucu olarak halifeler çok sayıda hizmetli istihdam ederlerdi. Bunlar çeşitli mansıplara sahip oluyor, ikram ve iz'aza mazhar oluyor, halifelerin neredeyse özel müsteşarları konumuna yükseliyorlardı. Saray hizmetlileri ve tavaşiler zamanla o derece büyük bir güce ve etkinliğe kavuşmuşlardı ki Türkler bile bunlardan çekinip korkmaya başlamışlardı. Türklerin lslam dünyasına hakim oldukları dönemde bunlardan bir¬ çokları saray ve konak hizmetkarlığından ordu kumandanlığına ve valiliklere tayin edilmişlerdi.


Hademe Bölükleri ve Sınıfları


Halife saraylarında hizmetlilerin sayısı her geçen gün artınca doğal olarak bunların bazı takım ve bölüklere ayrılmasına lüzum görülmüştü. Her birine özel bir isim verilen hizmetliler, aslen Türk, Habeş, Ermeni, Sind'li, Berberi ve Slavlardan oluşuyorlardı. Bunlar adeta askeri bölükler gibi düzenleniyor, her ferde ayrı maaş ve tayinatlar tahsis olunuyordu.

Aslında hademe sınıfı denilen grup, halife ve valilerin evlerinde ev işleriyle ilgili hizmetlerde kullanılan oğlanlar veya kölelerdi. Satın alınan bu kölelerin içinde dokumacılık, seyislik, hacamatçılık, fırıncılık vb işlerde maharet sahibi olanlar da bulunurdu. Daha sonra amacının dışında olarak, saraylara yapılan hücum ve saldırılara karşı korunması ve savunulması için de bu kölemenler görevlendirilmeye başlanmıştı. Zenginlerin servetlerinin büyüklüğüne göre görevlendirdikleri çok sayıda köle ve cariyeleri olurdu. Bir kölenin fiyatı yüz dinardan bin dinara kadar çıkabilirdi. Bazen bir emirin yanında beş yüz, bin veya daha çok sayıda köle bulunurdu. Örneğin Abbasi devletinin Türk beylerinden Boğa-i Şerabi'nin beş yüz kadar kölesi olduğu gibi Mısır'da Fatımi vezirlerinden Yakub ibn Killis'in hizmetinde de dört bin köle mevcuttu.

Halife saraylarında bulunan kölelere gelince; bunlar "gılman-ı esagir", "gılman-ı hücriye", "rical- i mesafiye", "rical-i rikabiye" gibi her biri özel bir isimle ayrı bölükler oluşturuyorlardı. Bunlarla Türk kölemen askeri bölükleri arasındaki fark asker olanların Beyt'ül-malden tahsis olunmuş resmi maaşlı asker olmalanydı. Bunların bir kısmı sıradan köleydi. Gılman ise halife veya valilerin özel hizmetinde veya saray konaklarının muhafazasında görevlendirilen köleler anlamına geliyordu. Bunların maaşları efendilerinin cebinden ödenirdi. Bununla birlikte bazen hademe bölükleri gerekli görüldüğünde askeri bölüklere çevriliyor veya devlet hizmetleriyle hükümet askerleri birleştiriliyordu. Bazen de halifeler düşmanlarına karşı daha güçlü olabilmek için önceden belirlenmemiş köleler satın alırlardı. Çok defa hademe bölükleri, bağlı oldukları halife veya emirleri tahakkümleri altına alarak istedikleri gibi icraatta bulunmaya cüret edebiliyorlardı. Halifeler bazen bu inatçı asileri diğer bölüklerin desteği ile mahvedip yok etmek zorunda kalıyorlardı. Bunun dışında halife saraylarında bir sınıf tavaşi hademe mevcuttu. Bunlar çoğunlukla harem dairelerinde görevlendirilirdi. Sayıları oldukça fazla olan bu çeşit görevlilerin çoğu zenciydi. Bağdat halkı bunlara alaycı bir bakışla bakar, süs ve kıyafetlerine güler, yollarda onlara sataşırlar, iğneleyici ve alaycı sözlerle eğlenirlerdi. Bu biçareler o gibi muamelelerle karşılaştıkça halifelere şikayette bulunurlardı. Halife Mu'tezit zamanında bu yüzden halkın başına bir bela da gelmişti. Şöyle ki: Bağdat halkından bazıları H. 84/703 yılında siyah tavaşilerden birkaçına sataşma ve saldırıda bulunmuşlardı. Tavaşiler de hep birlikte halife Mu'tezit'e müracaat etmişler ve karşılaştıkları bu kötü muameleler ve baskılardan dolayı şikayetçi olmuşlardı. Bunun üzerine halifenin emriyle halktan bazı kişiler yakalattırılmış ve dayakla cezalandırılmışlardı. Her şeye rağmen tavaşiler çok defa devlette ümera payesine kadar yükselebilmişlerdir.


Hademeler Arasından Çıkan Komutanlar ve Vezirler


Saray hizmetinde çok sayıda hademe görevlendiren ve onların makam ve derecelerini yücelten ilk Halife Muktedir Billah'dı. Kendisi H. 295/907'de hilafet tahtına oturduğunda maiyetinde Rum ve siyahilerden olmak üzere 11.000 hademe vardı. Sınırsız para ve mücevhere sahip olan bu halife saray hizmetlileriyle birlikte 25 yıl halifelik yapmış, halifeliğin eski haysiyet ve nüfuzunu iadede başarılı olmuştu. Bu halife görevlendirdiği hizmetlileri yüksek makamlara kadar çıkartıyor, en önemli ve gizli işlerde kendisine yardımcı yapıyor, komutanlık ve benzeri önemli mansıpları onlara vermekten çekinmiyordu. Daha önce de belirttiğimiz gibi Munis Hadim bu halifenin devrinde yetişen meşhurlardan biriydi. Halife Muktedir, Munis'e yüksek bir makam vermiş, adeta kendisine müsteşar yapmıştı. Munis de bu teveccüh ve itimattan istifade ederek devlet işlerinde dilediği gibi icraatta bulunmaya başlamış, serdarlık ve emir-ül ümeralık payelerine de nail olmuş, devlet hazinesinin gelir giderlerini kontrol etmeye başlamış, kısacası devletin her işine el atmıştı. Tüm bunlarla beraber Muktedir'e bir¬ çok önemli hizmetlerde bulunmuş olan Munis'in daha sonra halife ile arasında bir soğukluk oluşmuş, zamanla ikisi arasında mücadele noktasına ulaşmış ve yapılan savaşlar Muktedir'in ölümüyle sona ermişti. Muktedir'in kesik başı Munis'e götürülüp gösterilince Munis üzüntüsünden ağlamaya, yüzüne dizine vurmaya başlamıştı.

Halifeler hem kendi hayatlarını muhafaza veya eski güçlerini geri alıp takviye etmek hem Türk askerinin baskı ve zorbalığına karşı durabilmek için hademe ve tavaşileri kilit makam ve mansıplara getirmeye mecbur olmuşlardı. Bu durum yalnızca Abbasilere özgü bir özellik olmayıp o devirde yaşayan tüm lslam devletlerinde geçerli olan bir haldi. Aslında bu durum lslam düzeninin getirmiş olduğu yeniliklerden değildi. Saray hizmetlileri tüm eski devlet ve uygarlıklarda çok önemli rol oynamış bir sınıftı. Örneğin Roma devrinde azatlı Stephen (Stefan) devlet yönetimini kendi baskıcı yönetimine almış ve istediğini öldürme, görevlendirme veya azletmede dilediğini yaptığı gibi tavaşi Solomon (Süleyman) ve diğerleri de benzer bir nüfuz ve güç elde etmişlerdi. lslam devletinde saray hademesi iken komutanlık, valilik ve maliye nazırlığı gibi yüksek mansıplara terakki ederek büyük şöhret kazanmış birçok şahıs vardır. Örneğin Abbasi halifelerinden Mu'tezid'in kölesi olan Bedir serdarlığa yükselerek adını kalkanlara ve bayraklara yazdırmış, efendisinin hizmetinde fedakarane bir gayret göstermiş ve nihayet 289/901'de efendisi uğruna canını feda etmişti. Yine aslen bu tür kölelerden olan Beckem de Abbasi devletinin en yüksek rütbesi olan emiru'l ümeralığa kadar yükselmişti. Fatımilerin serdarı olup hicretin 4. yüzyılı ortasında Fatimiler adına Mısır'ı fethedip Kahire'yi kurmuş olan Cevher de Rum asıllı bir köleydi. Fatımi hanedanı erkanı bu adama o derece bir saygı gösterirlerdi ki kendisi Mısır'ı fethetmek amacıyla Mağrip bölgesinden ayrıldığı zaman, halife Muiz'in oğulları ile akraba ve yakınları atlarından inerek Cevher'e olağanüstü bir saygı göstermek üzere yanında yaya yürümüşlerdi. Cevher'den önce tavaşi bir siyahi olan Kafur da, Mısır'da hükümet işlerini ele almış, H. 355 yılında bağımsızlığını ilan etmişti. Aslen Munis Hadim'in kölesi olan tavaşide devlet makamlarında adım adım ilerleyerek valiliğe yükselmiş, devletin idari işlerini düzene koymuştu. Saray nazırı olan Bercevan da beyaz bir tavaşi iken Fatımi meliklerinden Azizbillah'la Hakim Biemrillah'a vezirlik yaparak devlette ilk kez "eminü'd-devle" lakabını elde etmişti. Selahaddin Eyyübi'nin başveziri olan ünlü tavaşi Karakuş da Eyyubi devletinde yüksek makamlara yükselmiş biriydi. Büyük Türk komutanlarından olan Amidülmülk bir tavaşi olduğu gibi, Tolunoğulları devrinde Mısır ve Şam'ın posta nazırı olan Şakir Hadim de bu tür hizmetlilerden biriydi. Fatımi devletinden Muteminu'l-hilafe de tavaşi bir köleydi. Endülüs Emevi devletinde Slavların, Selçuklular ve Buveyhilerde ve diğer çağdaş İslam devletlerindeki hademe ve tavaşilerin konum ve etkinlikleri de bunlardan farklı değildi.


Devlet idaresinde Kadınların Etkisi


Kadınların hangi sınıfta, hangi yüzyılda ve hangi millette olursa olsun erkeklerin işlerinde her zaman büyük etkileri ve müdahaleleri olmuştur. Bununla birlikte milletlerin gelenek, görenek ve ahlaklarına göre bu etki bazen azalmış bazen çoğalmıştı. Kadınlar padişahlık gibi mutlakiyetle idare olunan devletlerde daha da etkindirler. Bazı İslami devletlerde kadınlar mümkün mertebe yönetim işlerine karıştırılmamaya çalışılmış, onlarla istişare yapmak bir zaaf ve fesat nedeni gibi algılanmış, ama buna rağmen yine de kadınların tesir ve nüfuzundan kendilerini kurtaramamışlardır. Müslümanlar arasında yetişen büyük adamların hemen hepsi de kadınların duygusallığından kaynaklanan zaaflarını ileri sürerek, kadınlarla istişare edilmemesini, idare ile ilgili işlere karıştırılmamalarını tavsiye etmişlerdi. Halife Mansur oğlu Mehdi'ye hitaben yazdığı vasiyetnamede, "Sakın kadınları işlerine karıştırma!" demişti. Fakih ve muhaddislerin önde gelenlerinden Şüreyk de, "Kadınlara itaat ve boyun eğmek, kıyametin yaklaştığına delalet eder," dediği gibi Hz. Ebubekir de, "İşlerini kadınlara bırakanın sonu zillet ve hüsrandır," demiştir. Kadınlarla istişare edilmemesine dair Hz. Ali'nin de birçok sözü vardır. Fakat bunca uyarılara rağmen kadınlar devlet idaresinde hemen her devirde etkin olmayı başarmışlardır.


Halifelerin Anneleri


Kadınların devlet işindeki etkileri lslamiyet'te validelerin konumu ve etkinliği türündendi. Kadınların devlet umuru üzerindeki etkileriyle alakalı örneklerin çoğu, halife validelerinin oğulları üzerinde, -özellikle halifelerin saraylara kapanıp hademe ve kölelerin sözleriyle hareket etmeye başladıkları zamanlarda- icra ettikleri nüfuz da göze çarpar.

Abbasilerin kuruluş yıllarında bile kadınların oldukça aktif olduğunu görüyoruz. Özellikle saray kadınları ve halife anneleri bu işte başı çekmişti. Bunun ilk örneği Hadi ve Harun Reşid'in validesi olan Hizran isimli kadındı. Aslen bir cariye olan bu valide sultan, son derece büyük bir kudret ve nüfuz sahibi olmuştu. Öyle ki oğulları olan halifeler bile kendisinden korkarlardı. Karşı geleni çekinmeden öldürtürdü. Hizran, kocası Mehdi'nin zamanında da etkin bir konumdaydı. Mehdi onun sözünü ve hatırını kıramazdı. Daha sonra oğlu Hadi'nin döneminde daha önce kocasının zamanındaki aktivitesini tekrar elde etmeye çabalamış, dört ay geçmeden onun kapısı halkın başvuru merkezi olmuştu. Doğal olarak oğlu halife Hadi bu durumdan rahatsız olmuş, gönlü kırılmıştı. Bir gün annesi Hizran bir iş için kendisine müracaat eder. Hadi annesinin istediği işi yerine getirmeye imkan bulamaz. Annesi, "Mutlaka bu işi yapmalısın. Çünkü bunun için Abdullah bin Malik'e söz verdim," der. Hadi öfkelenerek, "Bu habis adama yazıklar olsun! Zaten işin onunla ilgili olduğunu anlamıştım. Asla bu işi yapmam," karşılığını verir. Bunun üzerine Hizran oğluna, "Senden bir daha hiçbir şey istemem," der. Hadi de, "Umurumda değil," cevabını verir. Hizran gücenmiş bir halde kalkıp gitmek isteyince Hadi validesine bağırarak: "Dur gitme! Eğer komutanlarımdan veya devlet görevlilerinden birinin sana müracaat ettiğini işitir de onu öldürmez ve mallarını da hazineye devretmezsem Allah'ın resulüne olan yakınlığımdan mahrum olayım. Kapına gelip giden bir sürü insan da nedir! Seni meşgul edecek bir işin, dini vazifelerini sana hatırlatacak bir mushafın, seni koruyacak bir evin yok mu? Kapını bir Müslim veya gayrimüslime açtığını sakın görmeyeyim!" tehdidinde bulunur. Hizran öfkesinden neredeyse aklını kaybetmiş gibi halifenin yanından çıkıp gider ve bir daha oğluyla konuşmaz. Hadi bir gün devlet adamları ve özel maiyeti yanında bulunurken onlara, "Ben mi daha fazla muhteremim, siz mi, yoksa validem mi, yoksa sizin valideniz mi?" şeklinde bir soru sorar. Onlar da, "Sen ve validen daha muhteremsiniz," cevabını verirler. Bunun üzerine Hadi, "Hanginiz validenizden söz edilmesini, filanın validesi şöyle yaptı böyle yaptı denilmesini arzular?" diye sorunca "hiçbirimiz arzu etmeyiz," derler. Hadi, "O halde ne hakla validemin yanına gidip sözlerini şuraya buraya naklediyorsunuz?" ihtarında bulunur. Bu ihtar artık kimsenin Hizran'ın kapısına uğramaması için yeterli olur. Hizran bu sebepten dolayı Hadi'ye karşı büyük bir kin ve garaz duymaya başlamış, daha sonra kardeşi Harun Reşid'i veliahtlıktan ihraç ve oğlu Cafer'i onun yerine tayin etmek istediğini anlayınca cariyeleri vasıtasıyla ağzını kapattırıp üzerine oturarak onu öldürtmüştü.

Harun Reşid halife olunca Hizran tekrar eski gücünü ele geçirmiş ve büyük servet sahibi olmuştu. Yıllık geliri 160 milyon dirheme ulaşmıştı. Bu miktar Abbasi devletinin haraç gelirinin yaklaşık yarısı kadardı. Hizran ölünce halife Harun Reşid bu büyük serveti uygun yerlere dağıtmıştı. Diğer halifelerin annelerinin servetleri de bununla kıyaslanabilir. Devlet sultasını elinde bulundurma açısından ilginç bir örnek, Türk asıllı bir cariye olan Muktedir'in annesidir. Bu kadın oğlunun halifeliği devrinde devlet adamları üzerinde müthiş bir güç ve etkinliğe sahip olmuştu. Kendisi mabeyncileri ve saray hizmetlileriyle birleşerek oğlunun yerine devlet işlerini kendi keyfine göre idare ediyordu. Vezirler kendisinden çok çekiniyor, adını duyunca korkudan titriyorlardı.

Hicri 251 yılında, Müstainbillah'ın annesi de devlet işlerinde benzer bir güce sahip olmuştu. Müstain aslen Sicilyalı olan validesi ile Türk komutanlarından Atamış ve Şahin Hadim'i devlet işlerinde tam yetkili kılmıştı. Her taraftan devlet hazinesi adına toplanan gelirlerin büyük kısmı bu üç kişinin cebine akıyordu.

Abbasilerde kadınların devlet üzerindeki hüküm ve nüfuzları Muktedir'in devrinde en yüksek dereceye ulaşmıştı. Bunun sebebi mabeyncilerle saray hizmetlilerinin söz konusu dönemde nüfuz ve otoriteyi ellerinde bulundurmalarıydı. Muktedir'in annesi Seyyide ile Hale ve saray hazinedar ustası Ümmü Musa el Haşimiye o devirde şöhret bulmuş kadınlardandılar. Bu üç kadın hademe-i hassa'dan Musa, mabeynci Nasr, katipler, diğerleri ile işbirliği yaparak rüşvet alıyor, istedikleri gibi işlerini yürütüyordu. Ümmü Musa o derece nüfuz ve deha sahibi bir kadındı ki Abbasilerden veya damatlarından birine hilafet makamını bile söz vererek, amacına ulaşmak için kumandanlara ve diğer devlet adamlarına külliyetli paralar vermek cüretini gösterebiliyordu. Fakat bu yolsuzlukları fark edildiğinden halife Muktedir kendisini yakalatmış, hazinesinden büyük miktarda para çıkartmıştı. Abbasilerde diğer saray kadınlarının da etkinlikleri bundan farklı değildi. Kadınların bu sultası mevalinin sulta ve etkinliği gibi kabul edilirdi. Bunun nedeni söz konusu kadınların çoğunun Arap olmamasıdır.


Abbasi Devletinde İşlerin Karışması Güç ve Sulta Üzerinde Rekabet



Abbasiler altın çağlarına ilk halifeleri Harun Reşid ve Me'mün'un zamanlarında, İranlı vezirler ve bilhassa Bermekilerin himmet ve gayretiyle ulaşmıştı. Bu kişilerin devrinde devletin şan ve şevketi büyümüş, hakimiyet bayrağı o zamanın tüm uygar memleketleri üzerinde dalgalanmıştı. lslam devleti doğuda Hindistan, batıda Atlas Okyanusu, kuzeyde Sibirya ve Hazar Denizi, güneyde ise Hint Okyanusu'yla Nube topraklarına kadar uzanıyordu. Fakat Bermeki vezir ailesi ortadan kaldırılıp zamanla Türk askeri hükümet işlerini kontrollerine alınca, devlet - özellikle Mütevekkil'in halifeliğinden sonra- büyük bir anarşi içine düşmüştü. Türk kölemenlerin kendisini öldürmesi, sonraki halifelere karşı yaptıkları kötü muameleler, onları hal', nasb veya katletmeleri, gözlerine mil çekmeleri gibi eylemler bu anarşinin ilk örneğini oluşturmuştu. Bu yüzden halifeler devletin başında oldukları, kendi namlarıyla emirler verdikleri halde hükümet işlerini idareden aciz kalmışlardı. Devletin en mühim işleri vezirler, kumandanlar, saray görevlileri, mevali ve kadınlardan oluşan güç odaklarının, kısacası vezir ve komutanların etkisi ve yönlendirmesiyle icra olunuyordu. Halifeyi en fazla memnun eden, yahut kurnazlık ve hilekarlıkta en becerikli olan her kimse, gücü ele geçiriyor, işlerin idaresini tasarrufuna alır almaz servet toplamaya koyuluyordu. Çünkü nüfuzunu kötüye kullandığı halifenin iktidar mevkiinde kalıp kalmayacağından emin değildi. Veya düşmanlarının fitne ve desiseleri nedeniyle azlolunmaktan korkardı. Bu durumda özel mal varlığı olmaz ise görevden alındıktan sonra zillet ve yoklukla yaşayacağı belliydi. Bununla birlikte komutanlar tehdit veya gammazlıkla da sultalarını devam ettiriyor, bu hal şahıs ve ortamın değişmesine bağlı olarak çeşitli şekillerde kendini gösteriyordu. Velhasıl devlet otoritesi, vezirlerle komutanlar arasında kaybolmuştu. Bu iki sınıf, devlet ileri gelenleri kontrolü ele geçirdikleri dönemde onlardan topladıkları paradan başka hizmet ve çabalarına karşılık ayrıca bir mükafat beklemezlerdi. Çünkü göreve getirilmelerinden iki sene sonra azl, hapis veya katl yoluyla siyasi hayatlarına son verileceğini biliyorlardı. İktidarı ele geçiren bir vezirin her ne şekilde olursa olsun para toplamak ve servet edinmekten başka bir şeyi düşünmeyeceği ve devrin en büyük veziri olan lbnü'l Murat'ın, "Hükümet işlerini doğru yaparak tıkamaktansa hatalı da olsa yürütmek daha iyidir," kuralına uygun olarak ileride ortaya çıkacak kötü sonuçlara asla önem vermeyeceği ortadaydı. Halifeler de vezirlerinin bu hırs ve açgözlülüklerini iyi bildiklerinden, birini azlettiklerinde tüm mal ve mülküne de el koyar, bir başka deyişle müsadere ederlerdi. Zamanla bu müsadere usulü bütün hükümet memurlarına hatta halka kadar yayılmış, devlet için başlı başına bir gelir kaynağı haline getirilmişti. Valiler halkı, vezir valileri, halifeler ise vezirleri ve her sınıf halkı müsadere ederdi. Öyle ki müsaderelerin bu derece yayılması üzerine diğer hükümet daireleri gibi müsadere malları için de özel bir nezaret kurulması zaruri hale gelmişti. Ticaret dünyasında para nasıl elden ele dolaşıyorsa, müsadere yoluyla da aynı şekilde şahıstan şahsa intikal ediyordu.



Abbasi Devleti'nin Bölünmesi


Abbasi Devleti'nin yukarıda açıkladığımız şekilde İranlılarla Türkler, vezirlerle asker veya devlet hizmetlileriyle kadınlar arasında fesat ve anarşiyle içine düştükleri baskı, zulüm karşısında halifelerin eski ihtişam ve güçleri kalmayınca, kendilerine bağlı olan eyalet valileri birer birer merkezi otoriteden ayrılarak bulundukları bölgelerde bağımsızlıklarını ilan etmiş, gelirleri kendi hazinelerine aktarmaya cesaret etmeye başlamışlardı. Bağımsızlıklarını ilk ilan eden valiler hilafet merkezinden en uzak bölgede hüküm süren valilerdi. Bunlardan ilki Kuzey Afrika valisi olan İbrahim ibn Agleb'di. H. 184 yılında bağımsızlığını ilan eden bu valinin bağımsızlığının nedeni kötü idare ve merkezi otoritenin zaafından ileri gelmemişti. Bağımsızlığını ilan ettiği dönemde Abbasi devletinin başında Harun Reşid gibi son derece güçlü bir halife vardı. Abbasiler devletlerinin en görkemli dönemini yaşıyorlardı. Bu valinin bağımsızlığının en önemli sebebi bulunduğu bölgenin hilafet merkezinden çok uzak olmasıydı. Devlet işlerindeki karışıklık veya halifelerden kaynaklanan otorite boşluğu nedeniyle bağımsızlığını ilan edenler, önce İranlılar, sonra Türkler ve Kürtler olmuştu. Bu milletlerin halifeler üzerindeki baskı ve hakimiyetleri de aynı sıraya göre gerçekleşti. Her biri önce valilikten başlamış, zamanla emir, melik veya sultan olmuştu. İranlılardan bağımsızlığını ilan eden valiler önce küçük emirlikler daha sonra büyük devletler kurmuşlardı. Türkler ve Kürtler de aynı şekilde hareket etmişlerdi. Aşağıda önce Abbasi devletinden ayrılan İran asıllı yönetimleri, daha sonra da Türk ve Kürt asıllı beylik veya devletleri göstereceğiz. 


Abbasilere Bağlı Bulunan Fars Hükümetleri


İranlılar İslam hilafetini ele geçirip Me'mün'a teslim edince, doğal olarak halife yanındaki konumları ve devlet yönetimindeki etkinlik ve güçleri daha bir artmıştı. Halife Mu'tasım'dan sonra bu kez de Türkler halifeleri kontrolleri altına almışlar, yönetimdeki İran nüfuzunu ortadan kaldırmışlardı. İranlılar hilafet merkezinde kaybettikleri nüfuzlarını, ellerinde bulunan valiliklerin bağımsızlıklarını ilan etmesi suretiyle telafi etmeye çalışmışlardı. Bununla beraber bağımsızlıklarını ilan eden valiler yine de Abbasi hilafetini tanır, halifenin dini hakimiyeti altında saltanatlarını sürdürürlerdi. Bu şekilde Abbasi Devleti'nden ayrılan çeşitli devletçikler türemişti.

Iran asıllı olanların kurdukları devletler, bu devletlerin kuruluş tarihleri ve kurucularının isimleri şöyledir:

Devletin Adı idare Merkezi Hak. Müddeti Kurucusu

Tahiriler Horasan H. 205-259/M. 820-872 Tahir b. Hüseyin

Safariler Fars H. 254-290/M. 867-902 Yakub b. Leys

samaniler Maveraünnehr H. 261-389/M. 874-998 Nasr b. Ahmed

saciler Azerbaycan H. 266-318/M. 879-930 Ebu's-Sac

Zeyyariler Cürcan H. 31 6-434/M. 928-1042 Murad b. Zeyyar 

lran ülkesi çeşitli valilikler şeklinde bağımsızlıklarını ilan edince Ehl-i Şia yeniden hayat bulmuş, Şia'ya öteden beri verdikleri destek ve yardımla lslam'dan önce olduğu gibi yeniden büyük lran devletini kurabilme yolunda takip ettikleri ümitlerin bir kısmına kavuşmuşlardı. Fakat bu valilikler yukarıdaki listede açıkça görüldüğü gibi çok uzun ömürlü olmamış, sonunda Buveyhiler devleti kurulmuştu. Buveyhiler devleti söz konusu medeniyet döneminde Abbasi devletinin gölgesi altında doğuda kurulmuş olan lran asıllı en büyük yönetim oldu.


Buveyhiler Devleti


Bu devletin yöneticileri ve destekçileri Horasan bölgesinin daha da ötesinde bulunan Ceylanlı Deylemlilerse de hükümdarları olan Buveyhiler ailesi İranlıydı. Bunların nesepleri Eski lran padişahlarına kadar uzanıyordu. Buveyhilere Deylemli denilmesinin nedeni Deylem topraklarında yaşamalarındandır. Şia bu bölgede Harun Reşid devrinden beri davetlerini sürdürüyorlardı. Hz. Hüseyin'in neslinden gelen Hasan bin Ali Atroş H. 3. yüzyılın sonlarında Deylem halkını mezhebine davet etmiş, onlar da bu mezhebi kabul etmişlerdi. Devleti tesis eden Buveyh ailesinin en yakın dedelerinin adı Buveyh, lakabı da "Ebu Şüca" idi. Bunun üç oğlundan biri kendisine "imadü'd- devle" lakabı verilen Ali, diğeri "rüknü'd-devle" lakabı verilen Hasan, üçüncüsü de "muizü'd-devle" adını alan Ahmed idi. Buveyh, malı mülkü olmayan birisi olduğundan, oğulları askerlik mesleğini seçmişlerdi. O dönemde askerlik en rahat geçim kapılarından sayılıyordu. lmadü'd-devle, Zeyyariler devletinin kurucusu olan Merdavic'in maiyetinde bulunmuş, zamanla ilerleyip üst makamlara çıkmış ve Kere vilayetine vali tayin olunmuştu. Bu görevi sırasında servet ve nüfuzunu her geçen gün artırmış, H. 329 yılında vefat eden devrin halifesi Razibillah'a mektup yazarak hilafet merkezine belli bir meblağ para göndermek şartıyla Fars bölgesinde bulunan vilayetlerin kendisine ikta olunmasını talep etmiş, Razi de bunu kabul ederek kendisine hil'at göndermişti. Diğer taraftan kardeşi Rüknü'ddevle Hasan da Harezm bölgesini hakimiyeti altına almıştı. Her iki kardeş Şiraz'da bulunan üçüncü kardeşleri Muizü'd-devle'ye gelerek üçü birlikte batıya yönelmiş ve H. 324/935 yılında halife Müstekfi devrinde Bağdat'a girmişlerdi. Halife bunlara hilatler giydirmiş ve yukarıda zikredilen lakapları vermiş, Muizü'ddevle'yi de "emirü'l-ümera" tayin etmişti. Buveyhiler vakit geçirmeksizin Bağdat'ta yönetimi ele geçirerek baskıcı ve zorba bir yönetim kurmuş, halifeleri bile azl ve nasba başlamış, Şiiliği güçlendirmiş, Türk nüfuz ve etkisini de kırmışlardı. Abbasi halifeliğinin merkezi yine Bağdat'tı. Emiru'l-ümeralık görevi Addü'd-devle'nin eline geçince İslam dünyasında ilk defa kendisine "melik" lakabı verilmiştir. Buveyhiler devleti H. 320 yılından H. 447 yılına kadar hüküm sürmüştür.


Abbasilerin Siyasi Egemenliği Altında Teşekkül Eden Türk Hükümetler


Abbasi devletinde Türklerin güç ve etkileri her geçen gün artarak halifeleri bile korkutacak noktaya ulaşınca, İranlıların yaptığı gibi bazı vilayetlerdeki Türk valiler de bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Böylece Abbasilerden ayrılarak Fars toprakları dışında çeşitli Türk devletleri kurulmuştu. Bu dönemde kurulan Türk devletleri ile kuruluş tarihleri, kurucularının adı ve idare merkezleri şöyledir:

Devletin Adı İdare Merkezi Hak. Müddeti Kurucusu

Toluniler Mısır H. 254-292/M. 868-904 Ahmed bin Tolun

llkiye Türkistan H. 320-560/M. 932-1 164 Abdülkerim Satuk

lhşidiler Mısır H. 323-358/M. 935-968 Muhammed lhşid

Gazneviler Afganistan, H. 351 -582/M. 961-1 1 86 Alptekin

Hindistan

İranlıların yaptığı gibi Türkler de aynı şekilde yavaş yavaş güçlerini artırmış, bağımsızlık yolunda emirlikle başlayarak saltanata ulaşmışlardı. lslam tarihinde ilk kez sultan lakabını kullananlar Türkler, yani Gazneli hükümdarlardı. Hindistan'ı fethederek oralarda lslamiyet'i neşreden Sultan Gazneli Mahmud bu devletin en önemli hükümdarlarından biriydi.


Selçuklu Devleti ve Kolları


Türk devletleri her ne kadar bağımsız birer yönetim sergilemişlerse de, esas itibarıyla Abbasi devletinden ayrılmış devletlerdi. Kurucuları olan emir veya sultanlar da daha önce Abbasilere bağlı vali yahut komutan veya valiliklerin emrinde küçük birer kumandandılar. İranlı unsurun kurmuş olduğu devletler de böyleydi. Türklerle İranlılar hem ırk hem de mezhep itibarıyla birbirlerinden ayrı iki ayrı millet olduklarından, nüfuz ve hakimiyet alanında da birbirleriyle sürekli rekabet içinde olmuşlardı.

Türk devletlerinin ortaya çıkışı Sünnilik mezhebine büyük bir güç vermişti. H. 4. yüzyılın ortalarında Irak ve Fars'ta lran asıllı Buveyhiler devletinin ve aynı yüzyılda Mısır'daki Şii Fatımi devletinin kuruluşu lslam dünyasında Şiiliğin gücünü ve etkisini artırmış, buna mukabil Sünnilik perişan bir duruma düşmüş, Abbasi devletini de oldukça yıpratmıştı. Sünniliğin bu derece zayıf ve perişan bir hale düştüğü H. 5. yüzyılın ortalarında, kurucusunun atası Selçuk adına nispetle Selçuklu Devleti adını alan büyük Türk devleti tam bu kritik dönemde kurulmuş, dağınık ve mecalsiz bir halde bulunan Abbasi devletini tekrar derleyip topladığı gibi Mısır, Şam, Irak, Fars ve Horasan bölgelerinde Şiilerin direnci ile yok olmaya ramak kalmış olan Sünniliğe de büyük bir kuvvetle yardım edip arka çıkmıştı. Söz konusu yüzyılda Fatımiler bütün Mağrip topraklarına hakim olmuş, doğu lslam dünyasını bütünüyle ele geçirmeye ramak kalmıştı. Ancak Selçuklular doğunun uzak bölgelerinden bir kurtarıcı olarak lslam topraklarına yürümüş, Abbasi devletini ele geçirmiş, perişanlığına ve çaresizliğine son vererek güçlendirmiş; lranlı,Türk, Kürt ve Arap valiler elinde bağımsız vilayetlerden oluşan Abbasi hilafetinin himayesi altında kendilerine tabi bir tek devlet şekline döndürmüşlerdi.

Selçuklu Devleti'nin kurucusu Selçuk, bir Türk beyiydi. Kendisi Türkistan hanlarından birinin maiyetinde bulunurken Abbasi Devleti'nin zayıflayıp yıkılışa yüz tuttuğunu anlayarak hakimiyeti ele geçirmeye karar vermiş ve bunun yolunun da lslamiyet'ten başka bir din ile elde edilemeyeceğini takdir etmiş, kabilesi, ordusu ve adamlarıyla beraber hep birlikte lslam'ı kabul etmiş, batıya yönelerek Ceyhun Nehri'ni geçmiş, yol üzerinde bulunan şehir ve kasabaları birer birer fethetmiş, Abbasi ülkesini bir baştan diğer başa egemenliği altına almıştı. Selçukluların hakimiyetleri Afganistan'dan Akdeniz'e kadar uzanmıştı. Bu dönemde lslam dünyası, en büyüğü doğuda Selçuklular, ikincisi Mısır'da Kuzey Afrika bölgesinde Fatımiler, üçüncüsü de Endülüs bölgesinde hüküm süren Emeviler olmak üzere üç lslam devletinin elindeydi. Selçuklu Devleti daha önce kurulmuş olan küçük Türk devletleri gibi basit bir devlet değildi. Bu devletçikler Abbasi devletinden doğup onun kucağında kurulmuş devletlerdi. Oysa Selçuklular bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmış, kısa sürede büyümüş hariçten bir kuvvet ve orduyla gelerek Abbasi Devleti'ni fethetmişti. Bununla birlikte Karahanlılar bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkmışlarsa da, lslam memleketinde Selçuklular gibi büyük ve kalıcı bir tesir uyandıramamışlardır.

Selçuklular lslam tarihinde oldukça önemli roller oynamış, derin izler bırakmışlardır. Bunların zamanında Fars, Irak, Şam bölgelerine yerleşen Selçuklular desteğinde, geçimlerini temin etmek amacıyla Türkistan'dan lslam dünyasına büyük göçlerle birçok Türk göç etmişti. lslam dünyası H. 5. yüzyıl ortalarında Melikşah'ın veziri Nizamülmülk'ün himmet ve gayretiyle devrinin en yüksek uygarlık seviyesine ulaşmış, buna paralel olarak lslam dünyasında ilk medreseleri de Selçuklular kurmuşlardı. Nizamülmülk her ne kadar Dehkanzadelerden Fars asıllı bir şahsiyet olsa da kurduğu medreseler ile tekkeler, hankahlar, mescitler ve maristanları hükümdarı olan Melikşah'ın adına yapmıştı.

Selçuklular hepsi de aynı soydan türeyip şubelere ayrılmış ancak tümü bir isimle bilinen bir grup devletten oluşuyordu. Birbirlerinden hüküm sürdükleri ülke ve topraklarla ayrılıyorlardı. Bu devletlerin en büyüğü büyük Selçuklular Devleti olup bunlar tüm Selçukluların kökü ve en güçlüsüydü. Selçuklu devletleri ile hakimiyet müddetleri şöyledir:

1 . Büyük Selçuklular Hakimiyeti: H. 429-552/M. 1037-1157

2. Karaman Selçukluları Hakimiyeti: H. 433-583/M. 1041-1187

3. Suriye Selçukluları Hakimiyeti: H. 487-51 1/M. 1094-1 1 17

4. Irak ve Kürdistan Selçukluları Hakimiyeti H. 511-590/M. 1094-1 1 94

5. Anadolu Selçukluları Hakimiyeti H. 470-700/M. 1077-1300

 

Selçuklular devleti yaklaşık üç yüzyıl kadar hakimiyet sürmüş topraklarının genişliği de Çin sınırından Şam bölgesi hududunun sonuna kadar uzanmıştı.


Selçuklu Devleti'nin Atabeyler Eline Geçmesi


Selçuklu hükümdarları kendilerine bağlı vilayetleri kendi kölelerinden atabey adı verilen birtakım komutanların idaresine verirlerdi. Arapça karşılığı "büyük baba" anlamına gelen atabey kelimesi, önce vezir manasında kullanılmışsa da daha sonra hükümdar ve melik anlamında kullanılmıştır. Atabeyler zamanla bulundukları vilayetlerde birer birer bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamış, sonunda devleti parça parça bölmüşlerdi.


Yalnızca Anadolu'da bulunan şube Selçukluların elinde kalmış, H. 7. yüzyılın sonlarında Osmanlıların ortaya çıkışına kadar varlığını devam ettirmişti. Büyük Selçukluların köleleri olan atabeyliklere bölünüşü ve bunların her birinin hakimiyet müddetini gösteren tablo:  

 

Buriye devleti Şam H. 497-549/1 103-1 1 54

Zengiye El-Cezire ve Şam H. 521-648/1 127-1250

Bekticinye (Beyteginler) Erbela vs H. 539-639/1 144-1241

Artukiye Diyarbekir ve Mardin H. 495-712/1 101-1312

Şahlar devleti Ermeniye H. 493-604/1099-1207

Azerbaycan Atabeyleri Azerbaycan H. 531-622/1 136-1225

(lldenizliler) H. 543-686/1 148-1287

Selefriye devleti Fars

Hazar Sebiyye Luristan H. 543-740/1148-1339

Harezmiye (Harezmşahlar) Harezm H. 470-628/1077-1230

Kutlugiye (Kutluklular) Kirman H. 619-703/1222-1303

Burada sıralanan ülkeler Moğol istilasına kadar Selçuklu Devleti'ne bağlı atabeyler ile kumandanların hakimiyetleri altında bulunmuştu.


Anadolu Selçukluları veya Rum Selçukluları


Anadolu'da hakimiyetlerini sürdüren Selçuklular da kendi içinde birtakım devletçiklere veya beyliklere bölünmüştü. Hepsinin başında da mutlaka Selçuklu soyundan gelen hanedanlar bulunuyordu. Söz konusu beylikler ve başlarındaki Selçuklu aileler şunlardı:

Mysia: Karesi hanedanı

Pisidia: Hamit hanedanı

Phrygia: Germiyan hanedanı

Lycia: Teke hanedanı

Lydia: Saruhan ve Aydın hanedanı

Karla: Menteşe hanedanı

Paphlagonia: Kızılahmetli hanedanı

Lycaonia: Karaman hanedanı

 

Söz konusu beylikler Selçuklu hanedanları yönetimindeyken Osmanlılar ortaya çıkmış ve bu bölgeleri birer birer ele geçirerek H. 8. yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti'ni kurmuşlardır.


Abbasilerin Hakimiyeti Altında Kurulan Kürt Devletleri (Küçük Hükümetler)


Çoğunlukla bedevi ve gayri medeni çeşitli kabile ve aşiretlerden müteşekkil olan Kürtler, medenileşme bakımından İslam uygarlığı devirlerinde, İslam'a boyun eğmiş olan İranlılar, Türkler ve diğer doğu toplumlarına kıyasla daha az yeteneklidirler. lslam medeniyetinin muhtelif dönemlerinde de Kürtler bedeviliği devam ettirmişlerdi. Bulundukları bölgeye hakim olan her devlet, Kürtleri savaş dönemlerinde saldırı ve yağmalama amaçlı kullanırlardı. Yaşadıkları bölge Kürdistan, Ermenistan, Ceziretü'l-Irak, Musul ve Diyarbekir havalisiydi. Günümüzde de nüfuslarının en yoğun olduğu bölge burasıdır.


Abbasiler, Kürtleri uygarlıktan uzak yaşamlarından dolayı devlet işlerinde nadiren görevlendirmişlerdi. Bu yüzden İslam uygarlığı öncesinde Kürt soyundan hiçbir bağımsız vali ve hiçbir siyasi ve idari şahsiyet öne çıkmamıştır. İslam tarihinde ilk defa bağımsız bir Kürt hükümeti kuran zat H. 4. yüzyıl ortalarında Kürdistan'da bazı Kürt aşiretlerinin reisi bulunan Hüseyin Berzegani'dir. Bu zatın hakimiyeti Dinaver, Nihavent, Sermac şehirleri dahil olmak üzere Kürdistan'ın büyük bir bölümünü içine alıyordu. Abbasi halifesi de bu devleti tanımış, kendisinden sonra beyliğin başına gelen oğluna Nasirü'd-devle lakabını vermişti. Ancak söz konusu devlet uzun ömürlü olmamış, sadece H. 348-406/M. 960 -1013 yılına kadar devam edebilmişti. Daha sonra yine Kürt asıllı olan Ebu Ali bin Mervan H. 380/M. 990 yılında Diyarbekir'de bağımsızlığını ilan etmiş, hakimiyetini Amid, Erzan ve Meyyarfarikin'e kadar genişletmişti. Ebu Ali'nin halefleri bir müddet Fatımilere tabi kalmışlarsa da sonunda da H. 489/M. 1095 devletleri de tarih sahnesinden çekilmişti.


 

Eyyubiler Devleti


Bununla beraber H. 564-648/M. 1168-1250 yılları arasında hüküm sürmüş olan Eyyübilerden önce Kürtlerin lslam dünyasında zikre şayan bir ehemmiyetleri yoktu. Eyyübi Devleti'nin kurucusu ünlü kahraman Selahaddin Eyyübi idi. Akıl, siyaset, cesaret, kahramanlık ve idarecilik yeteneği açısından İslam aleminin yetiştirdiği en büyük hükümdarlardan ve mücahitlerden birisi kabul edilen Selahaddin, Mısır'da hüküm sürmüş, devletini Fatımilerin enkazı üzerinde kurmuş, Abbasilerin hilafetini tanımış, haçlı ordusuyla çok çetin mücadelelerde bulunmuş ve onları Suriye'den kovarak yaklaşık bir asırdır ellerinde bulunan mübarek Kudüs şehrini geri almıştı. Selahaddin Eyyübi'nin fevkalade önemli icraatları ve serüveni lslam tarihi kaynaklarında son derece ayrıntılı olarak yer alır. Kürtler, Eyyübiler devrinde şan ve şereflerini yükseltmişler, Mısır, Şam, Kürdistan ve Horasan bölgesinde emirlik ve valilikler yapmışlardı. Ne yazık ki Selahaddin'in vefatı üzerine devlet, kardeşleriyle kardeş çocukları arasında bölünüp parçalanmış ve Eyyübi Devleti de çok uzun ömürlü olamamıştır. Ülkenin topraklarının büyük kısmı daha önce Selçuklu atabeyleri arasındaki duruma benzer şekilde Eyyübilere bağlı kölelerin kontrolüne geçmişti. Neticede Mısır'da "selatin-i memalik" adıyla iki kölemen hükümeti teşekkül etmiştir.




CORCİ ZEYDAN İslam Uygarlıkları Tarihi CİLT2

Tarihu't-temeddünni'l-lslami

NOTLARLA GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNE ÇEVİREN Nejdet Gök

Habur Gümrük Kapısı / Silopi

 


20 Mart 2025 Perşembe

TANRICI (TEiST) TARİH KAVRAMLARI Hristiyanlık

 


Hristiyanlık, tarihi iki yönden ele alır: ilk önce, gerçek ya da yalnızca hayal mahsulü olan olayları esas olarak kabul eder; sonra da tarihin genel anlamı itibarıyla bunlardan sonuçlar çıkarır. Geleneksel hristiyanlık -diğer tanımla ortodoks hristiyanlık- bu iki tarzı içiçe yürütür. Hristiyanlığı özgül olaylar gerçekleştirmiştir. Hristiyanlık, tarihi bir anlamda dramatik bir oyun içinde ifade etmektedir. İlk bölüm, Adem'in cennetten kovuluşu ve onunla başlayan günahın devam edişidir. İkinci bölüm, İsa 'nın 'beşeri' görünüşü içinde Tanrı'nın tarihte 'zuhur' etmesidir. Üçüncü bölüm, hristiyan Kilisesinin kurulma devrinin hikayesidir. Hristiyanlar gözünde bu devir bugün de devam etmektedir. Dördüncü ve son bölüm ise, İsa 'nın  “Son Yargı” ile birlikte tekrar yeryüzüne gelişi ve yetkinlikle af kavramlarının en mutlak şekliyle hakim olacağı bir Tanrı hükümranlığının kuruluşu olacaktır.

Hristiyanlara göre Tanrı, Kutsal Ruh olarak hristiyan dünyasını ve hristiyanların hayatını yönetir. Bu çerçeve içinde Tanrı, Biri oluşturan -teslis-dir (üçlü sıfat) : Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. Ortodoks hristiyan kavramda temel inanç, Adem'in günahı ile kötülüğe bulanan insanlığın kurtuluşu için, Tanrı'nın insan şeklinde tarihte 'zuhur' etmesidir.

“Tanrı'nın insan şeklinde meydana çıkması” öğretisi, diğer tanrıcı tarih kavramları (Zerdüşt dini, Yahudilik, İslamiyet) ile hristiyanlığı kesinlikle ayıran temel noktadır.

Bilimsel tarih metodları, hristlyanlığın önem verdiği olayların gerçekliğini şüpheye düşürür, Bu olaylar için, felsefi bir temelden hareket ederek gerçek ya da gerçek değildir de denilemez. Bunları ancak, hristiyan inancı ve imanı bütün olarak kabul eder.

Hristiyanlıkta esas, İsa’dır. Fakat bu temel kavram, hristiyanlığı tanrıcı olmaktan uzaklaştırmaz: İsa, aynı zamanda Tanrı'dır. İsa'nın tarih konusundaki öğretilerine ve tarih karşısındaki tutumuna çok önem verilir. Tanrısal özelliği; Bakire Meryem'den doğmasında, gerçekleştirdiği mucizelerde ve öldükten sonra tekrar dirilmesindedir. ilk zamanlar Mesih diye adlandırılan İsa, daha sonra “ Tanrı'nın Oğlu” olarak bilindi. İsa, Çarmıh acılarını kabul ediyordu. Bunlar, Baba'nın iradesinden doğuyordu. İsa'nın kendini feda ettiği acılar, insanlığı, günahtan arındırıyordu. İsa, Cennette mutlu ve yetkin bir hayat vaadediyordu. Isa, çok sade bir yaşantı sürüyordu, fakat bazı kişilerin verdikleri düğün şölenlerine iştirak ederdi. İsa’da, manastır hayatına karşı bir eğilim vardı, fakat dünya hayatından çekilmeyi, 'beşeri' hayatı 'ebedi' hayat adına feda etmeyi öğütlemiyordu. Tanrı'nın günahlarını bağışlayacağını bilen insanlar, ölülerinin kusurlarını bağışlamalıydılar.'

İncil üzerinde uzun süre inceleme yapan araştırıcılar, genel olarak. İsa'nın bir zaman için de olsa çağdaşları arasında çok yaygın olan -tarihin sona ereceği ve yeryüzünde bir Mesih hükümranlığı kurulacağı inancına iştirak etmiş olduğu konusunda birleşirler. Düşüncesi, zaman içinde değişmiş olabilir. İsa, bu inançtaki siyasal niteliği özellikle reddetmiştir. Taraftarlarının Mesih'in ne zaman geleceği anlamını taşıyan bütün sorularını geri çevirirdi: .Gününü ve saatini hiç kimse bilmez, ne melekler, ne gökler, ne de Oğul! Bunu yalnızca Baba bilir. İsa’nın çarmıha gerilişinden sonra pek çokları onun Mesih hükümranlığını kurmak için tekrar yeryüzüne döneceğine inanıyordu. Hristiyanlar için tarihin amacı, İsa’nın ikinci defa yeryüzüne dönüşü değil, gelecekteki hayattır. Bu kavrama, _ Son Yargı_ ile bütün insanlığın tekrar dirileceği fikri de katılmaktadır.

Hristiyanlığın bütün şekilleri. Tanrı'nın tarih ile çok yakından ilgilendiği inancına bağlıdır. Hepsi, dünyadaki yaşantının ötesinde ruhsal bir yaşantının varlığına inanır.

Hristiyanlar insan kaderi konusunda üç teori kabul ederler: aL Evrenselcilik (üniversalizm): Bütün insanlar sonunda yetkinliğe erişecektir: bL Şartçılık (kondisyonalizm): Yalnızca Iayık görülenler ruhun ölümsüz hayatını yaşayabilecektir: cl Yüce mutluluk ya da ebedi kayboluş: İyi ruhlar yüce mutluluğa katılacaklar, kötüler ise, Cehennemde, Tanrı'dan ebediyen ayrı kalacaklardır. Dünya tarihi dünya yaşantısı, süresince anlamının bütününe erişmez.

İlk hristiyanlar gözünde İsa, Yahudi inancının en yüce noktası anlamını taşıyordu, beklenen Mesih idi.

Saint Paul İsa’yı, Yunan bilgelerinin aradığı tanrısal varlık olarak ilan ediyordu. Saint Paul'dan sonra gelen bütün din düşünürleri geçmişi, İsa’nın gelişi ve hristiyan kilisesinin kuruluşu için bir hazırlık devresi olarak tasvir ettiler. Romalıların. Yunanlıların. Yahudilerin tarihi İsa'ya yönelmekteydi. Geleceğin tarihi de. İsa’nın yeryüzüne geliş nedeninin gerçekleşmesine yönelmiş olarak kabul edilmeliydi.

Hristiyanlığın kavramı esasıyla dinidir; Tanrı ile birleşme noktasına dayanır. Toplumsal birlik olarak insanlığın huzurunu ve kişisel davranışın doğruluğunu öğütlediği için de ahlaki düzendedir. Hristiyanların tarihe verdikleri değerlerin özelliği ve uygulanması kişiye göre büyük değişiklik göstermiştir. Modern devrin hristiyanları için bu değerler doğruluk, iyilik ve güzellik kavramlarını kapsar.

SAiNT Augustine hristiyan aleminin en önemli düşünürüdür. Tarihin özelliğini ele alış tarzı çok değişikti. Augustine'in tutumu, düşüncesinin geçirdiği aşamalar ölçüsünde değişikliklere uğramıştır. Yetkin bir bilge olan Augustine, hristiyan dinini benimsemiş olmasını felsefeye bağlamak çabasında değildi. Hristiyan Tanrı kavramına dayanarak, panteizmin (çok tanrıcılık) ve Tanrı'nın yarattığı ile bir tutulması inancını reddediyordu. Tanrı, gerçeğin bütünü olarak kabul edildiğinde -bundan doğacak çeşitli dinsiz ve dine aykırı sonucu kestirmemek imkansız_; -Üzerinde yürünen herşey Tanrı'dan bir parça olacak, yaşayan herhangi bir şey öldürüldüğünde bu Tanrı'nın bir parçasını öldürmek olacaktır._ Öte yandan _günahkarlar da Tanrı'dan bir parça ise ... Tanrı dinin icaplarına uymayanı niçin cezalandırsın?_

Augustine, Tanrı'nın dünyanın ruhu olduğu fikrini reddediyordu. Gerçek Tanrı bir ruh değil, _ruhu yaratan ve ona can verendir... Tanrı fikirdir: insanda öz olan fikirdir ve ruhun bilincine vardıran da fikirdir. Tanrı, gerekliliğin hiç bir çeşidine bağlı değildir: Tabiatı o yaratmıştır, onu yine isterse kendisi değiştirebilir. Tanrı herşeyi bilir. Augustine, -Hem Tanrı'nın varlığını ikrar etmek, hem de O'nun gelecekteki şeyleri bildiğini kabul etmemek açıkça deliliktir- der. Kısacası Tanrı, tarihin geleceğini yönetir.

Saint Augustine'e göre; tarih geçici olanı da, ebedi olanı da kapsar. Sonsuz, geçicinin görüş açısıyla ne anlaşılabilir, ne de anlatılabilir. Tanrı, geçici ve sonsuz kavramlarının bütününü kapsar. Tanrı zihnin anlayış yeteneklerine sığmaz, fakat O'nu bu yeteneklerle tümüyle hissetmek mümkündür. Augustine şöyle diyordu: "Zaman denen şey nedir? ... Konuşma ve tartışmalarımızda konu olarak ele alınan bu kavramdan daha olağan ve daha iyi bilinen bir kavram yoktur." Fakat, .. bana bunun ne olduğu sorulmazsa, ben bunun ne olduğunu çok iyi bilirim; ama birisi sorduğunda, açıklamaya girişince hiç birşey bilip söyleyemem.

Augustine, geçici ile sonsuz arasındaki ilişkinin, din için gerçek ve anlamlı olduğunu söylüyordu, fakat bu ilişkiyi kişi hissetmek yeteneğinde değildir. Tanrı, insanlık tarihinde Koruyucu olarak bulunmaktadır. Yeryüzündeki tarih. Tanrı tarafından .düzenlenmiştir ve yönetilmektedir., Tanrı'nın yeryüzünde inayetinde yoksun bıraktığı yerler olabileceğine inanmak imkansızdır. Tanrı, beşeri hükümranlıklar yaratmıştır; bunlar ne bir rastlantı sonucu, ne de bir zorunluluk eseridir. Bir .. son yargı» olacaktır. Biz bunu daima açıkça göremesek de, Tanrı'nın yargısı, insanların yeryüzündeki davranışlarını ele alacaktır. İyilerin görünüşteki sıkıntılarıyla kötülerin yine görünüşte kalan refahı yüzünden Tanrı'yı haksızlıkla suçlayamayız. Augustine'in özellikle insanın· irade özgürlüğünün Tanrı tarafından belirlenmiş kaderi karşısındaki durumunu eleştiren görüşü, çeşitli tartışma ve yazışmalara yol açmıştır.

Augustine'in bu konudaki düşüncesi değişik görünümler ve ifadeler içinde dile gelmiştir ve Augustine bunları birbirleri ile bağdaştıramamıştır. Tanrı'nın yüce kudretine olan derin inancı, insanın özgürlüğü ve sorumluluğu fikirlerine olan bağlılığından çok üstündü.

Augustine bu iki yön arasındaki ilişkiyi tatmin edici bir ifade içinde açıklayamamıştır; tarih kavramında, kişinin özgürlüğü ve sorumluluğu önemli bir yer tutar. Bu açıdan bakıldığında temel sorun şu oluyordu: Kişinin, tarihine yüce anlamı veren ruhsal değerlere, huzura ve mutluluğa kendi iradesiyle erişebilme gücü nedir? insan iradesi', bedeni kontrol edebilir. fakat ruhu bütünüyle kontrol etme yeteneğine sahip değildir. İnsanın ruhsal hayatının beşeri ve tanrısal iki yönü vardır. tanrısal yön daha ağır basar.

Saint Augustine itiraflar'ında. hristiyanlığı bütünüyle kabul etmeden önce, kötülük sorununun zihnini çok meşgul etmiş olduğunu yazmaktadır. Sonuç olarak da kötülüğün yoksunluk bildiren (privatif) bir nitelikte olduğu düşüncesine vardığını söylüyordu: Kötülük, iyiliğin yokluğudur. Tabiat, hiç bir yönüyle kötü değildir; iyilik arzusu olmayan herşeye kötü denmiştir. Kötülüğün iki çeşidi vardır: İnsanın yaptığı kötülük, insanın acısını çektiği kötülük insanın yaptığı kötülük günahtır; acısını çektiği kötülük ise, cezadır. Tanrı'nın düzenleyip yönettiği alemde, insan istediği kötülüğü yapıp, istemediği kötülüğü çekiyor.

İnsanın Tanrı'ya karşı olan inanç ve saygıda kusur etmesi kadar, Tanrı'nın buyurduğu gibi dünyadaki hayatın nimetlerinden yararlanmaması, hemcinsini sevmemesi ve onunla ilgilenmemesi de günahtır.

Saint Augustine, Cehennemi «sonsuz» diye nitelerken, bununla ebedi yoksunluğu anlatmak istiyordu. Tanrı, insanın fayda sağlaması için şeytanın kışkırtmalarını yaratmıştır. Augustine -Tanrı bizi, ya kusursuzluğumuzun tam anlamıyla belirmesi ya da kusurlarımızın düzelmesi için böylesine bir rekabetle karşı karşıya bırakmıştır. Zamanın acılarına sabırla tahammül edişimizin mükâfatı ebedi olacaktır der. Ve “en büyük sevinçler en büyük acıların ardından gelir” diye ekler.

Saint Augustine düşüncesinde, kötülükten kurtulabilme teması çok önemli bir yer tutar. Hristiyanlığın anlamı bu kurtuluş ile sıkı sıkıya bağlıdır. İyiliğe adanmış bir varoluşun sonu olan ölüm, kötü olarak nitelendirilemez.

Saint Augustine tarihteki “sürekli devir” teorisini kabul etmiyor. Tanrı'nın insan şeklindeki «zuhurunu “bir kereye mahsus” olarak niteliyordu, Saint Augustine tarih içinde iki çeşit yaşama tarzını karşı karşıya getiriyordu. Kutsal Metinlerin Tarzına uygun olarak Saint Augustine, insan toplumunun birbiri içine girmiş, karışmış iki Siteliye ayrılmış, çift yönü olduğunu ileri sürer, Bu Site'lerden biri nefislerine uygun olarak yaşamak isteyenlerden, diğeri ise fikirlerine uygun olarak yaşamak isteyenlerden kurulmuştur. “Nefse göre yaşamak” sözü, nefsin, kötü olduğu anlamını doğuracağı için Saint Augustine'in, dünyadaki Site'yi “insana uygun olarak yaşamak isteyenlerden kurulu site” diye tasvir eden diğer ifadesini kullanalım.

Buna göre, göklerin Sitesi de "Tanrı'ya uygun olarak yaşayanlardan kurulu bir site” dir. Bu iki Site tasviri tarih içinde insanları ayıran temel karşıtlığı göstermek bakımından önemlidir. Dünya Site'sinin "prensleri. tebalarını yönetmek hırsı ile doludur.. , burada iktidar açlığı herşeyin üstündedir. Bu Site kendisini mutlu kılan bir mülke sahiptir. Bu mülk, onu sevenlerin arasını açar, bu Site kendisi içinde kendisine karşı sık sık bölünür. .. Her grup baş olmak ve baş kalmak ister; oysa yalnızca kendi kusurlarının esiridir ve Tanrı'nın lütfu olan huzur gelecektir,. fakat line acılar pahasına Site sonsuz değildir. Göklerin Site'si, Tanrı aşkı üstüne kurulmuştur.

Saint Augustine'in “kötü” bir dünyevi Site ile iyi bir tanrısal Site ayırımı yapmış olduğunu düşünmek büyük hata olur. Saint Augustine'in çizdiği dünyadaki hayat içinde her ne kadar manastır hayatına yer veriliyorsa da, düşüncesi tam anlamı ile iletizm taraflısı değildi. Mani öğretisinin düalizm karşısındaki tutumu, bir dünya fikri üzerine kurulmuş bir tarih görüşünü reddeden düşünceden oluşuyordu. İtiraflarının bazı bölümleri Saint Augustine'in dünya zenginliklerine bir ölçüde ilgi gösterdiğini anlatmaktadır. Fakat bu zenginlikler geçicidir. Bunlar hayatta ön planda kabul edilemiyeceği gibi, ruhsal değerler bakımından da “hiç” olarak nitelendirilemez, Hayatı “iman" ile dolu olan kişi, Tanrı'nın maddi dünyayı yaratırken insanlara bağışlamış olduğu herşeyin zevkine varabilir, Saint Augustine'e göre, güzellik Tanrı'nın eseridir.  İyinin geçici ve düşük bir şeklidir: Tanrı aşkından daha üstün değildir. Tanrı aşkı, ruhsal ve sonsuz iyiliktir. Saint Augustine düşüncesini şöyle ifade etmeye devam ediyordu: .İnsan ruhu, senden başka nereye dönerse, acıyla karşılaşıyor. Güzellik için de öyle. Gerçekten senin dışında ve ruhun dışında, senden gelmeyen ne bir acı, ne de bir güzellik var. Herşey doğar ve büyür; büyüdükçe de yetkinliğe yaklaşır, yetkin olur, yaşlanır ve yokolur: herşey yaşlanmasa bile, muhakkak yokolur.

Herşey geçicidir. Herşeyi yaratan Tanrı kelamıdır, bizi “kendisi için” yaratan O'dur, Son uykuya kadar yüreğimiz huzuru bilmeyecek.. Hayatın yüce kaynağı olarak Tanrı aşkı, hiç birşeyin sağlayamayacağı tatminlerin kaynağıdır. Bu aşk, insanların yeryüzündeki ve onun ötesindeki tarihinin anlamını vermelidir. Saint Augustine'deki “sonsuz” teriminin anlamı, felsefi olmaktan çok dinidir. Tanrı, insanların “her zaman O'nun varlığına ulaşıp dinlenebilecekleri” kavramı içinde sonsuzdur.

ORTA ÇAĞ, dinsel inanışın akılla hiç bir ilişkisi olmadığında ısrar ediyordu. Tanrı, tarihte İsa’nın kişiliğinde 'zuhur' etmiş ve İsa çektiği acılar ve ölümüyle insanların günahının kefaretini ödemişti. Tekrar dirilerek göğe yükselişi, gelecekteki hayatın garantisiydi. Tarih, bir deneyler devresi ve ölümden sonraki hayata hazırlanış olarak görülüyordu. Manastır ve çile hayatını öğütleyen sayısız tarikat, bu fikre özgül bir ifade veriyordu. Rahip ve rahibeler, mümkün olduğu kadar tarihin olaylarına katılmaktan kaçmak istiyorlardı. Bunlardan Peter Damiani (1007 - 1072) "dünya öylesine adiliklerle dolu ki, bir kutsal ruh bile bunların düşüncesiyle lekelenir diyordu. Dante'nin (1265 - 1321) ilahi Komedi'si Orta Çağ'da çok yaygın olan bir hristiyan görüşünü dile getiriyordu. İnsanın tarihi yeryüzü ile sınırlanmamıştır; gelecekteki cehennemin, arafın ve cennetin şartlarını da kapsamına almaktadır. İnsanlar iyilik ya da kötülüğü yapmak için, birlikte hareket ederler. Fakat ruhsal tutumlar ve davranış tarzları, kişiseldir ve kişinin iradesinden doğar. Adalet ilkesi ilahi Komedinin temel konusudur. Dante, cehenneme gidenleri Tanrı'ya kesinlikle karşı gelmiş olanlar şeklinde tasvir eder. Arafta, günahkar olmakla beraber, Tanrı'ya yönelmiş ve kusurlarından arınmaya çabalayanlar bulunmaktadır. Fakat Dante'nin insanlık tarihi açımlaması bütünüyle başka bir dünya fikrine dayanmıyor ve Dante, sonuçta, bir dünya cennetinin gerçekleşeceği fikrini besliyordu.

Rönesansın hümanizma hareketinin etkisi altında italyan Katolik Kilisesi dünya nimetlerine daha fazla ilgi duymaya başladı. Fakat buna rağmen, geleneksel hristiyanlığın tarih görüşü bu davranıştan zarar görmedi. Bossuet 1681'de yayınladığı Evrensel Tarih Üstüne Konuşma adlı eseriyle, geleneksel tarih görüşüne klasik ifadesini kazandırdı. Bossuet, tarihin 'illi' bir zincir niteliğinde olduğunu, şu ya da bu yüzyılın olaylarının bir önceki yüzyılın olaylarından doğduğunu savunuyordu. Bossuet, imparatorlukların tanrısal bir plan gereğince yükselip düştüğünü söylüyordu. Tarih içinde insanlar kendilerinden çok üstün bir kudrete boyun eğerlerdi. İnsanlığın kaderi, sonuç olarak, dinsel nitelikteydi. Bossuet, tarihi bu görüş açısından değerlendiriyor ve musevilikle hristiyanlık dışındaki bütün dinleri reddediyordu: İbranilerin ve hristiyanların Tanrı'nın diğer dinlerin yeteneksiz ve değersiz tanrılarıyla hiç bir ilgisi yoktur. Bossuet'ye göre, İsa’nın ölümünden sonra, Kilise, tarihin temel unsuru olmuştur. Gördüğü eğitim ve içinde bulunduğu ortam dolayısıyla Bossuet, Kiliseninkinden başka bir dini kabul etmiyordu. İnsanlık, Kilise için değil, sonsuz hayat için yaratılmıştır. Bossuet, sonsuz hayata yalnızca Kilise'nin ulaştırabileceğine inanıyordu.

XVI. XVII. yüzyıldaki Protestan Reformu da hristiyanlığın tarih karşısındaki tutumunda büyük bir değişiklik yapmamıştı. Reformlarda dünyadaki hayatın, gelecekteki bir hayata hazırlık olduğu düşüncesini devam ettiriyordu. Protestanlık, Rönesansın kavramlarının etkisiyle doğmuş değildi. Reform taraflıları manastır hayatı öğütleyen tarikatlara karşıydı. Papazların evlenmelerini normal hayata katkıda bulunmalarını istiyordu. Fakat protestanlar dünya olaylarıyla ilgilenmelerine rağmen tarihin anlamını olayların geçici dünyadaki akışı içinde aramıyorlardı. Tanrı, insanların huzurunu sağlamak için insanlığın tarihi içindeydi. Calvin, herkesin kendine düşen görevi tam olarak yapmasını, sade bir yaşantı sürdürmesini ve lüksten kaçınmasını öğütlüyordu. Dünya başarıları Tanrı'ya bağlıydı. Tanrı'nın lütfu olmaksızın kimse işinde bir ilerlemeye, bir gelişmeye erişemezdi.

Calvin ve luther “her biri kendi anlayışı içinde” tüm özgürlüğü kabul etmiyordu. luther, geçici işler için kişiye bir ölçüde özgürlük tanıyordu. Calvin, özgür düşünürler için şöyle diyordu: “Bunlar insanı taştan sanıyorlar, hiç bir özgürlük tanımıyorlar; onların gözünde herşeyi yapan Tanrı olduğu için iyilik ile kötülük arasındaki farkı da ortadan kaldırıyorlar.” Calvin, kişinin sorumluluğu konusunda ısrarlıydı. Sonuçta o da Luther gibi, insanın ruhsal kurtuluşunun kişiden çok Tanrı'ya bağlı olduğunu kabul ediyordu.

Reformun bu iki önemli düşünürü, hristiyanlığın Tanrının kişiden çok, kişinin maddi ve manevi hayatı ve huzuru ile ilgilendiği temel görüşünde birleşiyorlar.

Çokluk, protestanlığın tarih karşısındaki tutumunun katolikliği" tutumundan farklı olduğu söylenmiştir. Protestanlık, kişiyi birey olarak ele almaktadır. Katolik Kilisesi ise kişiyi özellikle dinsel ve ahlaki alanda birey olarak kabul etmektedir. Reform, bir yönde, katolik Kilisesi'nin bazı kuralları ile öğretilerine karşı bir başkaldırmadır. Ayrıca, katolik hiyerarşisinin baskısı da Reformu yaratan sebeplerden biridir. Reform, özgürlüğü savunuyordu. Kişisel özgürlük konusundaki ısrarlı tutum, bilimin, felsefenin ve siyasal hayatın ilerlemesine yol açmıştır. Tarihin temel unsuru olarak birleşmiş bir Kilise fikri üzerinde durulmuştur. Kişisel özgürlük ilkesi, modern tarihin esaslı unsuru olmuş ve çağdaş uygarlığın kaydettiği büyük ilerlemelere amil olmuştur.

xıx. Yüzyılda, klasik idealizmin ileri sürdüğü görüşlerde bir hristiyanlık kavramına ulaşabilme çabası görülmektedir. Hristiyanlık, dinden çok panteist bir felsefe olarak ele alınmaktaydı Bu akımın aksine, Friedrich Von Schlegel'in Tarih Felsefesi kitabı geleneksel görüşün bir savunmasıdır. Bu eser zamanında büyük ün yapmış, dile getirdiği bazı temel fikirler ortodoks hristiyanlar tarafından içtenlikle kabul edilmiştir.

Schlegel, tarih felsefesinin ancak gerçek tarih konusundaki görüşlerden çıkabileceğini kabul ediyordu. Fakat ona göre hristiyan inancının bazı temel unsurları, profesyonel tarihçinin inceleme açısına sığamazdı. Tarihin akışı da bu olaylara uygundu ve uygun olmaya devam ediyordu. Schlegel, “tarih fikri ya da tarih düşüncesi olarak tarih felsefesi gerçek tarih olaylarından, tarihin bütününden doğmalıdır,” diyordu, Ancak böylece «bütüne nüfuz edilebilir, bütüne genel plan içinde açıkça girilebilirdi.

Schlegel, iki çeşit tarih kavramı kabul ediyordu, Birincisine göre, “insan, aklın dehaya kadar varan yola yönelttiği ve yücelttiği bir hayvandı.” Bu kavram açısından insan uygarlığının tarihi, adım adım ilerleyen, gelişen ve sonu olmayan bir yetkinleşmenin tarihiydi. Diğer kavrama göre: «insanın gerçek özelliği ve kaderi, Tanrı'yla benzeşmesine dayanıyordu,. Bu nedenle insanın tarihi Tanrı'yla benzeşmenin gerçekleşmesi ya da bu gerçekleşme yolunda ilerlemeydi..

Birinci kavram insanın yetkinliği inancına dayanıyor, Schlegel. bunun bazı yönlerden akla çok yatkın  olduğunu söylüyordu:, İnsanın ahlak bozukluğu da yetkinliği kadar büyüktü.,. Yaşanan tarih, insanın yetkinliği fikrini tam olarak doğrulamamaktaydı.

Schlegel'e göre ilk tarihi olay, insanın “Tabiatın boyunduruğu altına girişidir.” “ Tabiat'ın kör kudreti,” insanın yüreğindedir. İnsanın içindeki anlaşmazlık buradan doğmaktadır ve devirler boyu nesilden nesile akarak sürüp gitmiştir. Bu anlaşmazlık her kişilikte görülür, Evrensel olan bu çatışmayı psikoloJik bir olay olarak kabul etmelidir. Bu düşüşün sonuçları tarihte kendini belli etmektedir. İnsanın düşüşünün sınırı yoktur. İnsanın gerilemesi ya da İlerlemesi bir ölçüde kendisine bağlıdır, İnsan irade özgürlüğüne sahiptir. Genellikle insanlığın en büyük sorumluluğu tabii irade ile tanrısal irade arasındaki uyumu sağlamaktır.

XIX, yüzyılın ortalarında din bilginleri daha çok İsa 'nın tarihsel kişiliği üzerinde durdular. Ritschl isa 'nın, bir değer hükmü temelinden gidilerek tanrısal olduğu inancına varıldığını söylüyordu, İngiliz J. R, Seeley İsa’yı insanlığa heyecan getiren. bir kişi olarak tasvir eder. Matthew Arnold Eski Ahitin sembolik ve şiirsel özelliği üzerinde durmuştu,. Ünlü Fransız tarihçisi Guizot  büyük Fransız Devrimi'ni izleyen ilk yarım yüzyılda yaşamıştı. Düşüncesine özgürlük fikri egemendi. Guizot her insanda tanrı'ya karşı gelme eğiliminin olduğunu söyler, Tanrı bu nedenle, kurtarıcı olarak tarih içinde insanları affıyla Lütuflandırmıştır. İsa, insan şekline girmiş Tanrı'dır. Bu, tarihsel bir olaydır, Bu olay olmasaydı, hristiyanlık şimdiye kadar gerçekleştirdiklerinin hiç birini gerçekleştiremezdi.» isa'nın eylemleri Buddha, Konfüçyüs, Zerdüşt ve Sokrat gibi diğer büyük düşünürlerinkinden farksızdır. Guizot -bu kişilerin adı ne kadar ünlü, etkileri ne kadar güçlü, bıraktıkları iz ne kadar derin olursa olsun, onlar gerçekten çok, görünüşte kudretliydiler, Temelden çok, yüzeydeydiler, Kendi toplumlarını yanlışlığını gördükleri köklerden söküp alamadılar, Ruhlarda hiç bir değişiklik yapmadılar diyordu.

Çağdaş hristiyanlığın değerli temsilcilerinden biri olan Niebuhr, Tarih'de hristiyan olmayan eski ve yeni tarih kavramlarını eleştiriyor ve onları çok «basit» bulduğunu ifade ediyordu. Zaman bir sırdı Niebuhr'un temel fikri, geçici niteliği içinde tarihin kendi kendisinin anlamını veremeyeceğiydi. Tarih, tarihin sırrını çözemezdi, bu bakımdan tarihin anlamı zamanı aşmalıydı.

Yüzyıllar ötesinde hristiyan düşüncesine yüklenen karanlıkları açıp çözmek için, ciltler dolduran olağanüstü bir eser gerekir. H. Sutterfield Hristiyanlık ve Tarih adlı eserinde şöyle diyordu: Hayatın amacı ne uzak, ne de çoğunlukla düşünüldüğü gibi çok yıkın bir gelecektedir. Bu amaç hem burada hem de bu andadır, yeryüzündedir. Bu amaç, sonsuzlukla doğrudan doğruya ilişkisi olan yaşanandır. Geçerli olan, o andaki hayat deneyidir. Sutterfield genellikle, hristiyanlıkla sınırlandırılmamış evrensel fikirler ileri sürmüştür.

Sonuç olarak eserini şu sözler ile bağlar: İsa’nın tanrılığını tarihin bilimsel olarak kabul ettiğini ya da reddettiğini söyleyen, kendi gücünü aşarak başka bir kudrete el atan bilimlerin fikri gurura kapılarak düştüğü suçluluğa benzer bir suç işlemiş olur. İsa’ya sadık ol ve O'ndan başka hiç kimseye ve hiç birşeye bağlanma!.




ALBAN G. WIDGERY

Tarih Boyunca BÜYÜK ÖĞRETİLER

Türkçesi : Gülçiçek SOYTÜRK 

17 Mart 2025 Pazartesi

Kentpark / Kırşehir

 


İLMİHAL-25 / ORUÇ-6

 


ORUCUN KAZÂSI


A) RAMAZAN ORUCUNUN KAZÂSI


Ramazandan bir gün veya daha fazla oruç tutmayan kimselerin, bunları kazâ etmeleri gerektiğinde görüş birliği vardır. Tutmama hastalık, yolculuk, hayız, nifas ve benzeri özürler sebebiyle, yahut kasten veya yanılarak niyeti terketmek suretiyle olabilir. Her ne sebeple olursa olsun gününde tutulamamış ramazan orucunun kazâ edilmesi gereklidir. Aynı şekilde kefâret, adak veya başlanıp bozulmuş nâfile oruçların kazâsı da gereklidir. Başlanıp tamamlanmamış nâfile oruç meselesinde, Şâfiîler hiçbir şekilde kazâyı gerekli görmezken, Mâlikîler sadece kasten bozma durumunda kazâyı gerekli görmüşlerdir.

Ramazan orucunun kazâsı yasak günler dışında her zaman yapılabilir. Şâfiîler'e göre ise bir ramazanda kazâya kalmış orucun, gelecek ramazana kadar kazâ edilmesi gerekir. Bir ramazanın kazâ borcu yerine getirilmeden, öteki ramazan gelecek olursa, kazâ borcuna ilâveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü ortaya çıkar.


B) KEFÂRET ORUCU


Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmamak büyük günahtır. Müslüman kişinin mazeretsiz olarak oruç yemesi son derece uzak ihtimaldir. Bununla birlikte ramazanda mazeretsiz olarak kasten oruç yemek, ramazanın saygınlığını ihlâl etmek anlamına geleceği için kefâret ödemek gerekir. Kefâret için genel olarak önerilen üç seçenekten sadece ikisinin günümüzde tatbik imkânı vardır ki bunlardan birisi iki ay peş peşe oruç tutmak, ikincisi 60 fakiri doyurmaktır. Toplumsal şartlar gereği ve bir anlamda köleliğin kaldırılması hedefine yönelik olarak önerilen köle âzat etme seçeneği köleliğin ortadan kalkmasıyla uygulama dışı kalmıştır.

Hanefîler, kefâret seçeneklerinde sıra gözetmenin gerekli olduğunu savundukları için öncelikle iki ay peş peşe oruç tutmayı, bu mümkün olmazsa diğer seçenek olan altmış fakiri doyurma seçeneğinin uygulanabileceğini ileri sürmüşlerdir. Mâlikîler ise, sıra gözetmeksizin herhangi bir seçeneğin yerine getirilmesini yeterli görmüşlerdir.

Araya hayız ve nifas gibi doğal mazeretlerin girmesi durumu kefâret orucunun peş peşe oluş özelliğine zarar vermez. Bu haller geçtikten sonra yeniden niyet edilerek kalınan yerden devam edilir.

Ramazanda oruç bozmanın kefâretle cezalandırılmasının altında, ramazanın saygınlığına karşı işlenmiş bir suç bulunması yatar. Ramazanda oruç bozmak, ramazan ayına ve ramazan orucuna yapılmış bir hürmetsizlik olduğu için böyle yapan kimseler için kefâret öngörülmüştür. Bu espriyi dikkate alan bazı fakihler, kefâreti oruç tutmamanın değil, orucu bozmanın cezası olarak değerlendirip, ramazan ayında ramazan orucuna niyet edilmediği takdirde oruç yemenin kefâreti gerektirmediğini söylemişlerdir. Fakat bu görüş, pek anlamlı ve isabetli görünmemektedir. Çünkü, niyet etsin veya etmesin, ramazanda mazeretsiz olarak oruç yiyen/tutmayan kişi, ramazan orucuna olmasa bile ramazan ayına saygısızlık etmiş olmaktadır. Öte yandan bir ramazanda birden fazla oruç yemek durumunda sadece bir kefâretin öngörülmesi, kefâret konusunda tek başına orucun değil, bir bütün olarak ramazanın göz önünde tutulduğunu göstermektedir. Şayet kefâretin sebebi ramazan orucu olacak olsaydı, bozulan her bir ramazan orucu için kefârete hükmedilmesi gerekirdi.

Esasen ramazan ile ramazan orucunu birbirinden ayırmak da gerçekte mümkün değildir. O halde Hanefîler'in ortaya attığı bu görüşün anlamı nedir? Öyle sanıyoruz ki, ramazan ayı ile ramazan orucunun birbirinden ayrılması zihnen mümkün olsa bile gerçekte böyle bir şeyin mümkün olmadığını elbette onlar da bilmekteydiler. Fakat hukuk tekniği bakımından kendi görüşleri arasındaki tutarlılığı kaybetmemek ve bu yönden tenkide mâruz kalmamak için bu ayırımı yapmak durumunda kalmışlardır. Bu bakımdan teknik bir ayrıntının sonucu olan bu görüşü, aslî bir görüş gibi değerlendirip, "canım, niyet etmediğimiz zaman kefâret gerekmiyormuş" düşüncesiyle, işi hafife indirgeyerek, ramazanda oruç tutmamak yanlış olduğu gibi, böyle yapan kişi, kendi kendini kandırmış olur. Bu kimse ayrıca, dinin temel vecîbelerinden birini hafife aldığı, gerek ramazana gerek oruca saygısızlık ettiği için büyük günah işlemiş olur. Kefâretin gerekip gerekmemesi teknik bir konudan ibaret olup, mazeret olmadıkça, ramazan orucu konusunda titiz davranmak gerekir. Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmayan kimse günahkârdır. Peygamberimiz mazeretsiz olarak ramazanda bir gün oruç yiyen kimsenin ömür boyu oruç tutsa da o günün borcunu gerçekten ödemiş olmayacağını ifade etmiştir.


C) FİDYE


Fidye konusunu içeren âyetteki "ve ale'llezîne yutikunehû" ifadesinin (el-Bakara 2/184), dil açısından oruca güç yetiremeyenler anlamına gelebileceği gibi zorlukla güç yetirenler anlamına da gelebileceği dile getirilmiştir. Hatta kimi rivayetlerde, "Sizden ramazan ayına yetişenler o ayda oruç tutsun" (el-Bakara 2/185) meâlindeki âyet nâzil oluncaya kadar, fidye âyetinden hareketle, ashaptan dileyenin oruç tuttuğu, dileyenin de tutmayıp fidye verdiği, bu âyet nâzil olduktan sonra ise oruç tutmaya gücü yetenler hakkında fidye hükmünün kaldırılıp sadece hasta ve yaşlılar için bir ruhsat olarak devam ettirildiği belirtilmektedir (Müslim, "Sıyâm", 149-). Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulamasının da bir sonucu olarak âyetteki "oruç tutmakta zorluk çekenler" ifadesiyle, şeyh-i fânî (düşkün ihtiyar) denilen yaşlı kimselerin kastedildiği yaygın olarak benimsenmektedir. Buna göre âyet, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların tutamadıkları oruç için fidye vermesi hükmünü getirmiş olmakta ve fidyenin miktarını "bir fakir doyumluğu" olarak belirlemektedir. Ağır bir hastalığa yakalanan ve iyileşme umudu bulunmayan hasta, orucu ileride kazâ etme ihtimali çok düşük olduğu için, bu ihtimal yok sayılarak şeyh-i fânî gibi değerlendirilmiş ve fidye hükmü kapsamına alınmıştır. Bu kimselerin, tekrar sağlıklarına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmediğinden tutulamayan orucun, aynı cinsten bir ibadetle telâfisi talep edilmemiş, ibadet şevkinden mahrum kalmamaları için, bunun yerine "her bir oruç için bir fakiri doyurma" şeklinde, orucun mahiyetiyle alâkalı olması yanında sosyal amacı da bulunan bir telâfi şekli önerilmiştir.

Her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlılar, tutamadıkları her bir oruç için bir yoksulu doyurabilecekleri gibi, bir fakir doyumluğu fidyeyi ramazanın başında veya sonunda, nakit para veya mal olarak da verebilirler. Bu fidyeyi sağlıklarında ödeyemezlerse, fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri gerekir. Böyle bir vasiyetin mevcudiyeti ve terekenin üçte birinin de yeterli olması halinde mirasçıların bu fidyeyi ödemeleri dinî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veya terekenin üçte biri fidyeyi karşılamaya yeterli değilse, mirasçıların teberru kabilinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.

Fidye yoluyla telâfi biçimi, devamlı hastalık ve yaşlılık sebebiyle oruç tutamayanlara mahsus olup bu iki durumun dışındaki mazeretler ("Orucun Şartları"), oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse de, tutulamayan oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz. Fakat bu kimseler kazâ edemeden vefat etmişlerse, mirasçıların aynı şekilde bu oruçlar için de fidye vermesi İslâm âlimlerince câiz, hatta mendup görülmüştür. Çünkü kazâ borcunu geciktirmemek gerekli ise de, burada söz konusu olan terk, başlangıçta mazerete, devamında ise ileride kazâ etme ümidi taşınan hoş görülebilir bir ihmale dayalıdır. Ayrıca vefat, bu kimsenin orucunu kazâ etme imkân ve ihtimalini ortadan kaldırdığından yaşlı ve hasta için söz konusu olan acz halinin bunlar için de söz konusu edilmesi mümkündür. Orucu sağlığında kasten terkeden kimseler için ölümden sonra fidye verilip verilmeyeceği, aşağıda ıskat-ı savm konusunda açıklanacağı üzere, tartışmalıdır.

Ağır işlerde çalışanların da oruç yerine fidye vermelerini câiz görenlere göre âyetin hükmü kaldırılmamıştır. Bu durumda olanlar her orucu için bir fidye ödemekle yükümlüdürler.

Tutulamayan oruçların fidyesi birçok yoksula verilebileceği gibi toplam tutar topluca bir yoksula da verilebilir. Ebû Yûsuf'a göre ise tek fidyenin birkaç yoksul arasında bölüştürülmesi de mümkündür.

Fidye olarak bir yoksulu fiilen doyurma, genellikle pratik olmadığı için, başlangıçta yoksul doyumluğunun gıda maddesine çevrilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Buğday, hurma, arpa gibi gıda maddelerinin başlıca tarımsal üretimi oluşturması ve bu maddelerin yaygın olarak bulunması sebebiyle yoksul doyumluğu için başlangıçta getirilen oldukça pratik olan bu çözüm, ileriki dönemlerde, tarımsal üretim anlayışının değişmesine bağlı olarak üretim biçim ve ilişkilerinin değişmesi sebebiyle sıkıntı doğurmuş ve ülkemizde olduğu gibi fakir doyumluğu nakde çevrilmeye başlanmıştır. "Bir fakiri bir gün doyurma" şeklindeki ölçü sabit ve değişmez olmakla birlikte, bunun tekabül edeceği nakit veya mal, toplumunun üretim biçim ve ilişkilerine, geçim şartlarına ve ekonomik seviyesine göre değişebilir. Hanefî fakihlerin o dönemlerde belirledikleri ölçüye göre bir fakir doyumluğu olan fidye miktarının, buğday cinsinden karşılığı ve dengi yarım sâ`; arpa, hurma veya kuru üzümden karşılığı ise 1 sâ`dır. Oruç fidyesinin tutarı, fıtır sadakası tutarına denktir. Günümüzde fitrenin (sadaka-i fıtr) miktarı, mükellefe kolaylık olsun diye her yıl para olarak duyurulur. Fakat "bir fakir doyumluğu" esprisi gözden kaçırılıp, fıkıh mekteplerinin büyük ölçüde kendi dönemlerinin üretim biçimlerini ve geçim standartlarını dikkate alarak tesbit ettikleri buğday, arpa, hurma miktarları esas alınarak her yıl, fitre miktarının buğdaydan şu kadar, hurmadan şu kadar diye açıklanması yanlış anlamalara yol açabilmektedir. "Fakir doyumluğu"nun ne demek olduğu herkes tarafından anlaşılmakla birlikte, bu doyumluğun, paraya çevrildiği vakit, hesabın yapıldığı yiyecek maddesine göre değişmesi mâkul karşılanmamaktadır. Bir fakir doyumluğunun, günümüzde, asgari geçim ve hayat standardı, asgari geçim endeksi gibi ekonomik verilerden hareketle bölgelere göre ayrı ayrı hesaplanması mümkün ve daha sağlıklı olmakla birlikte, hiç değilse, hesapta esas alınan buğday, arpa, hurma ve üzümün tekabül ettiği ortalama miktarın asgari tutar olarak açıklanıp, ötesinin mükelleflerin ortalama aylık veya yıllık geçim standartlarına göre ayarlamasına bırakılması daha uygun görünmektedir.


D) ISKAT-ı SAVM


Iskat-ı savm, birinin sağlığında iken yerine getirmediği oruç borcunun fidye yoluyla telâfi edilmesi, düşürülmesi anlamına gelmektedir. Bir önceki bölümde ibadetlerde ıskat ve devir konusu hakkında yeterince bilgi verilmişti. Zaten ıskat-ı savm ile, ölen kimsenin namaz borcunun fidye ödenerek düşürme girişiminin adı olan ıskat-ı salât arasında sıkı bir bağ vardır.

İbadetler anlam ve amaç yönüyle, öncelikle bireysel ve kişisel fenomenler oldukları için, kural olarak niyâbet ve vekâlet kabul etmezler. İslâm dini her alanda olduğu gibi ibadetlerin ifasında da sadeliği, kolaylığı ve güç yetirilebilir olmayı esas almış; bu ilkenin gereği olarak, ibadetin ifasında sıkıntı doğuracak durumlar için bazı kolaylıklar tanıdığı gibi, ibadetin öngörülen ilk ve aslî biçimiyle yerine getirilemediği durumlarda birtakım telâfi mekanizmaları ve nâdiren de olsa alternatif ifa biçimleri önermiştir. Bazı istisnaî durumlarda niyâbete izin verilmesi (bedel haccı), söz konusu durumun ibadet içeriğinin dışında kalan başka mülâhazalarla açıklanabilmektedir. Kural, ibadetlerin özellikle ve sadece mükellef tarafından ve öngörülen biçimlere uyularak yerine getirilmesidir.

Esasen, tekrar sağlığına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmeyen hasta ve yaşlı kimseler için ilgili âyette önerilen fidye yoluyla telâfi şekli, sonraları hükmün konuluş amacına uygun görülmeyebilecek zorlama yorumlarla ıskat-ı savm (ve arkasından ıskat-ı salât) anlayış ve tatbikatına dönüşmüştür.

Fidye hükmü, ilk olarak bir mazeret sebebiyle oruç tutamayan ve bunu kazâ etmeden ölen kimseleri içine alacak şekilde genişletilmiş ve mirasçıların bu oruçlar için de fidye vermesi câiz, hatta mendup bir davranış olarak görülmüştür. Bu meselede, fakihler kazâ etmemenin nedenleri üzerinde durarak, kişinin ölmeden önce orucu kazâ etme imkânına sahip olması durumu ile bu imkâna sahip olmasına rağmen ihmal sebebiyle tutmamış olması durumu arasında ayırım yapma eğilimi göstermişlerdir. Kimi fakihler, orucunu kazâ etme imkânı bulamadan vefat eden kimseyi yaşlı ve sürekli hasta kimselerin durumuna kıyas ederek, mirasçılarının fidye vermesini vâcip görmüşse de, fakihlerin çoğunluğu mazeret sebebiyle bu kimseden mükellefiyetin ve kazâ borcunun sâkıt olduğu ve mirasçıların da fidye vermesinin gerekmediği görüşündedir. İmkân bulduğu halde orucunu kazâ etmeden vefat eden kimse hakkında ise, fakihlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in oruç borcuyla ölen kimse adına her bir gün için bir fakirin doyurulmasını emreden hadisinin (İbn Mâce, "Sıyâm", 50; Tirmizî, "Savm", 23) genel ifadesinden hareketle mirasçılarının fidye ödemesini gerekli görürler. Bir grup fakih de, Hz. Peygamber'in, oruç borcuyla ölen kimse adına velisinin oruç tutmasını tavsiye etmesini veya buna izin vermesini (Buhârî, "Savm", 42; Müslim, "Sıyâm", 152; Ebû Dâvûd, "Savm", 41) esas alarak ölenin yakınlarının onun adına oruç tutmasının câiz olduğunu söylerken, Zâhirîler bunun câiz değil vâcip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakihlerin çoğunluğu ise, ölen adına fidye verilmesini emreden hadisi ve kimsenin bir başkası namına namaz kılamayacağı ve oruç tutamayacağı yönündeki sahâbî görüşlerini (Muvatta, "Savm", 43) esas alarak ve namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerde hiçbir şekilde -mükellefin hayatında veya ölümünden sonra- niyâbetin geçerli olmayacağı genel kaidesini işleterek, ölen adına yakınlarının veya üçüncü şahısların oruç tutmasını, namaz kılmasını uygun görmemişlerdir. Bunlar mezkûr hadisteki "yerine oruç tutma" ifadesiyle oruç yerine geçecek olan fidye vermenin kastedildiğini, Hanbelîler başta olmak üzere fakihlerin bir kesimi de bu istisnaî hükmün ramazan orucu için değil de ölenin adayıp da yerine getiremediği adak oruç borcu için geçerli olabileceğini söylerler.

Mükellefin oruç borcunun vefatından sonra fidye ödenerek düşürülmesi (ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün, sürekli mazereti sebebiyle oruç tutamayan veya geçici mazereti sebebiyle oruç tutamayıp daha sonra da bu orucunu kazâ edemeden vefat eden kimselerin durumuyla sınırlı kalması beklenirken hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen fakat hicrî II. asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış olması muhtemel olan bir yorum ve kıyaslama ile, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş kimse adına vefatından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Bu görüş, sağlığında mazeretsiz olarak oruç tutmayıp kazâ da etmeyen kimsenin vefat etmekle kazâ etme imkânını yitirdiği için, mazerete binaen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyasen bu kimse adına da fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine sahiptir.

Hanefî kaynaklarında, İmam Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların onun oruç borcu için fidye vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olarak yeterli olacağını söylediği rivayet edilir. Ölen adına yakınlarının oruç tutabilmesinden söz eden hadisin ve İmam Şâfiî'nin bu yöndeki eski görüşünün daha sonraki dönem Şâfiî literatüründe geniş bir yoruma tâbi tutulup kasten terkedilen ve kazâ da edilmeyen oruçlar dahil her türlü oruç borcu için söz konusu edildiği, ölen kimse adına oruç tutacak kimsenin onun yakını olmasının şart görülmediği, yakınların bilgisi olsun olmasın üçüncü şahısların da ücretli-ücretsiz böyle bir oruç tutabileceği görüş ve tartışmalarının yer aldığı görülür. Sonuç itibariyle, âyette sadece oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mazeret sahibi kimseler için öngörülen fidye yoluyla telâfi mekanizması, konuluş amaç ve anlamını aşarak, mazeretli veya mazeretsiz olarak orucu terkedip, kazâ edemeden ölen herkese teşmil edilmiştir.

Her ne kadar içerisinde mâsum ve insancıl duygular barındırdığı iddia edilebilirse de ıskat-ı savm ve ıskat-ı salât anlayışının yeşerip, her türlü mantıkî ve dinî ölçüler zorlanarak oldukça geniş bir kullanım alanına kavuşturulması, ibadetlerin aslî fonksiyonlarının göz ardı edilip, nasıl birtakım şeklî şart ve gösterilere indirgenmiş "borçtan kurtulma törenleri"ne dönüştüğünün bir göstergesi mesabesindedir. Ruhun Allah'a yükselişini sembolize ettiği gibi, kişinin kendini geliştirip ispat etmesine katkı sağlayan ve insan için daha birçok mânevî ve derunî yararlar içeren ibadetlerin sıradan bir borç ödeme çerçevesinde değerlendirilmesi, ibadetlerin ruh ve amacına aykırı olduğu gibi, insanların sağlıklarında ibadetleri ifada tembellik etmesine ve ihmalkâr davranmasına da yol açabilmektedir.

Vefat eden kimsenin yakınlarının müteveffanın uhrevî mesuliyetini azaltacak bir şeyler yapabilme yönündeki iyi niyeti anlaşılabilir bir durumdur; fakat bu niyetin doğru kanalize edilerek şâri` tarafından öngörülmüş genel ölçüleri aşmayacak biçimlerde gerçekleştirilmesi gerekir. Şâri`, mevcut biçimlerin saptırılması neticesinde oluşan biçimlere göre değil, kendi önerdiği ölçülere göre davranılmasını ister. 




Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak