6 Ocak 2024 Cumartesi

Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları-7

 Ebu Hanife el-Dinaveri



Ebu Hanife Ahmed bin Davud Dinaveri veya sadece el-Dinaveri (d. 828 - ö. 896), astronomi, botanik, metalürji, coğrafya, matematik ve tarih gibi çok çeşitli alanlarda çalışmalarda bulunmuş Kürt kökenli bir Müslüman bilim adamı.

Bugün batı İran’da kalan Dinaver bölgesindendir. İsfahan’da astronomi, matematik ve mekanik, Kufe ve Basra’da ise filoloji ve şiir eğitimi almıştır. 24 Temmuz 896’da doğduğu kent olan Dinaver’de vefat etmiştir.

Dinaveri özellikle de “Kitab el-Nebat” (Bitkiler Kitabı) isimli eseriyle tanınmaktadır. Bu eseri sebebiyle sıklıkla botaniğin babası olarak adlandırılmıştır. Eserde Arap botanik gelenekleri, bitki incelemeleri ve bilgisinin yanı sıra Fars kökenli bitki bilgileri de mevcuttur ve yıllarca botanik alanında standart kitap olmuştur. Alman bilim adamı Bruno Silberberg eserin önemini şöyle anlatır:

“İlmi çalışmaların 1000 sene sonrasında Greklerin botaniği Theophrastus (M.Ö. 372-287) ve Pedanius Dioskorides (M.Ö.1 yüzyıl)’in eserlerinde özetlenmiştir; oysa Dinaveri’nin kitabı, müslüman ilminin sadece ikinci asrında, Greklerin seviyesine çıkmakla kalmaz, fakat onları çok daha geride bırakır. Dinaveri’nin kendi eserini tasnif ettiği devirde Dioskorides’in kitabının henüz Arapçaya tercüme edilmemiş olduğunu da burada işaret etmek lâzımdır. Şu halde bu eser Müslüman Kürtlerin orijinal bir çalışmasıdır...”

Nitekim eser bazı kaynaklarca erken İslam botaniğinin en ünlü eserlerinden biri olarak adlandırılır.

Botanik çalışmalarının yanı sıra Kürtler üzerine de çalışmaları olmuş, Kürtlerin atalarını araştıran ilk bilim adamlarından biri olmuştur. Bu alandaki çalışmalarını “Ensab el-Ekrad” (Kürtlerin Ataları) isimli eserinde toplamıştır. Dinaveri ayrıca matematik ve Kur’an üzerine de birçok eser kaleme almıştır; her ne kadar bu kitapların bilinen hiçbir nüshası çağımıza ulaşmamışsa da başka yazarların çağımıza ulaşan eserlerinde Dinaveri’nin bu eserlerinden çeşitli alıntılar vb. ifadeler yer almaktadır.


Kürdistan tabirini ilk kez Ebu Hanife Ahmed Dineveri (820-896) “Ahbar el-Tival” adlı eserindeki haritada kullanmıştır.


Eserleri

Kendisine atfedilen eserlerin bir kısmı aşağıdaki başlıklarda sıralanmıştır.


Matematik ve doğa bilimleri

Kitâb el-Cebr ve’l-mukâbele (Cebir Ki-tabı)

Kitâb el-Nebât (Bitkiler Kitabı) Kitâb-ül-Küsûf (Güneş Tutulmaları Kitabı)

Kitâb el-Hisâb (Aritmetik Kitabı) Kitâb’ül-Bahsi fi Hisâb il-Hind (Hint Aritmetiği Analizi)

Kitâb’ül-Cem ve’t-Tefrik(Aritmetik Kitabı)

Kitâb’ül-Kıble Ve’z-Zevâl Kitâb’ül-Envâ (Hava Durumu Kitabı) İslâh’ul-Mantık (Mantığın Islahı) Sosyal ve beşeri bilimler Ahbâr’üt-Tivâl (Genel Tarih)

Kitâb el-Kebir (bilim tarihinde “Büyük Kitap”)

Kitâb el-Fusâha (Retorik Kitabı) Kitâb’ül-Büldân (Coğrafya Kitabı) Kitâb eş-Şir ve’ş-Şu’arâ (“Şiir ve Şairler Kitabı”)

Ensâb el-Ekrâd (Kürtlerin Ataları).




Dünyaya Yön Veren Müslüman Bilim Adamları

Yazar: Hacı Mahmut Hatun

Şırnak Uludere

 


4 Ocak 2024 Perşembe

İRAN TARİHİ-9

 


PERS İMPARATORLUĞU-1



Parana'ların Türlü dillerde Parsa’lar, Pers'ler veya Furs'lar Batı İran'da gibi adlarla anılan Parsua'lar, siyasi bir varlık olarak Pasargad boyundan Akhamaniş veya Ahemeneş klanı ile tarih alanına çıkmışlardır.

Evvelce söylediğimiz gibi Parsua'lar, milâttan önce ikinci bin başlarında Hazer doğusundan güneye akan ve Indo–İranlı denilen büyük göç dalgalarına mensup bulunuyorlardı. 1850 tarihinden sonra, bu kafilelerden ayrılan göçler, yer yer merkezler bırakmak üzere kuzey-batıya doğru ilerleyerek Urmiye gölü batısına kadar gelmişlerdir. Bunlardan bazı klanların yukarı Mezopotamya'dan Fırat boylarına kadar yayılan Hurri’lerin sınırlarına kadar ilerlemiş olduklarını ileri sürenler vardır.

Onuncu yüz yıla ait Asur belgelerinde Urmiye gölü batısında yerleşmiş olan boyların Parsua’lar adiyle anıldıklarını ve Asurluları metbu tanıdıklarını görüyoruz.

Bu çağlarda Parsua’lar, ayrı ayrı şefler idaresi altında kabile hayatı yaşıyorlardı. Avesta Gatha’ların da hatırası belirtilen ayrı şefler idaresinde yaşayan soylardan ve boylardan mürekkep sosyetenin bu çağlara ait olduğu tahmin edilmektedir. Sonraları, batıdan Asurluların, diğer üç yandan da buraların eski halkını teşkil eden Ön Turanlıların tazyikleriyle 815 tarihinden itibaren Zagros dağları vadileri boyunca inmiş, Elâm'ın merkezi olan Sus şehrinin kuzey doğusundaki Anzan veya Anşan civarında yerleşmişlerdir. Eski yurtlarının hatırasını unutmamak için de yeni yurda Parsamaş veya Parsumaş adını vermişlerdir. Burada gerçi Ninova’nın nüfuzundan kurtulmuşlar, fakat çok geçmeden Mata’ların hâkimiyetini kabul zorunda kalmışlardır. Yunan müellifleri, sonraları on boydan mürekkep olarak tanıdıkları Parşua’lardan büyük bir kısmının köy ve kentlerde tarım ile geçindiklerini, bazı boyların ise hayvan sürüleriyle göçebelik hayatı sürdüklerini haber verirler.


Akhamaniş Hanedanı 


Milâttan önceki 700 tarihlerine doğru Parsua'ların başında Akhamaniş veya Ahemeneş adında bir prens bulunuyordu. Büyük Pers imparatorluğu hükümdarları,  Akhamaniş'i  (700-675)  hanedanlarının atası saydıklarından bu sülâle tarihte Akhamanişler adiyle anılmaktadır.

692-tarihinde Babil’in kuzeyinde Dicle üzerindeki Habule de Asur kralı Sennaherib ile çarpışan müttefikler arasında Elâmların yanında Akhamaniş’in de bulunduğu sanılmaktadır. Çünkü bu zamana ait Âsur belgelerinde Parsumaş’da düşmanlar arasında sayılıyor.

Asur annalleri Habule savaşının kendi zaferleriyle sona erdiğini kaydediyorlarsa da Babil kroniklerinde savaşın neticesiz kalmış olduğu belirtilmektedir. Bu da Sennaherib’in bir zafer kazanmadığını gösteriyor.

Firdevsi’nin Kivanivan tabakası dediği hükümdarların büyük ataları sayılan Akhamaniş’in hayat ve faaliyeti hakkında tarihî bilgimiz yoktur Yalnız 675 tarihlerine doğru kendisine oğlu Teispes (Chişpiş)in halef olduğunu biliyoruz.

Enerjik bir prens olduğu anlaşılan Teispes 675-640 babasının yerine geçtikten bir müddet sonra, Elam kralının üzerindeki nüfuzunun azaldığını anlayınca Anzan (Anşan) bölgesini istilâ ederek memleketini genişletmiş, nüfuzunu artırmıştır. Bu sırada gaileler içinde bulunan Elâm kralı Şilhak-lnşuşinak II, burayı geri almak teşebbüsünde bulunamadığından Teispes kendisini Anşan-Parsumaş kralı ilân etmiştir. Bu zamanlarda Ön Asya’daki siyasî duruma göre, filizlenmeğe başlayan küçük Pers krallığı için tehlike, ne Elâmlılar ne de Asurlulardı. Pers prensliği için tehlike kaynağı yalnız Mata’lardı.

Sus Elamları bir taraftan Deniz memleketinden gelen tazyik, diğer taraftan iç kargaşalıklar yüzünden bir harekette bulunacak halde değillerdi. Asurlulara gelince, onlar da gözlerini Parsumaş’da gelişmekte olan Pers prensliğinden ziyade Kafkaslardan inen Kimmer’lere çevirmişlerdi Çünkü Matalar prensi Khaşatrika, Kimmer’lerle anlaşmış, onları Asur sınırlarına yöneltmişti. 

Asarhaddon (681-668), Kimmer dalgalarının, Harhar (Kar-Şarukin) bölgesini ve Ellipi memleketi sınırındaki Sissirtu şehrini tehdit ettikleri haberini almıştı. Hatta Elvend-Diyala civarında kendisine ait Bit-Hambon şehrini kurtarmak için teşebbüse girişmek gerektiğini anlamıştı.

Bu durumdan faydalanan Khşatrita ise Bit-Hambon’un güney-doğu istikametinden Parsumaş üzerine inmeğe başlamıştı. Herodotos, Asur belgelerinde belirtilen bu olayı teyit etmekte. Matalar kralı Fraort’un (Khşatrita), Pers kralı Teispes’i hükmü altına aldığını haber vermektedir. Fakat bu durum çok sürmemiş, başarılarından cüret alan Fraort yani Khşatrita Asurlulara karşı açtığı savaşta ölünce, Teispes istiklâlini kazanmıştır.

Kar-Kaşşi prensliğinden Matalar krallığına yükselen Khşatrita (Fraort) nın kurduğu krallık ölümünden sonra Iskitlerin istilâsına uğrayarak her taraf yağma ve tahrip edilmişti (653). Bu sırada Teispes idaresindeki bölge, Anzan da dahil olmak üzere, İskit akınlarından kurtulmuştu. Teispes durumdan faydalanarak, memleketi sınırlarını vadiler yolu ile Persepolis bölgesine kadar genişletti, öldüğü zaman krallığı anayurt Parsamus bölgesiyle Anşan memleketini ve yeni alınan Parsa yani bugünkü Faristan havalisini kapsıyordu.

Ölümünden sonra bu krallık iki oğlu arasında bölündü. Büyük oğlu Ariaramna (640-615) krallar kralı (Büyük kral) unvanile Farsa memleketi hükümdarı oldu. Küçük oğlu Kuraş I de (640-600) Parsumaş kralı ilân edildi.

Büyük kral Ariaramna’nın ele geçen altın tablet üzerindeki kitabesinde ilk zamanlarının rahat geçtiği anlaşılmaktadır. Bu yazıtta büyük tanrı Ahuramazda’nın kendisine Farsa memleketini ihsan ettiğini, pek çok cins atları ve yiğit askerleri olduğunu, kendisinden önce babasının kral bulunduğunu anlatarak öğünmüş olduğunu görüyoruz. Fakat, memleketi Elâm ülkesi sınırında bulunan küçük kardeşi Kuraş I onun kadar talihli olmadı. Çünkü Asur krallarından Asurbanipal, Elâm memleketini istilâ edince Parsumaş’da tehdit altında kalmıştı. Asurluların tecavüzlerine uğramaktan korkarak bir taraftan Asurbanipal'a tâbiiyetini arzederken, diğer taraftan da büyük oğlu Arukku'yi rehine olarak Ninova'ya göndermek suretiyle memleketinin istilaya uğramasını önlemek zorunda kalmıştı. Oğlunun rehine olarak Ninova'da bulunuşu, itaatten ayrılmıyacağının teminatı idi.

625 tarihlerine doğru Matalar kralı Keyaksar (Uvakh-şatra) Iskitleri memleketten kovarak istiklâlini kazanınca, Parsa memleketi için ciddi bir tehlike başgösterdi. Matalar kralı iç duruma düzen verdikten sonra güneye doğru akınlar yapmağa başladı. Parsa bölgesi üzerine yürüyerek krallar kralı unvanile öğünen Ariaramna'yı hükmü altına aldı. Memleketini talân etti. Üzerindeki yazıtta da o kadar güvendiğini gördüğümüz gümüş tableti de iğtinam ettiği mallarla beraber Hagmatana'ya götürdü.

Ariaramna'ya halef olan oğlu Arşama ile onun yerine geçen Viştaspa (Histasp)'nın Krallar Kralı unvanı şöyle dursun, kral unvanını almaları bile yasak edildi. Keyaksar, Parsa memleketiyle beraber Kuraş l'in memleketi olan Parsumaş ve Anşan bölgelerini de hükmü altına alarak idaresini Kuraş l'in halefi olan Kambis'e (Kambujiyas) vermişti, Bu suretle bütün Parsualar, Mataları metbu tanımak zorunda kalmışlardır.

Sus'ta bulunan kitâbeli tuğlalarla bir mermer vazo, Keyaksar'ın halefi Astiyag devrinde Elâm’ın bu kısmının Babil kralı Nabokhodonosor'un hükmü altında bulunduğunu gösterdiğinden, Parsua'ların buralarda Babillilerle sınırdaş oldukları anlaşılmaktadır.

Tahmin edildiğine göre, Keyaksar, Parsa kralı Ariaramna'nın ölümünden sonra memleketinin idaresini kendisini metbu tanıyan Anzan-Parsumaş prensi Kambis l'e vermiş, o da buralarda sükünu temin edebilecek bir kudret göstermişti. Matalar kralı Astiyag'ın kızı Mandana ile evlenmesi Kambis l'in, Matalarca aşağı görülen sosyal durumunu yükseltmişti. Bu izdivaçtan İran'da muazzam bir imparatorluk kuracak olan Kuraş Il doğmuştur.



VI ncı yüzyıl ortalarında Ön Asya'da genel durum.


Iran geleneklerinde Kiyaniyan denilen hanedanın hükümdarı tanılan Kuraş 1156 M. ö. 559 tarihinde küçük Parsa krallığına geçtiği zaman, Yakın Şark üç devlete bölünmüş bulunuyordu. İran'a hâkim olan Matalar kralı Astiy ag , doğu Anadolu’nun Kızılırmak'a kadar uzayan bölgelerine hükmediyordu. Küçük Asya'nın Kızılırmak’tan Akdeniz’e kadar uzayan parçası ise bir yıl önce Lidya (Lydia) tahtına çıkmış olan Krezüs, (Kroisos) ün idaresi altında bulunuyordu.

M.ö. 585 andlaşmasından beri Küçük Asya'yı taksim etmiş olan Medya ile Lidya devletleri arasında sulh devam ediyordu. İki devletten her biri, diğerini şüphelendirecek bir harekette bulunmamağa son derece itina göstermiş, her biri diğerini, başka alanlarda siyasi ve askeri teşebbüslere girişmekte serbest bırakmıştı. Medya, doğu bölgelere ve Babil krallığına karşı endişesizce hareket ettiği gibi, Lidya da Yunan kolonileri ve Kızılırmak batısındaki yerli kavimler karşısında serbest kalmıştı.

Keyaksar ile 585 andlaşmasının imzasından sonra Alyattes mevkiini sağlamlandırmak için kendisine rakip olabilecek prenslerle anlaşmağa, ordusunu kuvvetlendirmeğe önem vermişti. Kızlarından birini Efesos prensi Melas ile evlendirmesi kendisine önemli bir taraftar temin etmişti. Karya’lı bir kadından doğan oğlu Krezüs, ikta olarak kuzey Misya’yı, oğlu Adramitionda kuzey Misya'yı almış, burada Adramition kalesini yaptırmıştı. Bitinya'nın bir kısmını zabteden Alyattes saltanatının son yıllarını Mısır ve Babil anıtlarını andıran muazzam bir mezar yaptırmağa hasretmiş memleketinin hemen bütün gelirini bu uğurda sarf etmekten çekinmemişti.

Krezüs (Kroisos) de tahta oturur oturmaz, lyonyalı bir kadından doğan kardeşi Pantaleon'un muhaliflere dayanarak çıkardığı gailelerle uzun zaman uğraşmak zorunda kalmıştı Bu gaileden kurtulduktan sonra da, kendisini sevdirmek için Yunanistandaki tapınaklara kıymetli hediyeler göndermeğe başla mıştı. Fakat, bu siyasetin iyonyalıları kendisine bağlayamadığını görünce, sulh siyasetini bırakmış, Kaystrus ve Hermus vadileri mahreçlerindeki şehirlere karşı fütuhat harbine atılmıştı. ilk defa E fesos şehri zabt ve tahrip edilmiş, şehir halkı ovaya, Artemis tapınağı çevresine inmek zorunda bırakılmıştı. Sonra İzmir aynı akibete uğramıştı. Bu iki önemli siteden sonra da diğer küçük şehirler birer birer alınmıştı. Krezüs bir aralık bir donanma yaptırarak Siklad adalarını almağı bile düşünmüştü. Fakat Lidya’lıların gemi yapmakta gösterdikleri başarısızlık onu bu fikirden vazgeçirmiş, Kızılırmak’a kadar uzayan b ölgeleri kesin surette krallığına eklemek teşebbüsüne atılmıştı. Bir kaç yıl içinde Marandini'leri, Asya Trak'larını, Bitinya'lıları, Paflagonya’lıları, selefinin itaat altına alam adığı Frig kabilelerini ve nihayet Lik aonia’yı zabtetmişti. Bu suretle Likya hariç olmak üzere Karadeniz ve Kızılırmak ile Akdeniz arasındaki bölgeler kendisine vergi vermek zorunda bırakılmışlardı.

Verimli toprakları, sanat merkezlerini kapsayan bütün bu bölgelerin zabtı, Krezüs'e tasavvur üstünde kazançlar temin etmiş, israfı gibi zengin hazineleri de çağdaşlarının hasedini üzerine çekmişti. Yunanlılar, kendilerine yapılan bol ihsanlar tesiriyle Krezüs'ü semalara yükseltmiş, ona ölmez şöhret kazandırmışlardı.

Asur imparatorluğunu yıkan müttefiklerden Babil kralı Nabiipolasar (Nabu -apal-usur) ın kurduğu hanedanın en kudretli hükümdarı olan oğlu Nabokhodonosor (Nabii-kudur-usur) (605 -562) nüfuzunu bütün Mezopotamya ile beraber Suriye Filistin'e kadar yaymış, Kudüs'te can çekişmekte olan Yahudi krallığına son vererek (587) batıda Mısır sınırlarına dayanmış, güney doğuda ise İran'ın Sus bölgesini memleketine bağlamıştı. Orta çağda Şark kaynaklarında Buhtunnasr adiyle şöhret alan bu kudretli hükümdarın ölümünden sonra Babil'de iç durum karışmış, partiler kavgası alevlenmiş, krallık otoritesi sarsılmıştı. Yerine geçen oğlu Awel-Marduk ( 562 - 569), kendisini rahiplerin nüfuzuna kaptırmış olduğundan iki yıl sonra ordu tarafından atılarak yerine Nergal-şar-usur (559-556) geçirilmişti. Fakat, alttan alta aleyhine çalışan rahipler partisi de bunu yerinde oturtmamış, krallığa kendi taraftarlarından Labaşi-Marduk'u geçirmişlerdi (556). Fakat bu talihsiz adam pek az sonra karşı parti adamları tarafından öldürülerek sarsılan tahta Haeranlı bir rahibenin oğlu olan Nabû-naid ( 555 - 539) geçirilmişti. Bu siyasi buhranlar neticesi olarak Elâm'la Sus'un 559 dan sonra gevşemiş olan Babile bağlılığı, Nabu-naid'in cülûsunu intac eden sarsıntılar sırasında büsbütün kopmuştu.

Küçük Parsa krallığına geçen azimli Kuraş ll'nin karşısındaki bu üç devlet arasında içten çürümemiş olanı yalnız Lidya kırallığı, en çok sarsılmış bulunanı da Babil devleti idi. Kuraş II Parsa prensliğine çıktığı sırada, anadan dedesi olan Matalar kralı Astiyag, gurur, sefahat ve istibdadı ile hükmü altındaki halkı kendisinden soğutmuştu. Vezirleri, komutanları bile kendisinden nefret ediyor, ancak can korkusuyla yalandan bağlılık gösteriyorlardı.

Ön Asya tarihinde yeni bir devir açmağa namzed olan müstesna yaratılışlı Kuraş, umulmayan ve hayret veren fetihleriyle Çanakkale'den Hindistan sınırlarına, Amuderya (Ceyhun) ötelerine kadar uzanan, o zamana kadar misli görülmemiş bir imparatorluk kuracaktı.

Fakat ne yazık ki hakkındaki bilgimiz, başarılarına nisbetle, çok noksandır. Rivayetler de çok defa birbirlerini naksetmektedir. Bununla beraber hayret veren muvaffakiyetleri onun dahi bir komutan, dirayetli bir devlet başkanı, maharetli bir teşkilâtçı olduğunda şüphe bırakmamaktadır. Bir zaman içinde türlü kavimleri ve ülkeleri idaresi altında toplamış, haleflerine iki yüz elli yıl sonra ancak İskender gibi müstesna bir askerin yıkabileceği kadar sağlam temelli bir devlet bırakmıştır.

Kuraş II, babasının yerine geçer geçmez, bir taraftan kuvvetli ve disiplinli bir ordu kurmağa, diğer taraftan da küçük prenslik çevresindeki boyları inkiyat altına almağa çalıştı. Sonra metbu tanıdığı Astiyag’ın veziri ve komutanı Harpag ile gizlice anlaştı. Onun yardımını temin ettikten sonra Matalara harp açtı. Astiyag esir düştü (550). Kuraş II de bütün Matalar krallığına varis oldu.

Babil kralı Nabonid (Nabû-naid) belgelerinde Med krallığının yıkılışı şöyle hikâye edilmektedir: "Astiyag’a gelince, askerleri kendisine isyan ettiler. Astiyag tutularak Kuraş II ye teslim edildi. Kuraş II bu zaferden sonra Hagbatana üzerine yürüdü. Şehri aldı. Altın, gümüş mobilyalar, ve bütün servet yağma edildi.  Eşya ve mobilyalar ile iğtinam edilen diğer servetler Anzan memleketine götürüldü» . Bu parlak zaferden sonra Kuraş ll nin 549 yılına ait bir tablette kendisini yine Anzan kralı unvanile anmış olduğunu görüyoruz. 546 tarihine ait tabletlerde ise Parsa kralı unvanını almış bulunmaktadır.


Bu zamanlarda Babil'de Nabû -naid hüküm sürüyordu. Fakat, memleketi parti mücadelelerine sahne olduğundan Kuraş II buradan endişe duymuyordu. Halbuki Lidya’da durum başka idi. Burada Alyattes (660 -588) in yerine oturan Krezüs atalarının fetihlerini genişletmiş, Milet ve diğer lyonya (İonia) şehirlerini memleketi içine almış, doğuda ise Kızılırmak'a dayanmıştı.


Kuraş II'nin Küçük Asya'yı Zaptı   


Kuraş II, Astiyag’ı ortadan kaldırarak büyük emellerinin gerçekleşmesine engel olabilecek devletlerden birini yoketmekle kalmamış, Medya krallığına da varis olmak suretiyle büyük bir kudret kazanmıştı. Karşısında kendisiyle boy ölçüşebilecek tek devlet Küçük Asya’ya hâkim olan Lidya idi. Bu devletin başında bulunan Krezüs, müttefiki olan Medya devletinin ortadan kalkmasından ve İran ’ın kendisine rakip Kuraş II gibi haris ve kudretli bir adamın pençesi altında birleşmesinden doğacak tehlikeleri düşünerek bihuzur oluyordu .

Medya imparatorluğunun beklenmeyen bir zamanda tahmin edilemiyecek kadar kolay bir surette yıkılmasından doğacak II. Ctesias, Kuraş ll,nin bu zaferden sonra Astiyag’ın kızıyle evlendiğini kaydetmektedir. Herodot masalına göre Kuraş II Astiyag’ın torunu olduğundan, eğer her iki rivayet doğru ise, teyzesiyle evlenmiş olması gerekmektedir. Eski İran’da kardeşlerin bile birbirleriyle evlendiklerini biliyoruz.

Neticeler Lidya için vahim olabilirdi. Çünkü Matalar krallığının çökmesi ile Lidya’ya o kadar fayda temin etmiş olan 585 andlaşması da ortadan kalkmış, Kızılırmak doğusuna yürümek için de imkân ve fırsat hazırlanmıştı.

Ergeç Küçük Asya'yı fethetmeğe kalkışacak olan Kuraş II nin Medya krallığı üzerinde nüfuzunu iyice yaymadan önce, sahneye atılarak yeni rakibini doğarken boğmak, Lidya'nın varlığını kurtarmak olacaktı. Krezüs bu mutalâa ile harbe karar verdi. Dışarıdan müttefikler aramağa koyuldu. Mısır'a gönderdiği elçi, Firavun Amasis (525) tarafından büyük iltifatlarla karşılaştı. Firavun İran'da görülen büyük değişmelerin kendi krallığı için de bir tehlike olacağını sezmişti. Mısır'la Lidya arasında bir savunma-saldırma andlaşması yapıldı. Bu andlaşmaya Babil kralı Nabü-naid ile Ispartalılar da katıldılar.

545 de Krezüs, gerçekleştiği takdirde Parsa’lar için tehlikeli bir akibet hazırlayacak bir ittifakın başında bulunuyordu. Kuraş II nin daha fazla kuvvetlenmesine zaman bırakmadan boy ölçüşmek daha emniyetli bir hareket olacaktı.

Krezüs’ün kuvvetli ve önemli bir ordusu vardı. Orduyu teşkil eden piyadeler, savaş alanlarında pişmiş, tecrübeli askerlerden mürekkep olduğu gibi suvariler de hızlı akınları, ani baskınları, süratli hareketleriyle ün kazanmışlardı. Kuraş II ile boy ölçüşmek için Yunanlı askerlerden, Babil ve Mısır ordularından yardım görebilirdi. Çünkü günden güne satveti artan Kuraş II, kendisi kadar bu memleketler için de bir tehlike idi. Fazla beklemiyerek asker toplamağa, fırsat bulunca hücum etmeğe karar verdi.

Sicilyalı Diodor'a göre Krezüs’ün Yunanlılardan ücretli asker toplamağa memur ettiği adam, üzerinde bulunan külliyetli paralarla İran’a kaçarak Sardes’deki hazırlıkları, ittifak teşebbüslerini olduğu gibi Kuraş II. ye haber verdi.

Kuraş II, Lidya kralının hazırlıklarını haber alınca olaylara takaddüm etmesini bildi. Müttefikleri gelmeden Krezüs üzerine yürümeğe karar verdi (546). Zagrosları aşarak Ninova yakınlarında Dicle ırmağını geçti. Mezopotamya kuzeyindeki dağların eteklerini takip ederek Kappadokia’ya girdi. Buradan Krezüs’e elçi gönderdi, sadakatli bir tâbaa olmayı kabul ettiği takdirde canını bağışlayacağını bildirdi. Rivayete göre Krezüs bu çarpışma akibetinin ne olacağını öğrenmek için hatiflere başvurmuş, bunlardan aldığı mübhem ve iki taraflı cevapları lehine yorumlamış, Tanrıların kendisine zafer vadettiklerine inanmıştı. Bu inançla Kuraş’ın hareketi hakkında Nabu-naid’ten aldığı haber üzerine Parsaları karşılamak maksadiyle o da Kappadokia’ya yürüdü (546 ilk baharı). Kızılırmak’ı geçerek Sinop yoluna hâkim olan Piteria şehrini zaptetti. Kendisiyle düşman arasındaki alanı tahrip ve tahliye ettirdi. ilk çarpışma uzun yollardan gelen Kuraş II nin yorgun askerlerini hayli sarstı. Üstünlük Krezüs’te kalmıştı. Kuraş II, üç aylık bir mütareke teklif etti. Bu teklif müttefiklerinden yardım bekleyen Krezüs’ün de işine gelmişti. Hemen mütareke yapıldı. Bu esnada Kuraş II, Lidya krallığının gerisinde bir isyan çıkarttırmağa teşebbüs etti. lyonya (lonia) Greklerine gizlice adamlar göndererek onları kendisiyle birlikte Krezüs aleyhine harbe teşvik etti. lyonyalılar, Lidyalıları sevdikleri için değil; harbi kazanacak Parsalardan korktuklarından bu teklifi kabul etmediler. Krezüs'e de yardımda bulunmadılar.

Üç ay sonra, Hattilerin başkenti olan Boğazköy (Pterium) da savaş tekrar başladığı zaman, Lidyalıların durumunda bir değişiklik olmadığı, yani Krezüs’ün beklediği yardım kıtalarının gelmemiş olduğu anlaşıldı. Sabahtan akşama kadar süren kanlı savaş kesin bir sonuç vermedi. Fakat harp talihinin Kuraş II lehine döndüğü anlaşılmıştı. Krezüs ordusunu Kızılırmak’ın gerisine çekmek zorunda kaldı. Sonra da Sardes'e dönmeğe karar verdi. Çekilirken düşmanın takibini müşkülâta uğratmak maksadiyle geçtiği yerleri yakıp yıktırdı. Krezüs, hasmının Babil kralının arkadan hücumuna uğramağı gözönüne alarak ordusunun arkasını açık bırakmamak için kendisini takip etmiyeceğini sanmıştı. Fakat, tedbirsiz olmayan Kuraş II, Nabû-naid'e bir saldırmazlık andlaşması teklif etti. Babil kralı da bunu sevinçle karşıladı. Geri emniyetini bu suretle temin eden Kuraş II süratle  Sardes üzerine yürüdü. Halbuki başkentine dönen Krezüs , basan kışın Parsa'ların yürümelerine engel olacağını ve Kuraş II'nin Kappadokia'da kışlayarak ilkbaharda harekete geçeceğini sanmış, askerinin bir kısmının evlerine dönmelerine müsaade vermişti. Müttefiklerini de gelecek bahar için yardıma çağırmıştı.

Halbuki Kuraş, Kappadokia'da kışlayarak bir kaç ay daha bekleyecek olursa ümidini kaybetmese bile, ordusunu büyük müşküllere maruz bırakmış olacaktı. Çünkü ilkbaharda cepheden Lidya ve Isparta kuvvetlerinin, yandan ve arkadan da Mısırlılarla Babillilerin hücumuna uğramak ihtimali vardı. Bu takdirde ya geri çekilmek veya ordusunu ikiye bölmek vaziyetleri karşısında kalacaktı. Bunun için kışa kara bakmaksızın Kızılırmak'ı geçti. Krezüs, Kuraş Il'nin Sardes üzerine gelmekte olduğunu öğrenince şaşırdı. Karşı koymak için acele  ile ask er toplamağa başladı. Süvari kıtalarını düşmanı önlemek üzere Hermus = Gediz vadisine gönderdi. Kuraş II de ordusunun önüne Sus bölgesinden getirdiği develeri yığdırdı. Krezüs, süvarilerinin kuvvet ve maharetleri sayesinde düşmanı belki tevkif edebilecekti fakat, Lidya atları develerle ilk defa karşılaşıyorlardı. Develerin kokusundan tiksinerek hırçınlaştılar. Süvariler, atlarına hâkim olamadıklarından çekilmek zorunda kaldılar. Bu suretle Hermus (Gediz) vadisinde kurulmak istenilen mukavemet tertibatı bir işe yaramadı.

Krezüs başkentinde tahassün ederek bir an evvel yardıma gelmeleri için mütteffiklerine bir biri arkasından mesajlar yağdırmağa koyuldu. Yardım kuvvetleri gelinceye kadar burada mukavemet edeceğini umuyordu. Bu umudu boşuna değildi. Isparta'lılar yardıma gelmek için gemilere binmeğe hazırlanmağa başlamışlardı. Fakat, muhasaranın dördüncü günü durum birdenbire değişti: Hiriyades adında Mardlardan bir asker sayesinde Parsalar ümit etmedikleri bir kolaylıkla tahmin ettikleri zamandan çok erken şehri zabtettiler. Hadise şöyle olmuştur: Kuraş II şehre ilk girecek askere büyük bir mükâfat vadetmişti. Hiriyades gözetlediği Lidyalı bir askerin kale burcuna düşürdüğü miğferini almak üzere, uzaktan hiç belli olmayan bir yoldan aşağı inerek miğferini aldığını ve aynı yoldan tekrar kaleye çıktığını gördü. Yanına bir kaç arkadaş olarak karanlık basınca aynı yoldan kaleye çıktılar. Kaleye çıkmasını imkânsız bilen Lidya askerlerinin ilk şaşkınlığından istifade ederek şehir kapılarını girmek için bekleyen Pers askerlerine açtılar. Bu suretle 14 günlük bir muhasaradan sonra Lidya başkenti Parsların eline geçmiş oldu (546). İran askerlerinin şehre dolmağa başladıkları ve kalenin akibeti belirdiği sırada Krezüs vaktiyle son Asur kralı Sinşarişkun'un yapmış olduğu gibi sarayına ateş vererek bütün ailesi efradı ve servetiyle beraber yanmak, düşmana bir şey bırakmamak istemişti.  Fakat bu sırada saraya dolan İran askerleri Krezüs’ü yakalayarak esir ettiler, kendisini Krallar Kralı ilân eden Kuraş ll'nin huzuruna getirdiler. Galip hükümdar öldürülmesini emretti. Fakat, yakılmak üzere odun yığınının üzerine çıktığı zaman, vaktiyle Atinalı Solon ile yaptığı bir görüşme hatırına gelerek üç defa Solon diye bağırdı, bu olay hem ölümden kurtulmasına hem de Kuraş II nin samimi dostu sıfatiyle yanında önemli bir mevki almasına sebep oldu.

Bu parlak zafer bütün Anadolu’nun Kuraş I nin hükmü altına girmesini temin etmişti. Küçük Asya şehirleri birer birer muhasara ve zabtedildi. Yalnız kıyılardaki Yunan kolonileri kalıyordu. Kuraş II bunların zaptını komutanlarına bırakarak memleketine döndü. Fakat, avdetinden sonra Lidyalılar, isyan çıkardılar. Sardes komutanlığında bırakılan general Tabalos'u burada muhasara altına aldılar. İsyanın ele başısı Kuraş II nin zabtolunan hazineleri emanet etmiş olduğu Paktiyas idi. Fakat Medyalı Mazares’in getirdiği kuvvet isyanı bastırdı. Paktiyas Yunanlılara kaçtı.

Kuraş II, Küçük Asya’ya girdiği zaman lyonyalılar, Ispartalıların yardımlarına güvenerek Iranlıların ittifak teklifini reddetmişler, fakat Krezüs'e de yardım etmemişlerdi. Sardes'in düşmesinden sonra, bekledikleri Isparta yardımı gelmediğinden, Iranlıların hücümlarına karşı yalnızca koymak zorunda kalmışlardı.

Ispartalılar, yardım yerine Kuraş II ye elçi göndererek Yunan kolonilerine tecavüz ettiği takdirde hasmane tedbirler alacaklarını bildirmekle iktifa etmişlerdi. Kuraş II, bu elçiye bu haberden dolayı teşekkürünü bildirdikten sonra, ona “lyonyalıların değil, sizin felâketleriniz hakkında söz söylemek fırsatanı veremiyeceğime dikkat ediniz,, yolunda sert bir cevap vermekle iktifa etmişti.

Lidya monarşisinin birdenbire çökmesi, Küçük Asya sahillerindeki Yunanlıları dehşet içinde bırakmıştı. Onlar, ön Asya tarihine yeni bir devir açan büyük bir trajedinin gözleri önünde oynandığını ilk defa görmüşlerdi. O zamana kadar Gyges hanedanı, kuvvet ve satvetiyle kendilerini yıldırıyor, zenginliği ile gözlerini kamaştırıyordu. Bu kadar kuvvetli bir hanedanı yenilmez sandıklarından, onun bir darbe ile birdenbire çökeceğini hatırlarına getirmemişlerdi. Fakat, beklenilmeyen haile tahakkuk etmiş, muzaffer Parsa orduları sahillere doğru akmağa koyulmuşlardı.

Bunun üzerine Ege kıyılarındaki şehirlerden Yunan adalarına doğru bir göç hareketi başladı. Iranlıların gemileri olmadığından lyonyalılar, serbestçe denize açılıyorlardı. Foçalılar altmış yıl önce Marsilya şehrini kurmuş olan vatandaşlarının yanına gittiler. Küçük Asya baştan başa Ahamanişler hükmü altına girmiş oldu. Kuraş ll, kumandanlarından Harpages'i buraya genel satrap (vali) tayin etti.

Lidya'nın yıkılışı ön Asya tarihine yeni bir devir açmıştı. Krezüs'ün esir düşmesiyle yaptığı ittifak da tabiatiyle kendiliğinden çözülmüştü. Ispartalılar yerlerinde kalmış, memleketinin uzaklığı sayesinde kendini muvakkaten olsun emniyette gören Amasis kımıldanmamıştı. Babil kralı Nabu-naid ise, memleketinin coğrafî yakınlığı gereği olarak savunma tertipleri almağa koyulmuştu.

Savaşta Krezüs galebe etmiş olsaydı, Yakın Şark simasında açık bir değişiklik olmayacaktı. Çünkü İran'dan çok uzakta olan Sardes’in bu uzak ülke üzerinde devamlı egemenlik kurması müşküldü. Dağlar veya çöller arkasına çekilen Kuraş, bu durumdan faydalanarak kuvvetlerine yeniden düzen verir, projesini gerçekleştirmek üzere tekrar sahneye çıkabilirdi. Kuraş II nin kesin zaferi karşısında doğunun büyük küçük bütün kralları varlıklarının Kuraş II nin atıfetine bağlı olduğunu anlamışlardı. Hepsi Krallar Kralı Kuraş'ı şüpheye düşürecek en ufak bir hareketten kaçınmak, onun teveccüh ve emniyetini kazanmak için her çareye baş vuruyor, her fırsatı ganimet biliyorlardı.


Kııraş II nin Doğu Seferi  

  

Harpages Küçük Asya'da sükûnu temin ile uğraşırken Hagmatana'ya  dönen Kuraş II de burada   uzun  müddet  kalmadı.  Yeni  kurduğu devlet için bir  tehlike  teşkil eden İran doğusundaki cesur  ve savaşçı boyları hükmü altına almak üzere, büyük bir ordu ile Asya içlerine doğru yürüdü. Beş veya altı yıl süren (546-539) bu sefer hakkındaki bilgimiz, parça parça ve kıymetsiz denilecek mahiyettedir. Kesin olarak bildiğimiz kuraş II nin Hazer denizi ile lndus arasındaki geniş alanda yaşayan ve türlü adlar taşıyan kavimlerle kanlı savaşlar yapmış olduğudur. Ctesias'a inanacak olursak ilk alınan bölge Bakteriyan olmuştu. Buralardaki halk dünyanın en iyi askeri tanılıyordu. Eski ön Turanlılardan inen bu halk sonraları Yunan kaynaklarında Dahi, Çin annallerinde Ta-Hiya adlarıyle anılan boylardan mürekkepti. Bunlar önce Kuraş'a şiddetle karşı koymuşlar, fakat sonra onun Matalar kralı Astiyag ile aile münasebeti olduğunu anlayınca, benimseyerek silâhlarını bırakmışlardır. Bu, halkın kendilerini Matalarla bir soydan saydıklarını göstermektedir. Baktriyan'ın zabtını, Marjiyana (Horasan) ve Uvarazimiya (Harezm) ve Suğdiyana ( Maveraünnehr) bölgelerinin alınması takip etti. İran kuvvetleri Sirderya (Seyhun) boylarına kadar ilerlediler. Kuraş, Orta Asya'dan gelecek akınlara karşı buralarda bir takım kaleler yaptırdı. Bunların en önemlisi Seyhun (Yaksart) ın en mühim geçidine hâkim olan Kireskhata (Cyro-polis) kalesi idi.

Sibirya stepleri Kuraş'ın kuzeye doğru ilerlemesini durdurmuştu. Fakat doğuda Çin Türkistanına doğru uzayan alanda oturan ön Turanlılardan cesur Sakalar Kuraş’ın saldırışından kurtulamadılar. Sakalar kralı Amorges esir düştü. Kuraş II bu zaferle Sakaları hükmü altına aldığını sanmıştı. Fakat Amorges'in karısı Sparetra, dağılan Sakaları toplayarak karşı hücuma geçti. Kuraş'ı, geri çekilmek ve anlaşmak teklifinde bulunmak zorunda bıraktı. Bu anlaşma ile kraliçe esir aldığı Iranlıları vererek kocasını tutsaklıktan kurtarmıştı. Fakat Kuraş’ı da metbu tanımış, vergi kabul etmişti. Kuraş’ın, Türk illerinden gelecek akınlara karşı Sakalardan bir sed kurmağa büyük önem verdiği anlaşılmaktadır.

Sakalar bu zamandan sonra Akhamaniş’lerin yalınız doğu muhafızları olmakla kalmamış, fetihlerini temin eden ordularının da en kudretli ve cesur kıtalarını teşkil etmişlerdir. Kuraş Il bundan sonra Bâbil-lndüs ırmakları arasındaki bölgeleri aldı. Akhamanişler fatihinin Hamun gölü çevresine ve Umman denizi kıyılarına kadar indiği, hatta susuz Gedroziya (Mekran) çölünde ordusunun bir kısmını kaybettiği yolunda muahhar zamanlara ait bir rivayet varsa da bunun sıhhati şüpheli görülmektedir.



Kuraş II’nin Batı seferi   

 

Kuraş II doğudaki cesur ön Turanlıları imparatorluğuna bağladıktan sonra Mezopotamya'daki Babil devletini  yaşatamazdı.  Suriye ve  Filistini’de  hegemonyası  altında bulunduran bu devlet,  Krezüs’ün aleyhine hazırladığı ittifaka girmiş olmakla bu âkıbeti esasen kendi hazırlamıştı.

Bu sıralarda Babil, hakikatte değilse de görünüşte korkunç bir hasımdı. Devleti kuran Naböpolassar’ın asırlarca Yakın Şarkı titreten Asur imparatorluğunu yıkmak hususundaki önemli rolü, kendisine halef olan oğlu Nabu-kudur-usur un Suriye ve Filistin’i alarak zaferlerini Mısır sınırlarına kadar götürmüş olması; bu devlete Yakın Şark kavimleri üzerinde büyük bir otorite ve şöhret temin etmiş, Babil'e karşı herhangi bir istilâ teşebbüsünü önlemişti.

Fakat Nabu-kudur-usur'un ölümünden sonra Babil tahtına çıkanlar arasında kudretli şahsiyetler bulunmadığından, bu eski şöhretin devleti uzun zaman bir tecavüzden koruyamaması pek tabiî idi.

Kuraş II'nin parlak zaferleri devam ederken Babil tahtı parti kavgaları yüzünden çöküyor, Suriye ve Filistin’de kavimler yer yer ve zaman zaman isyanlar çıkararak sarsılmağa yüz tutan otoriteyi, bir kat daha çürütüyorlardı.

Nabu - kudur - usur'dan sonra, gıcırdamağa başlayan taht üzerinde 7 yıl içinde dört hükümdar geçit resmi yapmıştı. Kuraş II doğu seferinden döndüğü zaman, Babil'de bunların sonuncusu olan Nabu-naid hüküm sürüyordu. Harran’lı bir rahibenin oğlu olan bu adam, bir kahraman olmak şöyle dursun, hakiki manasiyle bir asker bile değildi. O, bilgin fakat gevşek, enerjiden mahrum, sulh ve sükûn içinde yaşamak isteyen bir adamdı. Memleketin sınırlarını tahkim etmeğe, ordusunu kuvvetlendirmeğe, tapınaklara ait kültlerle uğraşmağı tercih ediyordu. Cülûsunun ilk zamanlarında Suriye'de başgösteren bazı isyanları yatıştırmış, Tir krallarının veraseti işini halletmişti. Astiyag’ın sukutundan sonra da yağmadan hisse koparmak sevdasına düşmüş, Harran şehriyle çevresini koparmağa muvaffak olmuştu. Fakat, bütün başarıları bundan ibaret kalmıştı. Sonraları idareyi ve başkenti oğlu Baltazar'a bırakarak kendisi tapınaklardaki eski belgeleri araştırmak, halka ağır vergiler yükleyerek tapınakları yıkılmış anıtları tamir ettirmek gibi işlerle uğraşıyordu. Kuraş II ordusu ile Babil önlerine geldiği zamanda Nabu-naid payitahtında değildi. Şehirde oğlu Baltazar, onun adına hüküm sürüyordu. Babil, iç içe üç sur ile çevrilmiş olduğundan zabtı kolay değildi. Fakat Kuraş II, burada bir takım ileri gelenleri elde etmişti Bunların başında Diyala, Zab ırmakları arasındaki bölgenin valisi olan Kubaru bulunuyordu. Kuraş II, 539 yılında suların azaldığı mevsimden faydalanarak Fırat'ın mecrasını değiştirmekle işe başladı. Sonra bu suretle merkezle irtibatı kesilen Opis şehrindeki Baltazar kuvvetlerine hücum ederek kolaylıkla perişan etti. Bu darbeler tesiriyle bulunduğu Sippar şehrinden kovulan Nabû - naid, kaçmak zorunda kaldı.

Kuraş II, Mezopotamya’yı tamamiyle aldıktan sonra kendisini Babil kralı, Marduk’u da ötedenberi olduğu gibi Babil tanrısı ilan etti (20 Mart 538), Bu suretle ne kendi hanedanının, ne Parsa’ların ne de, Mata Muğ’larının dinini zorla kimseye kabul ettirmek yoluna gitmiyeceğini göstermiş oldu. O çağlarda herhangi bir memleketi alan hükümdar oranın tanrılarını koğar, yerlerine kendi tanrılarını oturturdu. Kuraş II bu hareketiyle eski zamanlarda örneği görülmeyen bir liberallik göstermişti.

Vaktiyle Nabû-naid’in Babil’e getirmiş olduğu Ur, Uruk ve Eridu siteleri Tanrılarını yerlerine gönderdi. Nabû-naid bu hareketiyle bu siteler rahiplerinin husumetini kazanmış, bu hal sukutunu hazırlamıştı. Kuraş I ise bu Tanrıları yerlerine iade etmek suretiyle bütün buralar halkının minnet ve şükranlarını kazanmış oldu.   

Parlak zaferler, Kuraş'ı tarihte örneği çok görülen çılgınlıklara  sürüklemedi.  Başarıları kendisinde  Mazdeizmin adaletten ayrılmamak yolundaki  emirlerine uygun  hareket  azmini bir kat daha artırdı.  Bütün  varlığıyle, Asur  kralları tarafından reva görülmüş olan zulümleri haksızlıkları kaldırmağa koyuldu. Asurluların, zabtettikleri ülkelerden zorla sürerek başka yerlere naklettikleri türlü kavimleri esirlikten kurtardı. Onları yurtlarına dönmek hususunda serbest bıraktı. Bu kavimlerin başında Asurluların, Babillilerin Kudüs’ten ve Filistin'den sürerek esirlikle Mezopotamyaya getirmiş oldukları Yahudiler bulunuyordu. Zamanımıza kadar gelen bir fermanında: "Bütün kavimleri hakimiyetim altında topladım. Onlara tanrılariyle beraber memleketlerine dönmek müsaadesini verdim. Benim tanrılarım da bana uzun ömürler versinler..,. demektedir.

Kudüs’e dönmelerine müsaade ettiği Yahudilere vaktiyle, Nabû-Kudur-usur ll’nin  Kudüs mabedinden getirerek Babil hâzinesine koymuş olduğu altın ve gümüş vazoları da vermek samahatini gösterdi,

Kuraş II nin bu kadar adaletli ve cömertce hareketi sebebini tarihçiler türlü surette yorumlamışlardı. Bazıları bunu, harp sırasında Yahudilerin gösterdikleri yardıma karşı bir mükâfat saymışlardır. Bir kısım tarihçiler de Kuraş II nin bu hareketinde tasavvur ettiği Mısır seferi için bir hazırlık görmek istemişlerdir. Kuraş ll’nin ileride Mısır üzerine yapacağı sefer esnasında Mısır sınırları yakınlarında kendisine minnettar gruplar teminini düşünmüş olması hatıra gelebilirse de, sürgün Yahudilerden pek azının babalarının yurduna dönmüş olduklarına göre bu gayenin temin edilememiş olduğu muhakkaktır. Kuraş II nin yalnız Yahudilere inhisar etmeyen bu hareketinde adalet fikrinin ve hükmü altına aldığı halkın muhabbetini kazanmak kaygusunun başlıca âmil olduğunu kabul etmek daha doğru görünüyor.


Kuraş'ın Son Zamanları


Babil’in fethinden sonra Kuraş II nin hayatı ve seferleri hakkında bilgimiz yoktur. Babil devletine son verdikten sonra, İran’a karşı vaktiyle Krezüs ile ittifak yapan devletlerden yalnız Firavun Amasis kalmıştı.

Kuraş II nin Babil krallığına hâkim olmak suretiyle imparatorluğu Mısır sınırlarına dayandığı zaman, Mısır’a yürümeği de bir aralık düşünmüş olması muhakkaktır. Fakat Yunan kaynakları onun son zamanlarında yeniden Türk illerine sefer açtığını ve ölümünün de buralarda olduğu yolunda rivayetler naklederler: Orta Asya steplerinden akıp gelmekte olan akınlara karşı imparatorluk sınırlarını korumak için, tekrar doğuya gitmek zorunda kalmıştır.


Kuraş II 'nin ölümü hakkında türlü rivayetler


Xenophon onun yatağında ve çocuklarının, ailesinin gözleri önünde öldüğünü nakleder. Fakat Xenophon’un bir esasa dayanmayan bu rivayeti tarihçilerce kabul edilmemektedir. Ctesias ise Kuraş ll’nin Bakteriyan’da yaşayan harpci Derbik’lerle yaptığı harpte yaralanarak üç gün sonra öldüğünü nakletmektedir. Derbik’ler kralı Hintlilerle ittifak etmiş olan Amerraiss idi. Ordusundaki filleri müttefiki Hintlilerden almıştı. Tarihçi Berosos da buna yakın olarak Kuraş'ın Part ilindeki Dahai'lerle yaptığı savaşta öldüğünü söyler. Çok muahhar zamanlara ait bir masalda Kuraş’ın çok yaşadığını ve yüz yaşına geldiği zaman eski dostlarını görmek istediğini, kendisine oğlu Kambis’in bütün bunları öldürdüğü haber verilince, oğlunun gaddarlığına karşı uyanan teessür neticesinde öldüğü anlatılmaktadır.

Herodotos ise Kuraş’ın ölümü hakkında daha tafsilatlı bir rivayet nakletmektedir. Hakikate daha yakın görünen ve tarihçilerce kabul edilen bu rivayet, şekilde farklı olmakla beraber, esasda Ctesias ve Berossos’un rivayetlerine yaklaşmaktadır. Herodotos’un anlattığına göre Kuraş II, Yaksart (Sirderya) ötesinde yaşayan Mesaget’lerin imparatorluk arazisine yaptıkları akınları önlemek üzere kraliçeleri Tomris ile evlenmek istemiş, fakat teklifi Tomris tarafından hakaretle reddedilmiştir. Tomris’in red cevabına son derece kızan Kuraş II, Seyhun'u geçerek Mesagetler yurduna girmiş, Tomris’in veliahdi ve büyük oğlu Spargapises idaresindeki öncü kuvveti mağlup ve prensi esir etmiştir. Fakat, tutsaklığı onuruna yediremeyen Mesagetler prensi intihar etmiştir. Oğlunun akibetinden son derece müteessir olan Tomris, büyük bir kuvvetle Kuraş üzerine yürümüş, Herodotos’a göre o zamana kadar olan harplerin en kanlısı vukubulmuştur. Önce yakın mesafeden ok muharebesi başlamış, oklar tükenince diğer taraf askerleri yalın kılıç birbirleri üzerine atılmışlardır. Harp uzun sürdüğü halde hiçbir taraf yılgınlık göstermemiş, nihayet Mesagetler kesin zaferi kazanmışlardır. İran ordusunun büyük bir kısmı savaş alanında kalmıştır. Kuraş Il'nin de maktuller arasında olduğu görülmüştür.

Tomris ölüler arasında bulunan Kuraş II'nin cesedini buldurarak başını kan ile doldurttuğu bir tulum içine sokmuş, "ben yaşıyorum ve muzafferim. Sen, oğlumu hile ile elimden çıkarttırdın. Ben de seni kan ile doyuracağım ,, diyerek intikamını almış imiş.

Herodotos'un bu rivayetinin hakikate ne derece uygun olduğunu kesin olarak bilmiyoruz. Kat'i olarak bildiğimiz Kuraş II'nin Pasargad sarayının gülistanları ortasında bugün Meşhed-i-mader-i Süleyman denilen küçük türbede defnedilmiş olduğudur. Büyük İskender zamanında tabutu burada mevcut idi ve Aristobul tarafından görülmüştü.

Kuraş II, Herodotos'un rivayet ettiği gibi Mesagetler’le yaptığı harpte öldürülmüş ve başı kraliçe Tomris'e takdim edilmiş ise, cesedinin herhalde İran'a getirilmiş olması icabetmektedir. Cesedinin Pasargad'da bulunması onun ya kraliçe Tomris tarafından geri verilmiş veya İranlılar tarafından kaçırılmış olmasiyle izah olunabilir. Son zamanlarda üzerinde kabartma olarak uzun kanatlı insan tasviri bulunan bir stel bulunmuştur. Tasvirin başı üzerinde Mısır hükümdarlarının alameti mahsusası, bunun üstünde de "Ben Krallar Kralı Kuraşım” ibaresi bulunmaktadır.


Kuraş II,nin Şahsiyeti


Kuraş II'nin eski çağların en büyük simalarından olduğu şüphesizdir. Zamanından kalan belgelerin, pek az oluşu, Yunan kaynaklarındaki rivayetlerin de efsanevî bir mahiyette bulunuşu, bu büyük insanın tarih önünde olduğu gibi tanınmasına imkân vermemektedir.

Hayat ve başarılarının simasını değiştirerek ona efsanemsi bir mahiyet veren halk edebiyatı, Kuraş'ı cesur, merhametli ve aynı zamanda insan güzeli, ideal bir hükümdar tipi olarak tasvir eder. Tarih olayları ise onu, cesur olduğu kadar cüretli, harp hud'alarında maharetli, enerjili  büyük bir asker olarak belirtmektedir. Herhalde büyük Ahamaniş imparatorluğunun kurucusunda sevk ve idarede mahir büyük bir komutanın bütün vasıfları bulunuyordu. Fakat, Kuraş'da uzağı gören kaynaştırıcı bir idare adamı vasıfları bulunduğu iddia edilemez. Zabtettiği geniş bölgelerdeki türlü türlü kavimleri birbirleriyle kaynaştırarak imparatorluğu içinde perçinlemek hususunu asla düşünmemiştir. Eğer daha sonra Darius I gelmemiş olsaydı, Ahamaniş imparatorluğunun çok erkenden dağılacağı şüphesizdi. imparatorluk, Büyük İskender'in zamanına kadar zahiri birliği muhafaza eder gibi görünmüş ise de, bunun Darius I 'in devlet adamı vasıflarının temin etmiş olduğu muhakkaktır. Kuraş II yıktığı krallıklardan yalnız Lidya ile Babil'de birer lranlı satrab bulundurmuş, başka bölgelerde kendisine boyun eğen yerli prensleri makamlarında bırakmış, idare mesuliyetini onlara emanet etmiştir.

Bununla beraber Kuraş ll'nin o zamana kadar şarkta bilinmeyen bazı yeni prensipleri, yeni fikirleri tatbik ettiği şüphesizdir. Başka dinlere karşı gösterdiği müsamaha ve geniş görüş ise, kendisinden önceki Yakın Şark hükümdarlarından hiç birinde görülmemiştir. Asur ve Babil kralları, yendikleri devletlerin tanrılarını ganimet olarak alır. Başketlerine götürerek kendi tanrılarının hizmetine vakfederlerdi. Halbuki Kuraş, galebe ettiği kavimlerin tanrılarını esir diye almak şöyle dursun, bunlardan Asur ve Babil kralları tarafından alınarak başkentlerine götürülenleri de yerlerine iade etmiştir. Bu meyanda Kudüs mabedinden Babil'e getirilmiş olan mukaddes vazoları da Yahudilere vermiştir. Asur ve Babil krallarının istilâlarına karşı derin bir husumet besleyen kavimlerin, Kuraş'ı bir halâskâr, bir hâmi gibi telâkki etmeleri, onun bu yoldaki hareketinin bir karşılığı idi. Asur ve Babil krallarına karşı lânetler, beddualar yağdıran Yahudi peygamberlerinin Kuraş'ı öğe öğe göklere çıkarmaları onun başka dinlere karşı gösterdiği hürmet ve müsamahanın bir şükranesi idi.

Kuraş'ın insanlık tarihinde şerefli ve ölmez bir şan kazanmasında, Yahudilerin ona karşı besledikleri minnettarlığın büyük hissesi vardır.

Yaradılışında büyük bir komutanlık vasıfları bulunan Kuraş II Yakın Şarkın kendisinden önceki kudretli hükümdarlarının askeri tecrübe ve başarılarından faydalanmağı bilmiş, ona göre bir ordu kurmuş, Matalar, Sakalar; Elâmlar gibi Yakın Şarkın cengâver unsurlarını maharetle sevk ve idare etmeği bilmiştir.

Kendisine büyük zaferler kazandıran ordu, çoğunluğunu Ön Turanlıların teşkil ettikleri feodal boy beylerinin topladıkları askerlerden teşekkül etmişti. Bu, tabiatiyle millî bir ordu değildi. Her biri kendi başbuğları tarafından idare edilen kıtalardı. Sus'ta bulunan emaye tuğlalarda, Kuraş’ın muhafızlarına ait iki asker tasviri görülmektedir. Bunlardan birinin güneşin yakıp kavurduğu Elâm halkından, diğerinin ise Zagros dağlarında veya Matalar ilinde yaşayan kabilelerden oldukları anlaşılmaktadır.

Kuraş’ın ordusu, teşkilât bakımından Lidya ve Babil ordularından üstündü. Silâhları da onlara faikti. Ok atmaktaki maharetleri emsalsizdi. Zırhları, kalkanları delik deşik ediyorlardı. Ok yaydan başka sapan da kullanıyorlardı. Bunlarla muhasara ettikleri şehirler üzerine büyük taşlar atıyorlardı.

Keyaksar zamanındanberi İran ordusunun önemli silahı olan mızrak Kuraş ordusunda da maharetle kullanılıyordu.




İRAN TARİHİ 1.CİLT

EN ESKİ ÇAĞLARDAN İSKENDER'İN ASYA SEFERİNE KADAR

Ord. Prof. M. ŞEMSEDDİN GÜNALTAY

İLMİHAL-10 / NAMAZ-5

 EZAN ve KAMET


Namaza çağrıyı sembolize eden ezan ve kamet, müslümanların gerek ibadet hayatında gerekse mûsikiden mimari ve edebiyata kadar İslâm kültür ve medeniyetinde ayrı bir önem taşmaktadır. Burada sadece ezan ve kametle ilgili temel fıkhî bilgiler üzerinde durulacaktır.

Ezan sözlükte "duyurmak, bildirmek" anlamına gelir. İlmihaldeki anlamı ise, farz namazlar için belli vakitlerde okunan "bilinen özel sözler"dir. Ezan okuyan kişiye müezzin denir.

Müslümanlığın ilk zamanlarında bugün bildiğimiz şekilde ezan okunmuyordu. Namaz Mekke döneminde farz kılındığı halde, Hz. Peygamber'in Medine'ye gelişine kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemiş ve belki de cemaatle kılınmadığı için buna ihtiyaç duyulmamıştı. Medine'ye gelindiğinde bir süre sokaklarda "es-salâh es-salâh" (namaza, namaza) veya "es-salâtü câmia" (namaz insanları toplayıcı ve bir araya getiricidir veya namaz birçok güzellikleri ve şükür çeşitlerini kendisinde toplar) diye bağırılmışsa da bu yeterli olmamıştı. Hicretin ilk yılında Medine'de Mescid-i Nebî'nin inşası tamamlanıp müslümanlar düzenli bir şekilde toplanıp cemaatle namaz kılmaya başlayınca, Peygamberimiz namaz vakitlerinin girdiğini ve topluca namaz kılınacağını duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmeye başladı. Sonunda birkaç sahâbînin aynı şekilde rüya görmeleri üzerine bugünkü bilinen şekliyle ezan ilk defa olarak Hz. Bilâl tarafından sabah namazında, Neccâroğulları'ndan bir kadına ait yüksekçe bir evin damında okunmuş ve artık Müslümanlığın bir şiârı, alâmeti haline gelmiştir. Bu bakımdan esasen müekked sünnet olmakla birlikte, bir bölgede hiç okunmamasına karşı sert yaptırımlar bulunduğu için, vâcip veya farz-ı kifâye ağırlığında olduğu kabul edilmektedir.

Ezan aracılığı ile halka hem namaz vaktinin girdiği ve cemaatle namaz kılınacağı duyurulmuş olmakta, hem de Allah'ın büyüklüğü, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in O'nun elçisi ve namazın kurtuluş yolunun kapısı olduğu ilân edilmektedir. Namaz vakitleri güneşin hareketine göre düzenlendiği için yeryüzünde namaz vakitleri değişik anlara rastlamakta ve bu suretle yukarıda belirtilen hakikat, gece gündüz fâsılasız olarak haykırılmış olmaktadır.


Ezanın sözleri şöyledir:


Allâhü ekber

Allâhü ekber

Allâhü ekber

Allâhü ekber

Eşhedü en lâ ilâhe illallah

Eşhedü en lâ ilâhe illallah

Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah

Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah

Hayye ale's-salâh

Hayye ale's-salâh

Hayye ale'l-felâh

Hayye ale'l-felâh

Allâhü ekber

Allâhü ekber

Lâ ilâhe illallâh

Ezanın sözleri memleketimizde bir müddet aşağıdaki şekilde tercüme edilip okunmuş, daha sonra bu uygulamadan vazgeçilmiştir.

Tanrı uludur

Tanrı uludur

Tanrı uludur

Tanrı uludur

Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'dan başka yoktur tapacak

Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'dan başka yoktur tapacak

Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'nın elçisidir Muhammed

Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı'nın elçisidir Muhammed

Haydin namaza

Haydin namaza

Haydin felâha

Haydin felâha

Tanrı uludur

Tanrı uludur

Tanrı'dan başka yoktur tapacak

Sabah ezanında "Hayye ale'l-felâh" denildikten sonra iki defa "es-salâtü hayrün mine'n-nevm" (Namaz uykudan hayırlıdır) denilir. O sırada ezanı dinleyenlerin bu sözden sonra "sadakte ve berirte" (doğru ve iyi söyledin) demeleri güzel bulunmuştur.

Erkekler yalnız başlarına yahut cemaatle namaz kılacakları zaman ikamet yapılır, Türkçe'deki deyişiyle kamet getirilir. Ezanın sözleri aynen okunur, sadece "Hayye ale'l-felâh"tan sonra iki kere "Kad kameti's-salâh" (Namaz başladı) denilir.

Ezan okumak için vaktin girmiş olması şarttır. Vakit girmeden okunan ezanın vakit girince yeniden okunması (iade) gerekir. Diğer mezheplerde sabah ezanının vakit girmeden okunabileceği kabul edilmiştir. Çünkü onlara göre sabah namazını ilk vaktinde kılmak efdaldir.

Ezan okuyacak kimselerin erkek, akıllı, takvâ sahibi olmaları gerekir. Cahillerin, fâsıkların, çocukların ve kadınların ezan okumaları veya kamet getirmeleri mekruhtur. Ezan okuyan kimselerin abdestli olmaları gerekir; abdestsiz okunan ezan geçerli olmakla birlikte böyle yapmak mekruhtur.

Müezzinler güzel ve gür sesli olmalıdır. Peygamberimiz yirmi kişiye ezan okutturup dinlemiş, içlerinden Ebû Mahzûre'nin sesini beğenmiştir (Dârimî, "Salât", 7).

Her namaz için bir ezan ve bir kamet yapılır. Sadece cuma namazında iki ezan bulunmaktadır. Bu bakımdan, bir camide vakit namazı ezan okunarak ve kamet getirilerek cemaatle kılınmışsa, daha sonra tek veya cemaat olarak aynı vakti o camide kılacak olanların tekrar ezan ve kamet okumaları gerekmez. Hatta ezan vaktinden sonra namazı evlerinde veya dükkânlarında kılacak olan kimseler ezan okumadıkları gibi cemaat bile olsalar kamet de getirmeyebilirler. Fakat cemaat olduklarında kamet getirmeleri müstehaptır.

Ezan ve kamet vakit namazlarında sünnettir. Ezan ve kamet vaktin değil, namazın sünneti olduğu için kazâ namazı kılarken de ezan ve kamet okumak sünnet kabul edilmiştir. Birden fazla kazâ namazı kılınacak ise, meclis aynı olsun farklı olsun, her bir namaz için ayrı ayrı ezan ve kamet getirilmesi daha faziletli görülmüş olmakla birlikte aynı yerde birden fazla kazâ kılınacak olduğunda bunların ilkinde bir kere ezan okunup, diğerlerinde sadece kametle yetinilmesi de mümkündür. Bir diğer görüşe göre, bir mecliste ne kadar kazâ kılınırsa kılınsın, bir ezan ve bir kamet yeterli olur.

Ezan ve kamette müezzin ayakta kıbleye doğru yönelir. Hayye ale's-salâh derken sağa, Hayye ale'l-felâh derken sola döner. Ezanı minareden okuyorsa, sağ taraftan sol tarafa doğru dolaşarak okur. Sesinin gür çıkması için iki parmağıyla veya eliyle kulağını kapatır.

Ezan okunurken her cümle arasında biraz bekleme yapılır ve ikinci cümlelerde ses biraz daha yükseltilir. Buna teressül veya irtisâl denilir. Kamet ise duraklama yapmaksızın seri okunur. Buna da "hadır" denilir.

Ezan ve kametin sözleri sırasınca ve tertibe göre okunmalıdır. Tertipsiz olarak okunan ezan ve kamet yeterli sayılmakla birlikte iade edilmesinin daha iyi olacağı söylenmiştir.

Camide iken bir vaktin ezanı okunacak olursa, o vaktin namazını kılmadan çıkmak mekruhtur. Bu durumdaki bir kimse namazı tek başına kılıp çıkarsa bu defa cemaati terketmesi sebebiyle kerahet işlemiş olur. Bir kimse tek başına namaz kıldıktan sonra, henüz camiden çıkmadan cemaatle namaza durulacak olursa bu kişi isterse imama uyup yeniden namaz kılabilir. Bu suretle hem cemaat sevabını elde etmiş, hem de cemaate muhalefet töhmetinden kurtulmuş olur. Ancak kılacağı bu namaz nâfile hükmünde olacağından, bunu öğle ve yatsı namazlarında yapabilir. Çünkü sabah ve ikindi namazlarından sonra nâfile kılmak mekruhtur.

Kamet getirilirken camiye giren kişi, dağınıklık ve ferdî hareket görüntüsü vermemek için ayakta beklemeyip oturmalı, birlik beraberlik esprisine ve cemaat ruhuna riayet bakımından oradaki cemaatle birlikte kalkmalıdır.

Ezana ve Kamete İcâbet. Ezan ve kameti işiten kimsenin bunları müezzin gibi kendi kendine tekrar etmesi müstehaptır. Peygamberimiz "Ezanı işittiğiniz zaman, müezzine icâbet edin" demiştir (Buhârî, "Ezân", 7). Müezzin "Hayye ale's-salâh" ve "Hayye ale'l-felâh" derken, bu esnada "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm" demek müstehaptır.

Müezzine icâbet, hem dil ile söylediklerini tekrarlamak, hem kalben onların doğruluğunu hissetmek, hem de cemaate katılmak şeklinde anlaşılabilir. Bu bakımdan insan, içinde bulunduğu durum hangi icâbet şekline imkân veriyorsa onu yerine getirebilir.

Peygamberimiz ezanı dinledikten sonra şu duayı okuyan kimseye şefaatinin hak olacağını bildirmiştir (Buhârî, "Ezân", 8):

Allâhümme rabbe hâzihi'd-da`veti't-tâmme ve's-salâti'l-kaime, âti Muhammeden el-vesîlete ve'l-fazîleh (ve'd-derecete'r-refîah). Veb`ashü makamen mahmûdeni'llezî va`adteh (İnneke lâ tuhlifü'l-mîâd).

"Ey şu eksiksiz mesajın ve kılınacak namazın Rabbi olan Allahım! Muhammed'e vesileyi ve fazileti (ve yüksek dereceyi) ver! Vaad ettiğin övülmüş makama yükselt (Sen vaadine muhalefet etmezsin)".

Ezan okumak sadece namaz vaktini duyurmak maksadıyla okunmakta ise de bazan başka bir sebeple de okunabilir. Bunlardan en yaygın olan uygulama yeni doğan bir çocuğun kulağına ezan okunmasıdır. Peygamberimiz, torunu Hasan'ın kulağına ezan okumuştur. Bu yüzden yeni doğan çocuğun kulağına ezan okumak menduptur.



Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.

Ertuğrul Gazi Türbesi / Söğüt / Bilecik

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak