13 Aralık 2023 Çarşamba
12 Aralık 2023 Salı
AKDENİZ MİTOLOJİSİNDE AŞK KAHRAMANLARI ve MÜZİSYENLER-23
OLİMPİYAT OYUNLARI
Kendi adıyla anılan "Tantalos işkencesi" yöntemini insanlığa armağan etmiş(!) olan acımasız Frigya kralı Tantalos; tanrıların ne ölçüde uzgörür ve uyanık olduklarını bilmek, bunu yakından gözleriyle görmek istiyordu... Bu amaçla Olimpos'ta oturan tanrı ve tanrıçaları, sarayında düzenlediği yemekli bir şölene buyur etti bir gün. Gencecik öz oğlu Pelops'u da parça parça doğrattırıp bir yemek hazırlattı. Ve bu yemeği konuk tanrılara sundu...
Olimposlu tanrıçalardan Demeter, çok acıktığından olacak, Pelops'un bir omzunun içinde bulunduğu bir tabak yemeği, bir solukta midesine indiriverdi! Diğer tanrılar da tam yemeğe başlayacağı anda Pelops, eskisinden daha güzel bir delikanlı olarak yeniden yaşama dönüverdi! Ve bütün tanrıların önünde sevinçten taklalar atmaya başladı!.. Tanrılar da olup bitenlerden bir anda şaşkına döndüler...
Ne var ki durumu hemen anladılar; artık bir omuzu noksan Pelops'a da çok acıdılar. Ama ilkin babası kral Tantalos'u sonsuz bir işkence çekmek üzere tanrı Hades'in yeraltındaki Ölüler Ülkesi'ne yolladılar!.. Delikanlı Pelops'a da çeşitli armağanlar sundular. Örneğin tanrı Poseydon; altın kakmalı, kartal kanatlı bir koşu arabası armağan etti ona... Demirci tanrı topal Hepaystos; tanrıça Demeter'in yediği ve çukur kalan eksik omzunun yerine, fildişinden yapılma pırıl pırıl ışıldayan bir omuz yerleştirdi. Bu yüzden Pelops'un daha sonraki soyağacını oluşturan akrabalarının resimlerini ve heykellerini canlandıran sanatçılar, onların omuzlarına parlak birer yıldız yerleştiriyorlardı hep...
Başına gelenlerden sonra prens Pelops; tanrıların da öğüdüyle, ülkesinden ayrılıp Yunanistan'daki Elis bölgesindeki Pisa krallığına göç etti. Savaş tanrısı korkunç Ares'in oğlu olan Pisa kralı Oenomas'ın da güzelliği dillere destan Hippodameya (Hippodameia) adında bir kızı vardı. Yazgının bir cilvesi olarak Pelops, kent içinde dolaşırken bu güzel prensesle karşılaşıp tanıştı ve onun güzelliğine deli divane vuruldu... Artık onsuz yapamayacağını anlayan Pelops, gidip babası kral Oenomas'tan onu eş olarak istemeyi kafasına koydu...
Bir söylentiye göre bir gün sarayın demirbaş bilicisi, ölümünün damadının elinden olacağı yollu bir uzgörüde bulunmuştu kral Oenomas'a... Bazılarına göre de kral, kendi kızına âşıktı! Söylentilerin hangisi doğru olursa olsun, sonuç olarak kimselere vermek istemiyordu kızını!.. Ve kral; kız vermezliğine bir kılıf uydurmak üzere, kendisiyle yarışacak damat adayları için arabalı at yarışları düzenlemeye başladı. Bu yarışta kendisini geçen adaya kızını verecekti!.. Ne var ki kral Oenomas, kendisini hiçbir yarışçının geçemeyeceğinden de emindi. Çünkü babası savaş tanrısı Ares; böylesi koşularda hiçbir ölümlünün onu geçip alt edemeyeceği ölümsüz koşu atları armağan etmişti ona. O yüzden kızının da içinde bulunduğu koşu arabasıyla giriştiği her yarışmada; ilkin kendi arabasını arkalarda bırakıyor, sonra da bilerek açtığı arayı aniden kapatıyordu... Önündeki yarış arabasını geçerken de damat adayını kılıcıyla vurup düşürüyordu!.. Bu yarış Pisa kentinde başlıyor, Korintos'taki Poseydon Sunağı'nda son buluyordu... Yarışma başlamazdan önce kral Oenomas, Baştanrı Zeus adına bir kurban kesmeyi unutmuyordu...
Hemen hemen bütün damat adayları başlarına gelecek kesin ölümü bile bile, kralı geçebilecekleri umuduyla bu yarışlara katılmaktan da kendilerini alamıyorlardı... Çünkü güzel Hippodameya'ya öylesine tutkundu her biri! İşte zaman içinde yarışlara katılan on iki damat adayı, böylesi bir yöntemle kralın kurbanları arasına katıldılar bir bir... Kral bu yarışmada ölenler için bir tören bile düzenletmiyor; üstelik onların kafasını kestirip yarış alanının kapısına astırıyordu... (O yüzden bu yarış kurbanlarının mermer büstleri, günümüzdeki yarış alanlarındaki giriş kapılarının üstlerini süslemekteydi!..)
Günlerden bir gün ünlü Tantalos'un oğlu ve Egeli göçmen Pelops da damat adayı oldu. Kendi sonunun da, önceki on iki aday gibi büyük bir olasılıkla kılıçlanmak olacağını biliyordu. Böyle bir yazgıdan kurtulabilmenin çeşitli yöntemleri üzerinde de uzun uzun kafa yormaya başladı. Sonunda, yarışı kesin olarak kazanabilmek için kralın en yakını ve onun yarış arabasının onarımcısı Mirtilos ile anlaşıp bir tuzak hazırlamaya karar verdi. Mirtilos'a gitti ve yarışı kazanması karşılığında ona krallığın yarısını rüşvet olarak vermeyi önerdi. Ne var ki yazgının bir cilvesi olarak bu kez, aşılması çok daha zor başka bir engel çıkıyordu karşısına Pelops'un: Mirtilos da kralın kızına gizliden gizliye, derinden âşıktı! Haliyle o da kızın bir başkasıyla evlenmesini istemiyordu!.. Bunun üzerine Pelops; "Yarışı kazanırsam, kraliçe ile bir gece geçirebileceksin!" şeklinde ikinci bir rüşvet önerdi: Böylesi bir sunuya anında tav olan Mirtilos; kralın yarış arabasının çelik donanımında bir tuzak düzeneği hazırladı hemen...
Damat adayı Pelops'la yarış başladıktan az sonra, kral Oenomas'ı koşturan araba parçalandı! Kral da yerlerde yuvarlana yuvarlana kan revan içinde kaldı. Ölmek üzereyken en yakın dostu bildiği onarımcı Mirtilos'a ilençler yağdırdı ve onun ölümünün de Pelops'un elinden olması için babası tanrı Ares'e yalvarıp yakardı... Artık Pelops da hem ölen kralın güzel kızıyla evlendi, hem ondan boşalan tahta kuruldu...
Mirtilos da, kurduğu tuzağın bedelini istemek üzere yeni kral Pelops'un huzuruna çıktı... Kral Pelops, daha önce önerdiği ama yerine getiremeyeceği rüşvetin ağırlığından kurtulmak için Mirtilos'u adamları aracılığıyla öldürttü. Sonra da işlediği günahlardan arınmak üzere, topal tanrı Hefaystos'a yalvar yakar oldu. Pelops'a acıyan ve ona hak veren tanrı, onu günahlarından arındırdı. Böylece günahlarından arındırılan ve acımasız kayın-babasının tahtına kurulan Pelops, gelecek kuşakların kendisini hep anımsamasını istedi. Bunun için de savaş tanrısı iğrenç Ares'in oğlu olan acımasız kralla giriştiği yarıştaki yengisini unutturmamak için, Olimpiyat oyunlarını ve yarışlarını, belirli aralıklarla kutlanan barış şölenlerine dönüştürdü ve bu şölenleri kurumlaştırdı. Damatlık yarışında can veren masum yarışçılar için de görkemli törenler düzenletmeyi unutmadı. Bu arada Mirtilos'un kan günahından arınmak için tanrı Hermes adına büyük bir tapınak yaptırdı. Günümüz Mora yarımadasındaki krallığının adını da, kendi adı Pelops'u anıştıracak şekilde Peloponez olarak değiştirdi...
Pelops'un krallığı çağında Yunanistan, hem barışa hem de ekonomik bir rahatlığa kavuştu. Onun ölümünden sonra da Yunanlılar; çok sevdikleri bu krallarının anısını yaşatmak üzere, Olimpiya'da çok görkemli bir tapınak yaptırdılar...
Kral Pelops'un Baştanrı Zeus onuruna Olimpiya kentinde kurumlaştırdığı bu "Olimpiyat Yarışları"; MÖ 776 yılından beri hemen hemen kesintisiz, her beş yılda bir düzenlenegelmekteydi. Bu oyunlara katılan yarışçılarda aranan ilk koşul; onların Yunanlı ve özgür yurttaş olmaları, yani köleler sınıfından olmamalarıydı.
Bu oyunlar giderek bütün ulusların katılabildiği ve barış amaçlı evrensel bir yarışın ve birlikteliğin simgesine dönüşecekti...
Akdeniz Mitologyasından Efsaneler
Yaşar Atan
11 Aralık 2023 Pazartesi
İLMİHAL-9 / NAMAZ-4
NAMAZIN KILINIŞI
Namazın farz ve vâciplerine, sünnet ve âdâbına uygun şekilde kılınışına ilmihal dilinde "sıfâtü's-salât" denilir. Namaz kılacak kişi abdestli ve kıbleye yönelik olarak durup ellerini kaldırır ve niyet ederek Allahüekber der, ellerini bağlar. Sübhâneke'llâhümme ve bihamdike ve tebârekesmüke ve teâlâ ceddüke velâ ilâhe gayrük der. İmama uymuş (muktedî) değilse, Eûzü billâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm. Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm der ve Fâtiha'yı okur. Fâtiha'nın bitiminde âmin der, besmelesiz olarak bir sûre veya birkaç âyet okur (zamm-ı sûre). Ardından Allahüekber diyerek rükûa gider. En az üç kere Sübhâne rabbiye'l-azîm dedikten sonra Semiallâhü limen hamideh diyerek doğrulur ve Rabbenâ lekel-hamd der. Ardından Allahüekber diyerek secdeye gider. Bedensel bir engeli yoksa yere önce dizlerini, sonra ellerini ve sonra yüzünü koyar, kıyama dönerken de bunun aksini yapar. Secdede en az üç kere Sübhâne rabbiye'l-a`lâ dedikten sonra yine Allahüekber diyerek ara oturuşu (celse) yapar, sonra yine Allahüekber diyerek ikinci secdeye gider ve yine üç kere Sübhâne rabbiye'l-a`lâ dedikten sonra Allahüekber diyerek ikinci rek`ata kalkar.
İkinci rek`at da birinci rek`at gibidir. Şu kadar ki ikinci rek`atta elleri kaldırma, Sübhâneke ve eûzü yoktur. Ayağa kalkınca el bağlayıp besmele ile Fâtiha'yı okur ve âmin dedikten sonra Fâtiha'ya bir sûre veya birkaç âyet ekler. Daha sonra birinci rek`atta olduğu gibi rükû ve secdeleri yapar. İkinci secdeden sonra ka`de yapıp et-Tahiyyâtü lillâhi ve's-salavâtü ve't-tayyibât. es-Selâmü aleyke eyyühe'n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh. es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh der. Kılacağı namazın rek`at sayısı ikiden fazla ise bu "ilk oturuş" (ka`de-i ûlâ) olur. Bu oturuşta Tahiyyât'a bir şey eklenmez ve Allahüekber diyerek üçüncü rek`ata kalkılır. Kalkacağı zaman ellerini dizleri üzerine getirir, öyle kalkar. Kıyamda el bağlayıp besmele ile Fâtiha'yı okur ve âmin der. Bundan sonra yapılacak şeyler namazın farz olup olmamasına göre küçük değişiklikler gösterir:
Bu kıldığı farz namaz ise Fâtiha'dan sonra sûre veya âyet okumayıp rükûa varır. Secdelerden sonra, eğer varsa dördüncü rek`ata kalkar, dördüncü rek`at da üçüncü rek`at gibidir. Dördüncü rek`at yoksa ikinci secdeden sonra oturur (son oturuş=ka`de-i ahîre).
Kıldığı namaz farz değilse, farklı olarak üçüncü rek`atın Fâtiha'sına âmin dedikten sonra, bir sûre veya birkaç âyet okur. Sonra rükûa ve secdeye varır. Dördüncü rek`at, üçüncü rek`at gibidir. Dördüncü rek`atın secdeleri yapılınca oturulur. Bu oturuş, üç rek`atlı namazların üçüncü rek`atının ve iki rek`atlı namazların ikinci rek`atının bitiminde yapılan oturuş gibi, son oturuş (ka`de-i ahîre) adını alır. Son oturuşta Tahiyyât'tan sonra salavat ve dualar okunur, ardından selâm verilir.
Salavat şudur: Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ İbrâhîme ve alâ âli İbrâhîm. İnneke hamîdün mecîd.
Dualar: Son oturuşta salavat getirdikten sonra yapılacak dua, âyetlerden iktibas edilebileceği gibi hadislerden de edilebilir.
Âyetlerden alınarak yapılabilecek duaya örnek:
Rabbenâ âtinâ fi'd-dünyâ haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nâr, bi rahmetike yâ erhame'r-râhimîn (el-Bakara 2/201).
Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba`de iz hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahmeten inneke ente'l-vehhâb (Âl-i İmrân 3/8).
Rabbic'alnî mukýme's-salâti ve min zürriyyetî rabbenâ ve tekabbel duâ. Rabbenağfir lî ve li-vâlideyye ve li'l-mü'minîne yevme yekumü`l hisâb (İbrâhîm 14/40-41).
Hadislerden iktibas edilebilecek duaya örnek:
Allahümme innî es'elüke mine'l-hayri küllihî mâ âlimtü minhü ve mâ lem a`lem ve eûzü bike mine'ş-şerri küllihî mâ âlimtü minhü ve mâ lem a`lem.
Türkçesi: "Allahım bildiğim bilmediğim bütün iyilikleri senden istiyorum, bildiğim bilmediğim bütün kötülüklerden sana sığınıyorum".
İsteyen bu duaların anlamlarını da söyleyebilir. Şimdi bu vesileyle namazda Türkçe dua etmenin namazı bozup bozmayacağı konusu ile Hz. Peygamber'den nakledilenlerden başka bir duanın namazda okunup okunamayacağı sorusuna açıklık getirmeye çalışalım.
Namazda Türkçe Olarak Dua Edilebilir mi?
"Namazda insanların kelâmından hiçbir şey uygun olmaz. Çünkü namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumadan ibarettir" (Müsned, V, 447-448; Nesaî, "Sehv", 20; bk. Müslim, "Mesâcid", 35; Ebû Dâvûd, "Salât", 174).
Hadiste geçen "insanların kelâmı" sözü, başka biriyle karşılıklı konuşmak anlamına gelebileceği gibi insanların kendi aralarındaki konuşmaları türünden konuşma, gündelik konuşma ve insan sözü anlamına da gelebilir.
"Namaz ancak tesbih, tekbir ve Kur'an okumadan ibarettir" ifadesi ise, hasr ifade edecek şekilde anlaşılacak olursa, namazda bunların dışında bir şey yapılamayacağı sonucu çıkar. Nitekim bazı Hanefîler bu noktadan hareketle Kur'an lafızları dışında bir şeyle namazda dua edilemeyeceğini söylemişlerdir. Diğer âlimler ise, namazda konuşma yasağının Mekke döneminde geldiğini, halbuki namazdaki özel dua ve zikirlerin pek çoğunun Medine döneminde hadislerle sabit olduğunu ve bu hadislerin "Namaz tesbihten ibarettir" hadisinin kapsamını daralttığını öne sürerek, namazda her türlü lafızla dua edilebileceğini savunmuşlardır.
Hz. Peygamber bir gün namaz kılarken arkasında bir adamın "Ey Allahım, bana ve Muhammed'e merhamet et, başka da hiç kimseye merhamet etme" diye dua ettiğini duymuş, selâm verdikten sonra bu şekilde dua eden bedevîye dönerek "Geniş olan bir şeyi (Allah'ın rahmetini) daralttın" demiştir (Buhârî, "Edeb", 27). Hz. Peygamber, namazda bu şekilde dua ettiği için o kişiye namazı yeniden kılmasını söylememiş, sadece bencillik yapmaması için uyarmıştır. Bu olay, namaz kılan kimsenin namazın dua ve münâcâta ayrılmış bu bölümünde Kur'an ve Sünnet lafızları dışında fakat onlara uygun içerikte sözlerle istediği gibi dua edebileceğini göstermektedir.
Hz. Peygamber rükûdan doğrulurken "Semiallahü limen hamideh" demiş, kendisiyle birlikte namaz kılan arkadaşlarından Rifâa "ve leke'l-hamd hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh" diye ilâve etmiş; Hz. Peygamber selâm verince arkaya dönerek "Demin konuşan kimdi?" diye sormuş; Rifâa "Bendim" deyince, bunun üzerine Hz. Peygamber, "Otuz küsur melek gördüm, senin söylediğin o sözü önce yazıp göğe götürmek için birbirleriyle yarışıyorlardı" diyerek, Rifâa'nın ihdas ettiği bu sözü onaylamıştır (bk. Şevkânî, II, 317-322).
Bu hadisler, namazda konuşma yasağının başka biriyle konuşmaya ilişkin olduğunu, içerik bakımından uygun olmak şartıyla, kişinin istediği lafızlarla dua edebileceğini göstermektedir.
Namazda "Ey Allahım, beni evlendir, karnımı doyur" gibi insanların konuşmalarına benzeyen sözler söylenirse, Hanefîler'e göre bunu söyleyen kişinin namazı bozulur. Çünkü bu söz, Kur'an'daki dualara ve Hz. Peygamber'in namazda okuduğu veya okunabileceğini bildirdiği dualara benzememekte, içerik olarak namazın genel çerçevesine aykırı düşmektedir. Fakat Şâfiî, dünyevî bir arzunun gerçekleşmesine yönelik olmakla birlikte sonuçta bunun da bir dua olduğunu, dolayısıyla bu şekilde dua etmekle namazın bozulmayacağını ileri sürmüştür.
Diyanet Vakfı Yayınlarının İlmihal Kitabından alıntılanmıştır.
10 Aralık 2023 Pazar
İslamiyet'te Edebiyat ve Şiir
İslamiyet'ten Sonra Hitabet
Hitabet ve şiir, İslamiyet’le birlikte bir kat daha parlaklık ve güzellik kazanan Cahiliye çağı bilimlerindendir. Eski çağlarda Araplar, çöllerde bedevi bir yaşam sürüyorlardı. Gerek şiir kalıbında olsun, şairce duygu ve düşüncelerden etkilenmekle birlikte fetihler ve savaşlar için hitabete daha çok muhtaçtı. Bu nedenle hitabet İslami devirde şiirden önce gelişmiştir. Bilindiği gibi, hitabet şairlikten daha kolay elde edilen bir sanattır. Bunun dışında, Kur'an-ı Kerim'de bir kısım şiir ve şairlikten halkın nefret etmesini gerektiren ayetler gibi hitabet hakkında herhangi olumsuz bir yargıda bulunan ayetler nazil olmamıştı. Cahiliye çağında şairlere olan gereksinimden dolayı, şairler hatiplerden daha itibarlı sayıldığı halde, İslami devirde hatiplere daha çok ihtiyaç duyulması nedeniyle, hatipler şairlerin önüne geçmiş ve daha üstün tutulmuşlardı. Bunun nedeni; Cahiliye döneminde yol ve izlerin sürekliliği, düşmanı korkutma eyleminin, şiir diliyle gerçekleştirilmesidir. İslam devrinde ise, çaba ve gayretleri arttırmak, bu yolda insanları heyecanlandırıp cesaretlendirmek, taraftar kazanmak ve düşmanın kalbine korku salmak ancak hitabet yoluyla mümkün olabiliyordu.
Cahiliye devri ile İslam devrindeki hitabet sanatı arasındaki fark, hatiplerin Kuran-ı Kerim'in üslubunu kendilerine örnek alarak taklit etmeleri ve Kur'an ayetlerinden alıntılar yapmaları nedeniyle, hitabetin İslamiyet ile birlikte daha da gelişmesi ve kaliteli hale gelmesidir. Hitabette yeteneği kullanma alanı daha da geniş olduğundan, bu bilimin ilerlemesi ve yayılması doğal olarak, diğer bilimlerden daha da hızlı olmuştu. İslam’dan sonra yetişen hatipler; misal, kinaye yahut tehdit ifadeleri için, nutuklarını Kur'an ayetleri ile süslerlerdi. Hatta bazılarının nutkunun tamamı Kur'an ayetlerden oluşturuyordu. Nitekim Mus'ab B. Zübeyr, lrak'a gidip de bu bölge halkını kardeşi Abdullah B. Zübeyr'e itaat ve bağlılığa yöneltmek amacıyla nutuk attığında böyle yapmıştı. Mus'ab, minbere çıkarak şu nutku söylemişti: "Bismillahirrahmanirrahim. Ta. Sin. Mim. Bunlar, apaçık Kitab'ın ayetleridir. İman eden bir kavim için (faydalı olmak üzere) Musa ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana gerçek şekliyle nakledeceğiz. Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli zümrelere bölmüştü. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o bozgunculardandı (buraya varınca elini Şam tarafına işaret vazında bulundururdu). Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları (mukaddes topraklara) varis kılmak istiyorduk (eliyle Hicaz tarafına işaret ederek). Ve o yerde onları hakim kılmak; Firavun ile Haman'a ve ordularına, onlardan (İsrailoğullarından gelecek diye) korktukları şeyi göstermek istiyorduk (eliyle Irak'a işarette bulunarak).
İslamiyet’ten sonra Araplar, cihan hakimiyeti peşinde çeşitli bölgelerde savaştılar. Bu savaşların çoğunda muzaffer olup, yeni ülke ve insanlarla karşılaştılar. Bu fetihler sırasında gördükleri yeni ülke, yeni millet, yeni dillerin etkisiyle vakar, onur, emel ve arzuları artarak retorik zevkleri de yükselmiş, sonuçta zihinsel güç ve yetenekleri de bir kat daha parlamıştı. Araplar da hitabet ve retorikte o derece ilerlemişlerdir ki, Yunanlılar ve Romalılar da dahil olmak üzere, kendilerinden önce uygarlıklar kurmuş toplumlardan çok azı bu makama yetişebilmiştir. Yunanlılar ile Romalıların hitabet alanında elde ettikleri yüksek derece ve makamı ve Yunanlılardan Demostenis (Demosten), Eşines (Eşin), Hiperides (Hiperid), Romalılardan Şişeron (Çiçeron), Yulyus Kayser Qul Sezar), Salustis (Salust), Lukirtes (Lukres) gibi topuk kemiklerine bile varılamayan büyük hatipler yetişmiş olduğunu inkar etmiyoruz. Ancak, Arapların hitabet ve belagatte onlardan geri kalmadıklarını beyan etmek istiyoruz. Her iki millet arasında lisan, ahlak, edebiyat ve kültür noktalarından mevcut olan fark göz önüne alınmakla birlikte, ihtimal ki İslamiyet devrinde daha çok hatip yetişmiş, daha parlak ve beliğ sözler ve daha çok nutuk söylenmiştir.
Yunanlıların en büyük hatibi olan Demosten'in nutukları altmış iki nutuktan oluşmaktadır. Bunların yarısı yanlışlıkla kendisine mal edilmişti. Halbuki lmam Hz. Ali'nin nutukları yüzlerle anılır. Hatiplerin çokluğu açısından da Araplar İslam’ın ilk yıllarında hatipleri en çok olan milletlerdendi. Halife ve emirlerin, kumandanların çokları hatip. Zahidler bile hatipler sınıfındandı. Bu durumu garip ve inanılmaz saymamalıdır. Araplar hayal gücü kuvvetli, hassas ve duygusal bir kavimdir. Güzel ve etkili söz söyleme sanatı üzerlerinde büyük bir etki yapıyordu. O derecede ki bir sözle ayaklanırlar, yine beliğ bir sözle sakinleşirlerdi. Bu özellik, İslamiyet’in Araplar arasında hızla yayılmasına yardım eden sebeplerden biri olmuştur. O koca fetihler sırasında çoğu kez bir şehrin, yahut bir kalenin zapt ve fethi kumandan tarafından askere irad olunan beliğ bir nutka bağlıydı. Bu nutuk askere elektrik gibi etki ederdi. Asker gurur, övünme ve cesaretle birer kahraman kesilir, gerek hücum, gerek müdafaada ölümü hiç görürdü. lslam fetihleri tarihinde bu görüşümüzü destekleyen, ancak burada belirtilemeyecek kadar çok örnek vardır. Öyle kumandanlar vardır ki, zafer ve başarıları, yalnızca dillerinin gücü ve etkisi, nutuk atma yetenekleri ile halka attıkları nutukların asker üzerinde yaptığı olumlu tesirler sonucu gerçekleşmiştir.
Örneğin, Emevilerin ünlü valisi, Haccac B. Yusuf etkili ve güzel konuşan bir hatipti. Hitabet gücü ve yeteneği onun heybet ve otoritesini halkın gözünde bir kat daha büyütmüştü. Irak halkı, Emevi halifelerinden Abdülmelik'e karşı isyan durumundaydı. Ve bunda da ısrar ediyorlardı. Halife bu direnişe karşı aciz kalınca, oraya Haccac'ı vali olarak gönderdi. Haccac Küfe'ye gidince, tanınmamak için gözlerinden başka yüzünü örtmüş, yayını omzuna almış ve baş parmağını ağzına koyduğu halde minbere çıktı. Halk kendisini görünce daha evvel giden valilere yaptıkları gibi ona da aşağılayıcı ve küçük görücü bir nazarla baktılar. Öyle ki, az kaldı kendisini taşlayacaklardı. Haccac minberde büyük bir metanetle durdu. Yüzünü açtı. İlk beyti:
"Ben lbnü Cela yok edenlerin öncüsüyüm, sarığı ne zaman başa koyarsam o zaman beni tanırsınız"
şeklinde başlayan o meşhur nutku irad etti.
Haccac nutkunun sonunda şöyle demişti: "Emin olunuz, kötülük ve fenalık ne kadar ağır ise onu o ağırlığıyla taşımaktan aciz değilim. Herkesi fenalığına göre takip ve her fenalığa bir fenalık ile karşılık vereceğim. Sizin aranızda birçok kelle görüyorum ki, biçip kesmek zamanı gelmiştir. Sarıklarınız ile sakallarınız arasında kan aktığını görür gibiyim.
Malumunuz olsun ki, Emirü'l-Mü'minin Abdülmelik b. Mervan ok sadağını (mahfazasını) dökerek oklarını birer birer yokladı. Beni o oklardan en katı ve kuvvetlisi görünce size gönderdi. Çünkü siz azgın, uyuşmaz, ikiyüzlü ve riyakar bir toplumsunuz. Sürekli sapkınların yolunu takip ediyorsunuz. Daima azgınlık, haddi aşma ve tecavüz yolları icad ediyorsunuz. Vallahi değneğin kabuğu nasıl soyulur ise sizi de öyle soyarım. Ağaç nasıl doğranırsa sizi de öylece doğrarım. Çakmak taşına nasıl vuruluyorsa başınıza öyle vururum. Merada yaşayan develere nasıl dayak atılıyor ise size de öyle dayak atarım. Her ne zaman yemin edersem derhal keskin kılıç gibi yeminimi yerine getiririm. Her ne zaman söz verirsem sözümü derhal yaparım ...
Haccac bu nutku bitirince halk kendisinden korkup itaat ettiklerini bildirdiler. Haccac, Irak bölgesini son derece şiddet ve baskı ile idare etmişti. Zalim idaresi ve icraatı tarihlerce ünlüdür. Bununla birlikte, bu vali minbere çıkıp da, etkili nutkuyla Irak halkının fenalıklarını nasıl bağışladığını anlattıkça, dinleyenin kendisinin doğru söylediğine, asıl zulmün Irak halkınca ona yapıldığına inanası gelir. İşte bu nedenle halifeler şairlerden korktukları gibi hatiplerden de -sözleri halkın hassasiyetine tesir icra ettiği için- korkarlardı.
Fetihlere, taraftarlar grubu toplamaya, ihtilal ve karışıklıkların bastırılması ve söndürülmesiyle ilgili olan olayları gözden geçirirseniz, etkili sözün yaptığı şaşılacak tesire karşı hayrete düşmekten kendinizi kurtaramazsınız. lslam aleminde ateşlenmeye ve patlamaya meyilli ilk karışıklık, Hazreti Peygamber'in vefatının hemen ardından ortaya çıkmıştı. Hazreti Peygamber'in vefatını haber alan Müslümanlar büyük bir heyecan ve telaş içine düşmüşlerdi. O derecede ki, sahabe-i kiram olası gelişmelerden korkmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Ebubekir halka "Ey insanlar! Muhammed vefat etti ise Allah Diri ve Ebedididir, Allah vefat etmedi" dedikten sonra nutkuna şu ayet-i kerime ile nihayet vermişti: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir... İşte bu birkaç kelime bahsedilen karışıklığı bitirmeye yetmişti.
Hz. Ebubekir'in Medine'de, Sakife adı verilen yerde yaptığı konuşmayı, kendisinden sonra halifelik makamına geçen diğer Raşid Halifelerin nutuklarıyla karşılaştırabilirsiniz. Halifeler arasında, en güçlü hatib kuşkusuz Hz. Ali idi. Kendisinin nutuklarının toplanıp yayınlandığı ve Müslümanlar arasında elden ele dolaşan Nehcü'l-Belaga adlı kitap bu görüşümüzü destekleyen kanıtlardan biridir. Adı geçen kitapta bulunan nutukların bir kısmının Hz. Ali'nin olduğu kesin değilse de herhalde büyük kısmının imamın nutuklarından olduğuna kuşku yoktur. Bu kitapta din, edep, ilim, cesaret, kahramanlık, övünme ve gurur duymakla ilgili hemen her çeşit nutuktan örnekler vardır. İslam’ın ilk yıllarında yetişen halifelerin çoğu, güzel söz ve hitabette usta birer hatipti. Müslümanlar fetihlerden refaha kavuşup israfa dalınca güzel ve etkili söz söyleme sanatı dediğimiz belagat yetenekleri zayıflamaya başlamıştır. Önceleri kahramanlı ve cesaretle ilgili verilen nutuklar yerini, sürtüşmeler ve daha sonra da şikayet ve haksızlığa uğramakla ilgili nutuklara bırakmıştır. Sonraları Arap lslam devleti doğuda yıkılınca, hitabet ilmi de eski etkisini kaybetmiş, zayıflamış ve bozulmuştur. Endülüs Emevileri devlet kurup güçlenince, o zamana kadar ölmüş olan hitabet mezarından çıkarılarak, yeniden hayat verilmiştir. Endülüs halifeleri, hatip ve şairlere büyük önem vermişler, ödüllerle onları kendilerine yaklaştırmışlardır. Bununla birlikte, o vakte kadar bedevilik ve fetihler dönemi de bitmiş, hitabete olan ihtiyaç da ortadan kalkmıştı. Gayret ve himmeti harekete geçirmek veya fitne ve ihtilali sakinleştirmek maksadıyla hatiplerin görevlendirilme olayına pek az rastlanırdı. Ancak bir halifenin göreve başlamasında, veya bir zaferden dönüşte veyahut bir büyük adamın karşılanma töreninde hatipler hazır bulunurlar, karşılama törenine uygun, halifeler için başarı ve saadet dileyen, onları yücelten nutuklar atarlardı.
Vali ve komutanlar da düşmana hücum etmeden önce, evvel asker arasında durarak onların gayret ve sebatlarını artıracak, cesaretlendirecek nutuklar söylerlerdi. Çok kez, -Yermük savaşında Halid B. Velid'in, Kadisiye savaşında, Mugire'nin ve Fars savaşında Halid ·b. Munzur'un ve Endülüs'ün fethinde Tarık b. Ziyad'ın, irad ettikleri nutuklar gibi- nutuk zaferin temelini ve sebebini oluşturuyordu. Zaferle ilgili nutukları burda kaydetmek istesek ciltler dolusu yazı yazmamız gerekir.
Cahiliye devrinde olduğu gibi, lslam döneminde de kabileler arasında hitabet sanatı geçerli ve yaygındı. Müslümanların başkentleri olan Medine, Şam ve Bağdat vs. lslam ülkelerinin her köşesinden halifeye tebriklerini arz veya bir savaş için yardım talebi veyahut para yardımı istemek amacıyla heyetler gelirdi. Başkentlere bu gibi heyetler geldikçe, gençlerden oluşan yazı ve kalem erbabı hitabet sanatına karşı olan sevgi ve ilgilerinden dolayı heyetlerin bulunduğu yerlere koşarlar ve bunların içinde bulunan ve heyetlerle beraber gelmiş olan hatiplerin nutuklarını dinleyerek belagatte kullandıkları üslupları almaya çalışırlardı.
Resmi ve özel tüm yazışmalarda kullanılan belagat de Araplarda hitabet çeşidi olarak kabul edilirdi. Halifeler, özellikle İslam’ın ilk yıllarında bir valiyle yazıştıklarında, adeta minberde durup nutuk söylüyor gibi etkili ve veciz sözler yazmayı yeğlerlerdi. Hitabette yetenekli ve usta olanlar çoğunlukla yazı yazmada da usta ve beliğ olurlar ki, bunu daha önce de belirtmiştik.
İslamiyet'ten Sonra Şiir
Şiir ve Emeviler
İslamiyet’in doğuşuyla birlikte, Müslümanlar şanı yüce Kuran'ın gücü ve etkisiyle, peygamberlik ve vahye hayran olmuştu. Bunun sonucunda savaş ve fatihler ve İslam’ın yayılmasıyla meşgul olunca, mücahitlerin bu alandaki himmet ve gayreti üzerinde tahrik edici bir güç oluşturmuştur. Herkesin cihada olan arzu ve eğilimi artmıştır. Müslümanları ibadet ve itaat konusunda teşvik etmek için hitabet sanatına daha çok ihtiyaç görüldüğü için, şairlik alanında yaratılışlarından gelen yetenekleri hitabet alanına yönelmiştir. Bu nedenle şiirle ilgilenilmeyen bir Raşid Halifeler devri geçmiştir. Bundan sonra Emeviler, peygamber sülalesinden halifelik isteminde bulunan birçok kişiye rağmen hilafeti ele geçirmeye göz diktiklerinden, kendilerine destek verip yardım edecek taraftarlara muhtaç olmuşlardır. Halkın desteğini kazanmak için bazen parayla taraftar sağlamışlar ve bu kişileri kurnazlık veya başka yollarla kendi amaçları yolunda kullanmışlardır. Şiir duygular üzerinde etkin bir güç olduğundan bunu da emellerine ulaştıracak yardımcı bir araç olarak kullanmışlardır. Emevi halifeleri, halkı kendi hakimiyetlerine yönlendirmek ve özendirmek veya düşmanlıklarını bitirmek için şairlere değer ve ikramda bulunmada çok ileri giderlerdi. Bu nedenle şaire bağış ve cömertlikte bulunma işi için "kat-ı lisan" (dil kesme) tabirini kullanırlardı.
Bu yüzden Emevi halifeleri halkı şiire özendirme ve şairlere, söyledikleri şiirlerin güzelliğine ve yapabileceği etkiye göre büyük bağışlar ve ödüller verirlerdi. Kendi çocuklarını da şiir ezberlemek ve tarihi olayları öğrenmek konusunda sorumlu tutarlardı. Bununla birlikte, herkesi kendi çocuklarına şiir öğretmesi konusunda özendirme işi önceden de söylediğimiz üzere, Hz. Ömer zamanında başlamıştı. Ancak, o devirde yalnızca özendirmeyle yetinilirdi. Emeviler ise bu yolda yalnız özendirmekle yetinmez, para ve büyük gayret de harcarlardı. Emevi devletinin kurucusu Muaviye, "En çok önem verdiğiniz şey, ilim ve irfanınızın çoğunluğu şiir olsun" derdi. Kendisi şiirlere ikram ve cömertlikte -kendisini ayıplasalar bile- aşırıya kaçardı. Muaviye'den sonra hilafet makamına geçen Emevi halifeleri, valileri ve özellikle de ünlü vali Haccac da aynı geleneği devam ettirmişlerdir. Haccac şairlere büyük önem verirdi devrinin edebiyatçılarına: "En büyük şair kim?" diye sorardı. Şairlerin birbirleri üzerindeki üstünlükleri vs. şiir ve şairlerle ilgili konular üzerinde sohbet meclisleri düzenletirdi. Bu konuda meclis kurmadığı zamanlarda -Kuteybe B. Müslim ile yaptığı gibi- ilim ve irfan sahipleriyle mektuplaşırdı. Emevi halifeleri ve valileri şairlerin kendi kapılarında dolaştıklarını görmezlerse, onları kendi yanlarına ve ziyaretlerine davet ederler ve ihsan ve hediyelere boğarlardı. Halife Abdülmelik b. Mervan, şiire çok önem veren halifelerden biriydi. Bunun zamanında halk her nerede toplanırsa sürekli şiirden ve şairlerden söz ederdi.
Şiire meyil ve rağbet Araplar için doğuştan gelen bir özellik olduğundan ve Emevilerde bir Arap devleti olduğundan bu dönemde şiire karşı gösterilen ilgi ve alaka, edebiyat meraklıları ve şairleri teşvik etme ve ödüllendirmeleri Arap olma özelliklerinden kaynaklanan bir durum olduğunu düşündürebilir. Aslında bu tesbit yanlış değildir. Ancak, doğrusu Emeviler bu meyil ve rağbeti peygamber soyu mensuplarına karşı şairlerin dillerini bir silah şeklinde kullanmak maksadıyla destekliyorlardı. Emeviler, halkın hilafetin peygamber soyundan gelenlere ait olduğuna inandıklarını biliyorlardı. Hatta birçok defa Emevilerin lütuf ve bağışlarıyla nimetlere kavuşmuş şairler bile bunu açıktan açığa söylemekten çekinmezlerdi.
Örneğin, ünlü şair Ferazdak, Emevileri övüp yüceltmek yoluyla birçok bağış ve ihsanlarını aldığı halde, içinden Peygamber sülalesi olan Haşimoğullarını seviyor ve destekliyordu. Emeviler bunu bildikleri halde yine de bu şairi memnun ve hoşnut etmek isterlerdi. Rivayete göre Muaviye'nin Medine valisi bulunan Mervan B. El-Hakem, Ferazdak'ın cezalandırılmasını gerektiren birtakım sözler söylediğini işitir ve onu arattırır. Şair yakayı ele vermemek için Basra'ya kaçar. Halk Mervan'a "Bu yaptığın şeyde hata ettin. Çünkü bu hareketle kendini muzır bir şairin hicvine hedef yaptın" der. Bunun üzerine Mervan onun diline düşüp de zem ve hiciv olunmamak için Ferazdak'ın arkasından bir adam gönderir. Adamla beraber yüz dinar ile bir binek deve de hediye yollar. Fakat bu ve diğer cömertliklerine rağmen, bu şair peygamber soyuna destek çıkmaktan geri kalmamıştır. Kaynakların kaydettiğine göre, Emevi halifelerinin dokuzuncusu Hişam B. Abdülmelik hacca gitmişti. Tavaftayken Hz. Hüseyin'in oğlu Hz. Ali'yi görür. Nasılsa tanımaz ve "Bu adam kimdir?" diye sorar. Ferazdak o sırada orada hazır bulunmaktadır. Bu ilginç durumu görünce Peygamber'in ehl-i beyt'ini övüp yüceltmek için söylediği;
"Yeryüzünde iyi veya kötü herkes tarafından tanınan işte budur!"
beyti ile başlayan o meşhur ve beliğ kasideyi yazar ki bu kaside Arap şiirinin en parlak örneklerinden biri sayılmaktadır.
Emevilerin şairlere büyük önem vererek, kendilerine yaklaştırmaları kendi hakimiyetlerini güçlendirmek maksadıyla olduğuna bir başka örnek de şudur: Emevi halifelerinin en adil ve en dindarı olan Ömer b. Abdülaziz takva ve zühdde Raşid Halifelerin yolunu takip etmek istediğinde, şairlerin kendi kapısını çalmalarını yasaklamış, ne şiirlerini ne de şairleri kabul edebileceğini ilan ettirmişti. Fakat bu gibi nedenlerden dolayı hilafet süresi uzun sürmemiştir. Kendisinden sonra gelen halifeler eski düzeni tekrar getirmiş, şairler ikram ve bağışlarda bulunmayı sürdürmüşlerdir.
Şiir ve Abbasiler
Emevilerin yıkılışından ve yerine Abbasi Devleti'nin kuruluşundan sonra ikinci halife Mansur şairlere iltifatta bulunma ve teveccüh gösterme geleneğinden vazgeçmiştir. Oysa şairler halifelere başvurup onlardan bağış ve hediyeler almaya alışmışlardı. Aynı alışkanlıklarını devam ettirerek Mansur'un sarayına da gelmeye ve onun kapısını çalmaya başladılar. Ancak huzuruna kabul olunabilmek için günlerce beklemek zorunda kalıyorlardı. Bekleye bekleye ellerinde, avuçlarında bulunan harçlık biterdi. Beklemekten de usanırlardı. Mansur'un hacibi her gün bu şairlerin kapıda beklediğini haber vermesine rağmen Mansur bunların kendi huzuruna kabullerini sürekli geciktirirdi. Bununla birlikte, uzun beklemeler sonunda huzuruna kabul ettiği şairlerden de daha önce Emevi halifelerine yaptıkları gibi, kendisini övüp methetmemelerini şart koşardı. Halife Mansur ayrıca cimriydi. Bu nedenle şairler kendisinden incinmişlerdi. Şairlerin böyle incinmeleri ve üzüntü duymaları Arap kabilelerin Mansur'dan uzaklaşmalarına ve Ali taraftarlarına meyil etmelerine yardım eden etkenler arasındadır. Mansur'a karşı Medine'de halifelik davasını başlatan Muhammet b. Abdullah'ın konumu gittikçe güçlenmiş ve önemli bir noktaya ulaşmıştı. Mansur bu ihtilal ateşini söndürünceye kadar birçok zorluk ve sıkıntı çekmişti. Mansur'dan sonra gelen halifeler bu durumdan ders çıkarmışlar ve şairleri incitmekten kaçınmışlar ve kendilerini bağış ve ihsanlara boğmaya başlamışlardır. Şairler bu ihsanlara kavuştukça, özellikle Harunurreşid zamanında Hz. Ali taraftarlarına destek olmak şöyle dursun, tam aksine onları hicvederek halifelere hoş görünmeye ve yakınlaşmaya çalışmışlardır. Özellikle Harunürreşid'in zamanında yaşayan ünlü şairlerden Mervan b. Ebi Hafsa, Hz. Ali sülalesiyle alay eden ve onları eleştiren şiirlerle halifeye yaranmaya çalışmıştı. Emeviler zamanında şairlere "dilenciler" adı verilirken Harunürreşid'in veziri Cafer onların değer ve kıymetlerine saygı göstermek için "ziyaretçiler" adını vermiştir. Yedinci Abbasi halifesi Me'mun, şairlere ikram ve iltifatta o kadar ileri gitmişti ki kendisini ayıplayıp kötüleyen şairlere bile af ve müsamaha ile karşılık verirdi. Anlatılanlara göre, meşhur şair Duğbel üçüncü Abbasi halifesinin oğlu lbrabim b. Mehdi'yi hicveder. lbrahim durumu halife Me'mun'a arz ile şairin cezalandırılmasını ister. Me'mun, lbrahim'e: "Benim yaptığım gibi, sen de müsamaha ile muamelede bulun. Bu adam beni de hicvetti. Bak! benim hakkımda neler söylüyor" cevabını verir. lbrahim "Ey Emir'ül müminin! Gerçekten çok bağışlayıcı ve hoşgörülüsünüz" der.
Abbasi halifelerinden Mehdi, Harunürreşid ve Me'mun'un kapıları şairlerin toplanıp biriktiği yerlerdi. O devirde Beşşar b. Burd Akili, Ebu Nüvas, Ebu'l ltahiye vs. gibi büyük şairler yetişmiştir.
Şiirler ve Arap Devletleri
Önce de belirttiğimiz gibi, şiir, Araplara özgü bilimlerden biri olmanın yanında büyük önem verilen bir sanattır. Sonraki dönemlerde, özellikle Abbasi Devleti'nde, Arap olmayan milletlerin baskın unsurlar haline gelmesine paralel olarak, devlet işleri Türklerin eline geçince, şiir ve şairlerin eski önemi de azalmıştır. Bu durum Musul ve Haleb'i içine alan bir bölgede yaşamış olan Hamdaniler Devleti'nin (M. 929-990) kuruluşuna kadar devam etmiştir. Hükümdarları Arap olan bu devletin hüküm sürdüğü devirde Arap şiiri tekrar canlanmış ve parlamıştır. Şairler Hamdaniler hükümdarlarından meşhur Seyfüddevle'nin kapısını kendileri için bir sığınak edinmişlerdi. Söz konusu hükümdarın kapısında toplanan bu kadar büyük şair ve üstad kadar büyük kalabalık, sonraki dönemde hiçbir hükümdarın kapısında toplanmamıştır. Seyfüddevle'nin kendisi de bizzat edip ve şairdi. Onun devrinde büyük şairlerden Ebu Füras Hamdani, Mütenebbi, Serir Rifa', Ebu Abbas el-Nami, Ebu'l-Ferec Babga, Ava' vs. yetişmiştir.
Fakat Hamdaniler devleti yıkılınca, doğu lslam dünyasında şiir tekrar gerilemeye başlamış ve ihmal edilmiştir. Oysa, aşağıda gösterileceği üzere, aynı dönemlerde şiir batıda, Endülüs'teki Emeviler devletinde rağbet ve revaç bulmuş, oldukça gelişmiş ve yeni dallara ayrılmıştı.
Arap asıllı olmayan lslam devletlerine gelince; aralarında iktidar mevkiine çıkan hükümdarlar arasında şiiri seven, şairlere ikram ve iltifat eden kişiler bulunmuş ise de çoğunlukla bunlar, kendilerini metheden ve öven şiirleri vs. anlamadıkları halde büyükleri taklid etmek veya övünç ve gururlarını göstermek maksadıyla şiire ve şairlere ilgi göstermişlerdir. Bu tür hükümdarlar devrinde yetişen şairlerden bazıları Mağrib bölgesinde hüküm süren Murabıtlar devleti hükümdarlarından Yusuf b. Taşfin'in huzuruna çıkarak kendisini methetmek için yazdıkları kasideleri Mu'temed b. Abbad aracılığıyla kendisine sunmuşlardı. Şairler kasidelerini okuyup bağış ve hediyeleri aldıktan sonra Mu'temed, Yusuf b. Taşfin'den: "Müminlerin Emiri bunların ne dediklerini anladı mı?" diye sorar. O da: "Hayır! anlamadım. Yalnız hayır istediklerini anlıyorum" cevabını verir. Mutemed kendi memleketine gidince lbn Taşfin'e bir mektup göndererek şu iki beyti yazar:
"Birbirimizden ayrıldığımız günden beri şavkimiz sönmediği gibi ayrılık eleminden gözlerimiz de kurumadı. Gam ve ümitsizliğin istilasından günler gözümüzde o kadar değişmişti ki, yakınınızdayken geceleri gün gibi beyaz ve berrak geçirirken şimdi günler bile gözümüzde simsiyah kesildi."
Bu beyitler Yusuf b. Taşfin'e okunduğu zaman katibine: "Mutemet bizden beyaz ve siyah cariyeler mi istiyor?" diye sorar. Katib "Hayır efendim; demek istiyor ki Müminlerin Emiri'nin yakınında bulunduğu zamanlarda onun gecesi bile gündüzdü. Çünkü mutlu ve neşeli olunan geceler beyaz olur. Şimdi o şereften uzak bulunduğu için gündüzleri bile siyah görüyor. Çünkü ayrılık, hüzün ve keder geceleri siyah olur" cevabını verir. Bunun üzerine lbn Taşfin "Vallahi güzel! Ona yazacağı cevapta 'Gözlerimizin yaşı kendisi için dökülür. Başlarımız onun ayrılığını düşünmekten ağarıyor' diye yaz" cevabını verir.
Şiirlerin Toplanması ve Ravileri
Müslümanlar Kur'an-ı Kerim'in tefsirine başlayıp da, kelime ve cümlelerin incelenmesi gerekli olduğunda, şiiri de bu konuda başvurulması gereken araçlardan biri kabul ettikleri için bizzat aktaran ravilerden almak suretiyle toplamak zorunda kalmışlardı. Şiirlerin toplanmasına H. 1. yüzyılda başlanmıştır. Bu toplama işiyle en çok uğraşanlar Irak'ın Arap şehirlerine yakın bulunan kısmı, yani Kufe ve Basra halkıydı. Bununla beraber Küfe halkı Basra halkından daha çok sayıda şiir toplamışlardır. Arap şiirlerini ilk toplayan, şiirlerle ilgili hikayeleri ilk aktaran ve düzenleyenler H. 155 yılında vefat eden Deylemli - Küfeli Hamad Raviye, Ebu Berde'nin efendisi Ferganah Halef bin Hayyan, Ebu Amr b. Ala, Ebu Ubeyde, Asmai vs. idi. Şiir rivayetçilerinden çoğunluğu edebiyat ve dil bilginlerindendi.
Cahiliye Çağı şiirlerinden toplanan manzumelerin sayısı binlerce kasideye ulaşmaktadır. Bu kadar zengin bir şiir koleksiyonuna sahip olmak gibi ayırıcı bir özellik hiçbir millete nasip olmamıştır. Bununla birlikte bazı şiir ravileri birtakım nedenlerin yönlendirmesiyle kendilerinin yazdıkları şiirleri de Cahiliye Çağı Araplarına aitmiş gibi göstermişlerdir. Ancak bu gibi uydurma ve yakıştırma şiirlerin sayısı birkaç beyitten fazla değildi. Halef b. Hayyan Ahmer diyor ki: "Kufe'ye gelerek alimlerinden şiir nakil ve alıntı yapmak istedim. Hiçbir şey vermediler. Ben de kendim şiir yazarak eski şiir diye onlara vermek ve bunun mukabilinde kendilerinden Arap şiirlerini almaya mecbur oldum. Yani sahteyi verip gerçek şiirleri alıyordum. Bu hal hasta düştüğüm zamana kadar devam etti. Hasta düştüğümde ise onlara 'Yazıklar olsun size! işte ben Allah'ın huzurunda tövbe ediyorum. Verdiğim şiirler hep benimdir. Cahiliye şiiri değildir' dedim. Sözüme inanmadılar. işte bu sebepten verdiğim şiirler eski Arap şiirleri olarak kaldı."
Daha önce adı geçen şiir toplayanlardan biri olan Ebu Amr b. Ala da "Cahiliye Çağı şiirlerine şu beyitten başka bir şey ilave etmedim. 'Her şeyi inkar edebiliriz. Saçlara düşen aklar ve kellik dışında.'
Bunu da A'şa'nın beyitleri içine sokuşturdum" diyor. Şairlerden Hammad da buna benzer bir harekette bulunmuştur. Şu kadar ki Araplar hadis-i şeriflerin incelenmesi ve ayırımında elde ettikleri ayırma yetenekleri ve tenkit özellikleriyle çok geçmeden şiirlerin de Cahiliye Çağı'na ait olup olmadığını belirleme ve bulma konusunda da uzmanlaşmışlar ve sahte şiirleri gerçeklerinden ayıklamışlardır.
Şiir nakil ve rivayetinde Arapların eskiden beri süregelen bir gelenekleri vardı. Cahiliye Çağı'ndan beri Araplar arasında ne zaman bir şair yetişse, kendisine bir adam arkadaşlık eder, şiirlerini ezberler ve okurdu. Yahut o şaire diğer şairlerin şiirlerini örnek olması veya diğer nedenlerden dolayı naklederdi. "Raviye" adıyla anılan bu şair yardımcısı veya yamağı çoğunlukla şairliğe aday olan meraklılardan birisi olurdu. Bu kişi, bir şair gibi mualliminin maiyetinde alıştırmalar yapıp, çalışır ve zamanla bilgi ve deneyim sahibi olarak üstat olurdu. Cahiliye Çağında insanlar çoğunlukla okuma-yazma bilmediklerinden bütün güç ve önemi ezberleme işi üzerinde yoğunlaştırırlardı. Gerek Cahiliye Çağında, gerek İslamiyet’in ilk devirlerinde bir raviye yalnız bir şairin üzerinde dikkatini toplar, uzmanlaşır ve onun şiirlerini nakil ve rivayet edip, o şairle beraber olurdu. Bir öğrenci kendi hocasıyla nasıl övünürse ise şairle beraber olan bu yardımcı da peşinden gittiği şairin şiirleriyle öylece övünür ve kıvanç duyardı. Gerektiğinde onu savunur ve diğer şairlere karşı onu yeğlerdi. Ancak, daha sonra Araplar şiirleri toplama ve sınıflandırma gereğini hissedip bu işi yapmak zorunda kalınca, yalnız bir şair üzerinde yoğunlaşma geleneği ortadan kalkmış, bu işle uğraşan raviler ve toplayıcıların sayısı artmıştır. Söz konusu devirde şiir toplayanlardan her biri kendisini ilgilendiren bir amaç için şiir toplar ve aktarırdı. Örneğin nahivciler ve dil bilginleri örnek ve delil olması açısından şiirler üzerinde çalışırlardı. Şairler garip bir lafzı veya garip bir anlamı açıklamak için şiirlere rağbet ederdi. Şiir toplayanlar arasında delilerin, bedevi hırsızlarının şiirlerini, bedevilerin kısa recezlerini, Yahudilerin şiirlerini nakil ve rivayet ile uğraşanlar da vardı. Bununla birlikte bu tür toplayıcı ve raviler şiir rav'ileri olarak kabul edilmezlerdi. Her çeşit şiir toplayan ve rivayetinde uzmanlaşanlar asıl şiir rav'ileri sayılıyordu. Yukarda belirttiğimiz Hammad, Halef vesaire gibi kişiler bunlara örnektir. Evvelce beyan ettiğimiz nedenlerden dolayı o devirlerde yazı ile eserleri yazma ve düzenleme işinden kaçınıldığı için Kur'an-ı Kerim'in ve hadis-i şeriflerin ezberlenmesi sayesinde hafızalarda ezberleme açısından büyük bir yetenek ve güç oluşmuştu. Bu nedenle şiirin aktarım ve ezberlenmesinde de olağanüstü ve şaşılacak biçimde bir yetenek vardı. Bu yüzden şiir toplayan ve aktaranlar arasında yirmi veya otuz büyük kasideyi ezberlemiş, bunları isnadları ve anlamıyla aktarabilecek kapasitede adamlar bulunuyordu. Şairler, Arap dili üzerindeki yetenek ve bilgilerini güçlendirmek için Cahiliye Çağı şiirlerini ezberlemeye son derece önem verirlerdi. Çünkü büyük bir şairin şiirlerini bilmekle onun gibi akıcı ve etkileyici şiirler yazabileceklerine inanıyorlardı. Bundan başka şairler kendilerine yöneltilen sorulara cevap verebilmek için de Cahiliye şiirlerini ezberlemek zorundaydılar. Gerek Emeviler zamanında, gerekse Abbasiler ilk devirlerinde halifeler ve valiler Cahiliye şiirlerine çok fazla önem veriyorlardı.
Şairlerin Sınıfları ve Dereceleri
Araplarda şairlik yaratılıştan gelen bir yetenek olmakla birlikte, zemin ve zamanın değişmesine paralel olarak Arap şiirinin anlam ve üslubu da değişiklikler göstermektedir. Çöllerin ortasında devesini sürerken kaside yazan bedevi, yurt yerlerinden başka hiçbir yaşam izi göstermeyen bir çevrenin ortasında bulunuyordu. Güneşin yakıcı sıcağı, yahut gecenin yoğun karanlığı gelince kıldan, yahut yünden imal ettiği çadırına sığınırdı. Tek yakın dostu ve yoldaşı devesi ve atıydı. Yiyecek olarak süt ve hurmadan başka bir şeye sahip değildi. Yatmak istedikçe bir düşmanın birdenbire hücumundan, yahut zararlı böcek ve haşerelerin kendisini sokmasından korktuğu için de yarı uyanık yatardı. Sevdiğiyle sözleştiğinde bir tepenin veya bir derenin kenarını buluşma yeri olarak seçerlerdi. Taştan veya ağaçtan yaptıkları ilahlara taparlardı. Yahut kendi eliyle hurmadan bir ma'bud yapar ancak, aç kalınca onu yerlerdi. Bu halde, böyle bir durumda yaşayan bir bedevinin şairane hayalleri, süslü köşklerde ve refah ve bolluk içindeki bahçelerde büyümüş, ipekli elbiselere ve kadife yataklarda yatmaya alışmış, şan ve devlet saltanatı görmüş, halifeler ve vezirlerle dostluk yapmış, nazik ve nimet içinde, rahat ve bolluk içinde yaşamış olan bir adamın şairane hayal ve duygularıyla elbette bir olamaz. İşte arada böyle büyük farklar bulundukça, mevki ve zamana göre bir milletin şiirinde de değişikliklerin olması doğaldır. Bu yüzden Cahiliye Çağı şiirlerini söz süslemelerini ve kinaye çeşitlerini ve mecazı taşımamakla birlikte anlam açısından daha sert ve söz bakımından daha sağlam görürsünüz.
Daha sonra İslamiyet’in zuhuru üzerine Kur'an-ı Kerim'le birlikte hadislerin de ezberlenmesi, toplanması ve yayılması işi geniş kitlelere kadar ulaşmıştır. Buna benzer olarak, dil ve edebiyat bilimleriyle ilgili bilgilerin, masal ve hikayelerin, hikmetli sözlerin toplanması ve şiirin güzel ve sanat değeri taşıyanlarını taşımayanlardan ayırma çabaları başlayınca, şairce yetenek ve beceriler de güçlenmiştir. Bunun sonucunda retorikteki zevk ve anlayış da gelişmiş, şiir ve hitabet alanındaki hayal, anlatım ve betimleme yöntemleri değişik bölgelere de ulaşmıştır. Bu devirde yazılan şiir ve düzyazılar, Cahiliye Çağı'nın düşünsel ürünlerinden daha sanatsal, daha ince zevkli, renk ve berraklıkta daha saf ve parlaktır. Araplar bu dönemde, İranlılardan etkilenmişler, ıtnab (konuşurken sözü boş yere uzatma) ve tatvilat (boş söz) yapma yöntemlerini almışlardır. Bununla birlikte, lslam devrinde yetişen şairler, belagat ve belagat zevkinde Cahiliye Çağı'nın şairlerinin üstünde bir dereceye sahiptirler. Örneğin, lslami dönem şairlerinden Hassan b. Sabit, Ömer b. Ebi Rebia, Hutay'a, Cerir, Ferazdak, Nusayb, Zurrimme ve Ahvas'ın şiirleri belagatça, ifade tarzı, ustalık ve çeşitçe, kısacası sanat açısından Cahiliye Çağı şairlerinden Na¬ biga, Antere, lbn Gülsüm, Züheyr, Alkame ve Turfe'nin şiirlerinden daha yüksektir. Nitekim lslami devirde yetişen hatipler de paragraf yazmadaki düzen ve anlatım yönteminde, Cahiliye hatiplerinden daha belagatli olup, onlardan yüksek dereceye çıkmışlardır.
Araplar arasında ilk şairler, Cahiliye devri şairleridir. Bu dereceden sonra lslam dönemi şairleri gelir ki bunlar İslamiyet’in doğuşundan Emevilerin sonlarına kadar olan devrede yetişen şairlerdir. Bu sınıf içine giren şairlere "muhadramin" adı verilir. Üçüncü tabaka olarak Abbasiler devrinde yetişen şairler gelir ki, bu tabakaya "mülidin" (yeni yetişenler) namı verilir. Bunlardan sonra ortaya çıkan şairler "muhaddisin" (yenilikçiler) tabakasını oluştururlar. Bununla beraber sözü edilen şair tabakalarından biriyle onu takip eden tabaka arasındaki devri tam olarak tayin etmek, aralarında kesin bir sınır koymak mümkün değildir. Çünkü, birçok şair var ki bir tabakanın sonlarında ve onu takip eden tabakanın da ilk devirlerinde yaşamışlardır. Cahiliye Çağı şairlerinden bazıları İslami devre yetiştikleri gibi muhadramin tabakası şairlerinden bazıları da mülidin devrinde yaşamışlardır. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir.
Şairleri bu şekilde tabaka ve derecelere ayırmamızın nedeni konuyu özetleyebilmektir. Birinci tabaka -ki şairleri Cahiliye Çağı'nda yaşamışlardır.- Bundan amaç tüm hayatı Cahiliye Çağında geçenlerle, şiirlerinin büyük kısmını İslamiyet’ten evvel yazan şairler tabakasıdır. Cahiliye Çağı şiirinin ayırt edici özelliği, sadelik ve basitliktir. Bir hissi yazıp ve tavsif ettiklerinde doğal durumu ne ise nazımları da o kadar olurdu. Bir aslanı, yahut bir çadırı, yahut bir kayığı anlatmak istediklerinde de sözlerinde bir zorlama ve yapmacılık, doğallığa aykırı bir şey, bir abartı bulunmazdı. Bu tabakanın en ünlü şairleri muallaka sahibi olan şairlerdir.
Muhadramun adıyla bilinen ikinci tabaka ise, bu grup şairler Emeviler devrinde bedevi bir yaşam biçimi sürdürdüklerinden birinci tabaka şairlerine benzer. Ancak, bu tabaka şairleri yukarda açıkladığımız nedenlerden dolayı belagat açısından, Cahiliye şairlerinin üstünde bir makam elde ettikleri gibi, şiirleri de uygarlık ve uygar yaşam özelliklerinden soyutlanmamıştır. "Peygamberin şairi" denilen Hassan b. Sabit ve ünlü "kaside-i bürde" sahibi Ka'b b. Züheyr bu tabakanın en ünlü şairlerindendirler.
Mülidin tabakasına gelince, bu tabakayı oluşturan şairler Abbasilerin en parlak devri olan Harunürreşid ve Me'mun'un zamanlarında, bolluk, nimet, rahat, israf ve zenginlik devrinde yetiştikleri için, karşılıklı ilişki ve etkileşim nedeniyle bu şairlerin şairane duyguları inceleşmiş, edebi zevkler de iyice gelişmiştir. Bu incelik ve ilerleme öncelikle şiirde görülmüştür. Şairler; şarabın, arkadaşlık ve aşk meclislerinin, sevinçlerin, köşk ve sarayların, bahçelerin, gül bahçelerinin şiir yoluyla anlatılmasına gayret etmişlerdir. Bu tabaka şairlerinin şiirleri incelik, güzellik, dış görünüm ve anlam olarak diğer iki tabakadan ayrı konumdadır. Bu grubun en ünlü şairleri Beşşar Ukayli, Ebu'l-Atahiye, Ebu Nüvas, Ebu Tammam, Buhterfdir.
Dördüncü tabaka olan muhaddisin ise Yunan felsefe ve bilimlerinin Arapça'ya aktarılması sonucunda, Müslümanlar arasında kelam bilimi yayıldıktan sonra yetişen şairlerden oluşmaktadır. Mütenebbi, Ebu'l-Ala el-Marri, Şerif Rıza, Safiyyü'd-din Hilli'nin şiirlerinde görüldüğü üzere bu tabakayı oluşturan şairlerin şiirlerinde felsefeyle ilgili duygu ve düşünceler, ibret verici söz ve olaylar ve diyalektik bir yapı vardır.
İslam'da Şairler ve Şiirleri
İslam’ın ilk çağlarında şiir oldukça revaçta ve gözde olduğu için, Cahiliye devrinde yetişen şairler kadar bu dönemde büyük şairler çıkmıştır. Ancak şairlerle ilgili bilgilerin çoğu günümüze ulaşmadığından, bu şairlerin sayısını ve şiirlerini tam olarak tesbit etmek mümkün değildir. Bununla birlikte ele geçen bilgilerden bu dönemde birçok şairin yetiştiğini anlayabiliyoruz. lbn Hallikan, "Bağdatlı müneccim Harun b. Ali'nin söz konusu dönem şairleri hakkında Katübü'l-Büri' adıyla bir kitap yazarak, bunun içinde 161 tane şairin biyografisini topladığını, ilk biyografinin Beşşar Ukayli'ye ve son biyografinin de Muhammed b. Abdülmelik b. Salih'e ait bulunduğunu" belirtiyor.
Beşşar ile Muhammed B. Abdülmelik arasında geçen zaman oldukça kısadır. Bundan başka eserin yazan Harun B. Ali, bu kitapta yalnız seçkin ve en ünlü şairleri yazmakla yetindiğini belirtmiştir. Böyle kısa bir müddet zarfında 161 büyük şair yetişirse 2. tabakayı oluşturan muhadraminden ve 4. tabakadan olan muhaddisinden ne kadar şair yetişmiş olduğunu buna göre kıyaslamak gerekir. Endülüs bölgesinde yetişen ve sayıları yüzlerle ifade edilen şairleri de unutmamak gerekir.
Bu kadar çok sayıdaki şairlerinin yazdıkları kasideler ve divanların sayısını tesbit etmek ve belirtmek mümkün gözükmemektedir. Özellikle, o kaside ve divanların büyük kısmı İslam’ın orta çağlarında ortaya çıkan fitne ve ihtilaller sırasında kaybolup gitmiştir. Bundan dolayı Keşfü'z-zünun yazarı lbn Nedim'in bu konuda verdiği bilgileri buraya aktarmakla yetineceğiz. lbn Nedim, her biri ünlü şairlerin zihin ve zekasının ürünü olan 600 kadar divan'dan (şiir mecmuası) söz etmektedir. Divanları zikrederken şairlerin isimlerini, lakaplarını, ölüm tarihlerini de yazıyor. Bu şairler Irak, Şam, Fars, Horasan, Mısır, Endülüs ve sair halklar arasından çıkmıştı. Zikrolunan divanların hacimleri farklı olduğu gibi, sayfa sayıları da farklı olup, yüzden bine kadar, daha az veya çok sayfadan oluşuyordu. Onların kullanımına göre, bir yaprak iki sayfa ve her sayfa yirmi satırdan oluşuyordu. Örneğin, Beşşar Ukayli'nin divanı bin yaprak, yani iki bin sayfadır. Her sayfa 20'şer satırdan oluştuğuna göre, toplamı 40.000 satır, yahut beytten oluşmaktadır. Ünlü şair lbn Harme'nin divanı da 500 yapraktan mürekkeptir. O halde 20.000 beyti içermiş demektir. Aynı şekilde, ünlü şairlerden Müslim B. El-Velid'in divanı 200 yapraktan oluşmuştur. Bu hesaba göre, 8000 beyti içine almaktadır. Diğer divanlar da buna göre kıyas edilebilir.
Zamanın değişiklik ve kargaşaları arasında kaybolup yok olduğu için Keşfü'z-zünun yazarının kaydetmediği divanlar ile şairler, şiirleri toplanmadığı için divan sahibi olamayan şairler de göz önüne alınırsa, gerek Cahiliye Çağı'nda gerekse lslami dönemde hiçbir dilde eşi görülmeyecek sayıda Arap şair ve şiirlerinin çokluğunu görüp de şaşırmamak ve takdir etmemek mümkün değildir.
Şiirde Aruz
Yaygın rivayete göre, Arap şiirinde aruzu ilk kullanan kişi H. 170 yılında vefat eden Halil B. Ahmed'dir. Bu bilgin aruz ölçüsünü bularak Arap şiirini 15 bahr'i (vezni) kapsayan 5 bölüme ayırmıştır. Daha sonra Ahfeş, bu 15 vezne "Habeb" adını verdiği bir vezin ilave etmiştir. Ancak büyük olasılıkla şiir vezinleri söz konusu Halil ve Ahfeş'den önce de biliniyordu. Eğer böyle olmasaydı, Araplar şiirlerini dikkatle yazıp düzenleyemezlerdi. Kur'an-ı Kerim'in bir şiir olduğunu iddia edenlerin sözünü reddetmek üzere sahabeden Velid b. Mugire tarafından söylenen: 'Kur'an şiir değildir. Çünkü O'nu şiirin her çeşidiyle, ölçü ve uyaklarla, hecez ve recezle vs. ile karşılaştırdım ancak bunların hiçbirine uymadığını ve benzemediğini gördüm' sözleri de bu görüşümüzü desteklemektedir. Velid b. Mugire şiir çeşit ve ölçülerini bilmeseydi bu sözleri nasıl söyleyebilirdi? Demek ki, Halil B. Ahmed aruz ölçü ve çeşitlerini icat etmiştir, ancak ilk kez aruzu bilim şekline koyarak bu düzene göre düzenlemeler yapmış, Arap ölçülerinden olmayan birtakım vezinleri Arap şiir ölçüsüne kazandırmıştır. Büyük olasılıkla Araplar, daha sonra Yunan şiir çeşit ve ölçülerinden de bazı alıntılar yapmışlardır. Söz konusu dönemde Müslümanlar arasında Yunan dili ve edebiyatına önem verenlerden bazıları Arap ve Yunan şiirleri arasında karşılaştırmalar yapıyorlardı. Hicret'in 5. yüzyılı başlarında yetişen ünlü alimlerden birisi olan lbnü'l-Heysem'in Arap ve Yunan edebiyatının birbiriyle karışması konusunda kaleme aldığı, şiir sanatı ile ilgili bir küçük kitabı vardır. Bu kitabı bizzat göremedik ancak Naşi-i Ekber adıyla bilinen ve H. 293 yılında ölen lbn Şerşir adındaki şair, aruzun kurallarını inceleyerek kuşku ve tereddütlerini belirtmiş ve Halil B. Ahmet'in gösterdiği kurallara aykırı değerlendirmeler yapmıştır.
İnkar edilmesi mümkün olmayan gerçeklerden birisi şudur: Şiirde aruz, canlı organizma ve cisimlerin bağlı olduğu kural gereğince, daha sonra uzun zaman içinde gelişmiş, bölüm ve dallara ayrılmıştır. Zamanla nazımda "ismaiyyat", "şiir-i bedevi", "şiir-i havrani" ve benzeri birtakım kaside çeşitleri türemiştir.
Endülüs'e gelince; burada şiir, daha önce yaşamış olan lslam toplumlarınca ihmal edildikten sonra, tekrar revaç bulup önem verildiğinden dolayı özel bir tarihi vardır. Endülüs'teki Müslümanlar Arap şiirine gerekli önem ve özeni göstererek, çeşitli bölümlere ayırmışlar, kural ve ölçülerini geliştirmişler, daha da güzelleştirmişlerdir. Şiirlerin kalıba dökülüp yazılması sanatında çok ileri gitmişlerdir. Endülüslüler şiirde "Muvaşşah" tarzını icat ederek, meşhur Endülüs muvaşşahlarını bu metotla yazmışlardır.
Bu şiir tarzı, Endülüslü Mukaddem b. Muafir Feriri tarafından hicri üçüncü yüzyıl sonlarında icat olunmuştur. Endülüs'te süsleme metodu; açık, kolay ve ahenkli ifade tarzını ve ifadelerin yazımında nezafeti ve bölümlerinin kolaylıkla mısra yapılması açısından her tarafa yayılıp kabul görünce, sıradan halk da aynı tarzda şiir söylemeye başlamış, dilbilgisi kurallarına bağlı kalmaksızın şehir diliyle şiirler yazmıştır. Bu şekilde oluşturulan şiire "zecl" adı verilmiştir. Bu şekilde yazılan şiirler, imamü'z-zeccalin" adıyla bilinen Kurtubalı Ebubekir b. Kirman'ın şiirleriyle tanınmıştır.
Sözü edilen şiir çeşidinden sonra Mağrib halkı "earız-ı müzdevice" (bir kelimeye uyak olan aruzlar) ve şehir lisanıyla yapılmış bir başka çeşit şiir daha icat etmişler ve buna "aruzu'l¬ beled" (beldelerin aruzu) adını vermişlerdir. Bunu ortaya çıkaran lbni Umeyr Endülüsi idi. Zamanımızda Mısır'da, "zecl-i Mısri" nin çeşitleri ve Suriye bölgesinde "kırbaz Lübnani" ve "ma'na" nasıl yaygın ise, Fas'ta "aruzü'l- beled" öylece yaygın olarak kullanılıyordu. Zamanla bunun da değişik alt kolları ortaya çıkmıştır. Müzdevec, kari, melabe ve gazel gibi.
Bağdat halkının da kendilerine özgü şiir çeşitleri vardı. Buna "mevaliya" adını vermişlerdi. Bu şiir türünün de birçok alt bölümü vardı. Mevvaliye'nin bir kısmı bir beyitten, bazıları da iki beyit veya daha ziyade beyitlerden oluşuyordu. Bu şiir çeşidi, zamanla Irak bölgesinden diğer bölgelere geçerek, türlü türlü biçimlere bürünmüştür. Günümüzde Suriye, Irak ve Mısır'da bilinmekte ve yaygın olarak da kullanılmaktadır.
Şiir ve Devlet
Cahiliye Çağı şiiri konusunda bilgi verirken halkın bu konudaki hassasiyeti ve ilgileri nedeniyle şiirin üzerlerinde ne derece bir etki oluşturduğunu göstermiştik. Müslüman Araplar devlet kurup idari bir sistem oluşturduktan sonra, doğal olarak akıl ve düşünce açısından daha da ileri noktalara ulaşmışlardır. Bunun sonucunda duygu ve hisleri de incelmiş, şiirin etkisine daha fazla maruz kalmışlardır. Zamanla lslam devleti sınırları genişledikçe egemenlik alanları büyümüş, idari yetenekleri de gelişmiştir. Bu gelişmelerden şiir de payını almış ve etki alanı eskisine oranla daha da büyümüştür.
Arap devletlerinde bu etki daha yoğun olmuş ve gelişme için bereketli bir altyapı bulmuştur. Söz konusu devletlerde bizzat halifeler şiir ile meşgul olurlar, şiir ve şairlere büyük önem verirlerdi. Emevi halifelerinin şairlere ne derece önem verdiklerini, şairleri huzurlarına davet ederek, saygı gösterip onurlandırdıklarını ve ödüller verdiklerini daha önce söylemiştik. Bu durum Abbasilerin ilk devrelerinde ve diğer Arap devletlerde de devam etmiştir. Şairler, halife veya valilerin makamlarına vardıklarında huzura kabul olunması için izin ister ve huzura girince de kasidesini okurdu. Halife okunan kasideyi dinler ve hazır bulunanlar da beyitleri terennüm ederdi. Şair kasidesini bitirince halife yahut emir şaire mükafat verilmesini emrederdi. Bu hediye veya bahşiş bazen 100.000 dirhemi aşardı. Bazen de 1 milyon dirheme kadar ulaşırdı. Şaire bazen aylık belli bir maaş da bağlanır, hil'atler giydirilerek hürmet gösterilir ve kendisine memuriyet de verilirdi. Abbasi halifelerinden Mehdi ve Harunürreşid, Endülüs Emevi halifelerinden Nasır (lll. Abdurrahman) ve Mansur, şairlere en fazla cömert davranan, ikram ve ihsanda bulunan halifelerdendiler. Emeviler zamanında, lrakeyn'de vali bulunan Halid-i Kasri ile Hemdanilerden Seyfüddevle de şairlere benzeri iltifat ve ihsanda bulunan valiler arasındaydı.
Bununla birlikte, halife ve valiler -pek azı dışında- genellikle şairlere mal ve servet bağışlarlar ve cömert davranırlardı. Bunlar haftada, ayda, veya yılda şairleri kabul için bir özel şiir günü tayin eylerler ve o gün sanki şiir ve edebiyattan başka bir şeyle uğraşmak istemiyorlarmış gibi, huzurlarına şairlerden başka kimseyi kabul etmezlerdi. Şairler halife ve valilerin huzurunda kurulan bu meclislerde tartışma ve yarışmalar yaparlar, sohbet ederlerdi. Bu gibi bilimsel tartışmaların düşünce ve zihin gücünün güçlenmesine, gayret ve çabaların artmasına ne derece yararlı olacağı açıktır. Endülüslüler, bu konuya diğerlerinden daha fazla önem verirlerdi. Hicri 5. yüzyılda lşbiliyye'de hüküm süren sülalenin birinci hükümdarı olan Mu'tazit b. Ubbad'ın, şairlerin rahat edip ikram gördükleri ve ikamet özel bir dairesi vardı. Her hafta pazartesi günü yalnızca şairler kendisinin huzuruna girerler ve başka kimse kabul olunmazdı. Endülüs'te şairlerin mevki, rütbe ve başkanları da vardı. Başkanı sultan tayin ederdi. Şairlerin isimleri devlet memurları gibi, özel bir deftere kaydedilirdi. Endülüs hükümdarlarından biri bir fetihten dönünce halkın kabulü için bir meclis kurardı. Mecliste ilk önce hafızlar Kur'an tilavet eder, daha sonra şairler ayağa kalkarak kasidelerini okurlardı. Bizim tahminimize göre Endülüslülerin şairlere bu derece saygı gösterip cömert davranmaları Bağdat halifelerini örnek almalarından kaynaklanıyordu. Nitekim başka konularda, adab ve geleneklerde de Endülüs hükümdarları Bağdat halifelerini taklit ederlerdi.
Şiir, Halife ve Valiler
Şiir sanatının Arap devletlerinde makbul olmasının sebeplerinden biri de halifelerin bizzat şiir yazımıyla uğraşmalarıydı. Bundan öte, bazı halifelerin sanatsal açıdan oldukça parlak kaside ve beyitleri vardır. Emevi halifelerinin ikincisi olan Yezid B. Muaviye, şair halifelerin en ünlülerinden biriydi. Kendisinin şiirleri 3 ciltte toplanmıştı. lbn Hallikan bu şiirleri çok sevdiği için tamamını okuyup ezberlediğini söylüyor. Bunu garip görmemek gerekir. Çünkü Yezid çölde büyümüştü. Annesi Beni Kelb'den Meysun binli Buhdel, Muaviye'nin zevcesiyken, onun Şam'daki saraylarını beğenmeyerek, çöle olan iştiyak ve muhabbetini açıklamaktan çekinmemiş ve başlangıç beyiti:
"Her tarafı rüzgara maruz bir çadır, bence yüksek bir saraydan daha hoştur. Bir aba giyip memnun ve mutlu yaşamak, ince ve süslü elbise giyip hoş ve mutlu olmayan bir hayat geçirmekten daha iyidir."
Beyitlerinden oluşan o ünlü şiirini söylemiştir. Muaviye, karısının bu dizelerini işitince "Beni besili bir danaya benzetmek derecesine kadar vardı ha!" diyerek onu boşamıştı. Meysün, Yezid'i karnında taşıdığı bugünlerde Necid'deki ailesinin yanına sığınmış ve orada Yezid'i doğurmuş, iki sene de emzirmiştir. Emevi meliklerinden Velid B. Yezd b. Abdülmelik ile Abbasi halifelerinden Harunürreşid de şair halifeler arasındaydı. Bununla birlikte Abbasi halifelerinin çoğunluğu şiir yazıyorlardı. Bunlar içinde kuşkusuz en büyük şair halife H. 296 yılında ölen Abdullah B. El-Mu'tez idi. Kendisi hilafet makamında yalnız bir gün bir gece kalmıştır. İlim ve kudret sahibi bir zattı. Kendisinin bir şiir divanı vardır. Mısır'da yayımlanmıştır. Abbasi halifelerinden en son şiir yazan zat H. 329 yılında vefat eden Razi Billah idi. Kendisi yazdığı şiirleri kaydolup derlenen en son Abbasi halifesi olduğu gibi, minberde hutbe okuyan, nedimleriyle sohbet meclisleri yapan ve alim ve bilginleri kendisine yaklaştıran en son Abbasi halifesiydi.
Endülüs halife, hükümdar ve valilerine gelince; Bunlardan Abdurrahman Evsat ve Müstain Billah şiirle uğraşanların önde gelenlerindendi. Süli, Abbasi halifelerinin şiirleriyle ilgili ayrı bir kitap yazmıştı. Endülüs Emevi hükümdarları şiir konusunda Abbasilere özenmiş ve onları örnek almışlardır. Bu nedenle, bu hükümdarlardan biri olan Hakem'in bütün arzusu, Süli tarafından yazılan kitabın Abbasilerin şiirlerini içerdiği gibi, Endülüs'te yetişen Emevi halifelerinin şiirlerini içine alan benzeri bir kitabı yazacak bir yazar bulmak üzerinde odaklanmıştı.
Yukarda verdiğimiz bilgileri dikkatle göz önüne alırsanız, şiire en fazla önem veren halife ve diğer idarecilerin şiir yazımı konusunda en fazla yetenekli olan idarecilerden olduklarını görürsünüz. Çünkü bunlar şiirin değerini gereğince bilir ve şairlere gerekli olan önem ve saygıyı gösterirlerdi. Söz konusu bu durum mutlakıyet idaresini kullanan hükümetlerinin bir gereğidir. Bu tür idarelerde geçerli olan sanayi, bilim ve edebiyat ancak padişah veya diğer idarecilerin rağbet gösterdiği şeyler üzerinde yoğunlaşır. Emevi halifelerinden Velid b. Yezid b. Abdülmelik kendi medhine dair Yezid B Münebbih tarafından yazılan bir kasidenin her beyit için 1000 dirhem atıyye vermiştir. Kendisi kasidelerin beyitlerini saydırarak her beyit için 1000 dirhem ihsan eden ilk halifeydi. Diğer halife, emir ve şairleri de buna göre kıyas etmelidir. Hamdanilerden Seyfüddevle'nin devrinde şiirin revaç bulması, yalnızca kendisinin bizzat şair olmasından kaynaklanıyordu. (Abdülmelik b Mervan) bir gün şairler ve ediplerle sohbet ettiği sıra meclisdekilere "uhi¬ mu bida'din ma hayyitu fein emut - feva harben mimmen yu¬ humu biha biadi" beyti hakkında fikriniz nedir? diye sorar. Musahibleri "Manası güzel bir beyit" cevabını verirler. Abdülmelik "Hayır, bu beyitin sahibi zevzektir. Mana güzel değil. Başka bir manada söylemeliydi" der. Musahibandan biri beyti şu şekle çevirir: "uhimu bida'din ma hayyitu fein emut - evkilu bi da'din men yuhimu biadi."
Abdülmelik bu manayı daha çirkin görerek hatta bunu söyleyecek aşığı hissiz, namussuz addeyler. O halde nasıl olmalıdır? diye sorarlar. Abdülmelik şu şekilde olmalıdır der: "uhimu bida'din ma hayyitu fein emut - fela salihat da'du lidahilletin bi adi."
Yukarıdan beri verdiğimiz izahattan anlaşılacağı üzere, Emevi devletinin ilk yıllarında şairlere siyasi bir amaçla önem veriliyordu. Daha sonra bu önem, halife ve emirler tarafından, lezzet ve tat alınan edebi bir zevk ve sanat şekline döndürülmüştür. Halife ve diğer idareciler, şairler ile meclislere, kaside ve beyitler yazmalarını teklif ederlerdi. Veya manasını çözemedikleri veyahut bir kısmını unuttukları bir beyti sormak için şairleri huzurlarına getirtirlerdi. Bazen halifelerle getirilmesi arzu olunan şairlerin ikamet ettikleri yerler arasında büyük mesafe bulunurdu. Nitekim Emevi halifelerinden Hişam B Abdülmelik, başkent olan Şam'da otururken, Irak valisi bulunan Yusuf B Ömer Sakafi'ye bir emirname göndererek, Hammad Raviye'ye 500 dinar ile bir cins at veya deve göndererek, kendisini Şam'a göndermesini emretmiştir. Hammad lrak'tan hareket ederek 12 günde Şam'a ulaşır. Halifenin huzuruna çıkarak davet edilmesinin sebebini sorduğunda halife Hişam, Hammad'a "Bir beyit batınına geldi. Ancak beytin kime ait olduğunu bilemedim. Bu beyit şudur: "Bir gün sabah zevk u sefaya dalalım diye karar verdiler. Derhal bir kadın şarkıcı gönül açmış vaziyette, sağ elinde bir ibrik içki taşıyarak meclise geldi" der.
Hammad, bu beytin Adi B Zeyd lbadi'nin olduğunu söyledikten sonra, beytin yer aldığı kasidenin tamamını Hişam'a okur. Çoğu kez halifeler, bu gibi şeyleri şeriatın izin vermediği ve uygun bulmadığı zevk u safa meclislerinde bulunurken emrederlerdi. Örneğin, Habbabe'nin aşığı olan ve aşkıyla rezil rüsva olarak, hayatını terk eden Yezd b. Abdülmelik, bir gece Habbabe ile içip zevk ve safa ediyordu. Yezid, Habbabe'nin elinden içkiyi alıp içtikten sonra keyiflenir ve Habbabe şu beyti şarkı olarak okur: "Baştan çıkaran sevgilimi düşünmemek, unutmak, ondan vazgeçmek istedikçe onun güzelliğinden dolayı, bir şefaatçi karşıma geçerek; 'bu kalp azadeliği ancak kabre girildiği zaman mümkün olabilir' demektedir."
(Yezid) Habbabe'den bu beyti kimin söylediğini sorar. Habbabe'nin bilmediğini söylemesi üzerine, hemen sahabeden sonraki neslin en ünlü ve faziletli alimlerinden olan Zühri'nin huzuruna getirilmesi için adam gönderir. Oysa vakit gece yarısını geçmişti. Zühri korku ve endişe içinde halifenin huzuruna çıkar. Çağrılış nedenini anlayınca korku ve endişesi yok olur.
Bununla birlikte şairlerle meclis kurma, Abbasi halifelerinden Hadi'nin yaptığı gibi, bir manzaranın yahut bir aletin nitelendirilmesi gibi, çoğunlukla edebi bir maksad için yapılırdı. Söz konusu halife, şairleri huzuruna çağırtarak, Mehdi tarafından kendisine hediye edilmiş olan Amr b Ma'di Kerb'in, "Samsama" adındaki ünlü kılıcı sanatsal olarak nitelendirmelerini istemişti. Şairlerden lbn Yamin Basri, o keskin kılıcı tüm şairlerden daha güzel anlattığı için halifenin mükafatına kavuşmuştu.
Şiir ve şairlerle sohbeti en çok seven halifelerden biri olan Harunürreşid bir gün huzurunda düzenlenmiş olan bir edebiyat meclisinde bir konu üzerinde konuşurken orda hazır bulunanlardan "Ve min yes'elü-l essa'luk eyne mezahibe ..." (kurda nereye gittiğini soruyorsun?) şeklinde yarım bir dize okur ve bunun kime ait olduğunu sorar. Hazır bulunanlardan hiçbiri bilmez. Ünlü edebiyatçılardan Asmai o sırada meclise katılamayacak derecede hasta olduğu için Harunürreşid lshak Mavsili'yi, 1000 dinar hediye ile Asmai'ye gönderir. Asmai, sorulan beytin tamamının şu şekilde olduğunu söyler:
"Gidene nereye gittiğini soruyorsun, kurda hiç gittiği yeri soran olur mu?"
Harunürreşid çoğu kez anlamını çıkaramadığı bir beytin çözümü için meclisler kurdururdu. Bir gün yine böyle bir mecliste bulunurken "Halife Hz. Osman'ı muharrem olarak öldürdüler..." şeklinde başlayan bir beyitte yer alan "muharrem" (haram edilmiş, harama) kelimesinin farklı iki zıt anlamda kullanılması konusunda huzurunda bulunan ünlü şairlerle tartışmıştı. Mecliste ünlü şairlerden Kesai ve Asmai de bulunmaktaydı. Aralarında "Muharrem" kelimesinin anlam ve yorumu hakkında tartışma çıkar. Sonunda burdaki anlamının "suçsuz" şeklinde olduğu Asmai tarafından kanıtlanır. Harunürreşid Arapların kurt hakkında söyledikleri en iyi beyit için mükafat olarak ünlü şairlerden Fazlı B Abdussamed Rakkaşi'ye, 10.600 dinar kıymette bir yüzük hediye ettiği gibi oğlu Me'mun da, yine büyük şairlerden Ali B El-Cühm'i bir söylediği güzel bir beyitten dolayı vali tayin etmişti. Şiir seven diğer halifelerle valilerden özellikle Seyfüddevle ve benzerlerinin bu konudaki çaba ve desteklerini yukarda verdiğimiz örneklerle karşılaştırabiliriz.
Şiirin Devlet Yönetimi Üzerindeki Etkisi
Konu kısaca şöyle özetlenebilir: Şiir özellikle Arap toplumunun tüm edebi bilimlerini oluşturuyordu. Her zaman, nerede bulunursa bulunsunlar şiir meclisleri, sohbetleri yarışmaları ve şölenleri kurmakla uğraşırlardı. Bu uğraşı yalnızca halifeler, valiler vs. diğer idareciler ve edebiyaçılarla sınırlı olmayıp erkek ve kadın tüm halkı içine alacak şekildeydi. Şiir ile yoğun uğraşıda ve ezberleme işinde o derece aşırı gitmişlerdi ki, herhangi bir yerde konuyla ilgili bir anlam içeren bir beyit söylemek gerekirse, şiiri okumaksızın sadece şairin adını söylemekle yetinirlerdi. Şairin yalnız ismi hangi beytine işaret edilmek istenildiğini göstermek için yeterli görülüyordu. Rivayete göre, Bağdat köprüsünde duran bir adam bir gün Rasafe tarafından köprüye doğru gelen çok güzel ve alımlı bir kadının kendi önünden geçerken, karşıdan gelen bir delikanlıyla karşılaştığını ve delikanlının kadına hitaben "Allah, lbn Cühm'e rahmet etsin" dediğini, kadının da "Allah Ebu'l-Ala el-Marri'ye rahmet etsin" cevabını verdiğine ve ikisinin de hiç durmayarak yollarına devam ettiklerine şahit olur. Bu olaydan hiçbir şey anlamayan bu meraklı adam, kadının arkasından koşarak kendisine yaklaşır ve "Ey Kadın! Aranızda yaptığınız konuşmadan ne demek istediğinizi bana da söyle. Yoksa sizi rezil rüsva ederim" der. Kadıncağız; "Delikanlı; Allah, lbn Cühm'e rahmet etsin" derken bu sözden şairin "ceylan gözlü kız Rasafe ve köprü arasında (Bağdat'ta) izin vermediğim halde, bilerek veya bilmeyerek gönlümü aldı gitti."
Ünlü beytine işaret etmek istemiştir. Ben de ona cevaben "Allah, Ebu'l Ala el-Maarri'ye de rahmet etsin" dediğimde bununla Ebu'l-Ala'nın: "Aslan yuvasında olan evi çok yakındır. Seni onu ziyaretten engelleyen korkudur" ünlü beytini anlatmak istedim." Cevabını vermiştir.
Şiire bu derece önem verilince, bir beyit şiirin bir savaşın patlak vermesine yahut bir cemaatin katliamına, yahut tam aksine ölümden kurtulmasına sebep olacak ölçüde şiirlerin devlet idarecileri üzerinde son derece büyük etki oluşturması mantıklı görülmez mi?
Şiirin o dönemde ne kadar büyük bir tesir oluşturduğunu gösteren olaylara bir örnek de şudur: Birinci Abbasi halifesi Saffah yönetimi ele geçirdikten sonra, Emeviler ve bağlılarından hayatta kalanların izini takip ettirerek hepsini kılıçtan geçirmişti. Emevilerin ileri gelenlerinden bir grup Saffah'a sığınmış, bağlılıklarını arz etmişlerdi. Affedildikleri için Bağdat'ta oturmayı ve halifenin meclisine devam etmeyi istemişlerdi. Rastlantı olarak onlardan Süleyman b. Hişam b. Abdülmelik, bir gün Saffah'ın huzurunda bulunurken halifenin iltifat ve ikramına mazhar olur. O sırada şair Sedif b. Meymun, Saffah'ın huzuruna girip şu iki beyti okur: "gördüğün adamlar seni aldatmasın, onun kaburgaları altında bir kin var." "hiçbir Emeviyi bir daha görmek istemiyorsan kılıç ve kırbacını hazır tut!"
Süleyman b. Hişam bu beyitlerin ne derecede etkili olacağını hissederek, bu beyti okuyan şaire dönüp "Ey Şeyh beni öldürdün!" der. Gerçekten de göz açıp kapayacak kadar kısa bir süre geçmeden Süleyman huzurdan götürülerek idam edilir.
Aynı şekilde, bir gün Saffah, Emevilerden 70 kadar kişi huzurunda bulunduğu sırada yemeğe oturmak üzereyken içeri bir şair girer ve "Abbasoğullarından ileri gelen bir toplulukla beraber melik oturmaktadır" beytiyle başlayarak Emevilerin zulüm ve fitnelerini hatırlatan şu iki beyti okur. Bunun üzerine Saffah bu beyitlerden gazaba gelir ve huzurunda bulunan Emevilerin hepsinin kılıçtan geçirilmelerini emreder. Tamamı kılıçtan geçirilerek oldukları yerde katledilirler. Üzerlerine yerde bulunan minderler örtülür. Saffah, minderlerin üzerine oturarak, kılıçtan geçirilenlerden hala can çekişenlerin inlemelerini dinleye dinleye yemeğini yer. Öldürülenlerin hiçbirinde yaşam izi kalmayıncaya kadar üzerlerinde oturmaya devam eder.
"Sana Tekfur'u (onunla seni çağdaş yapan) veren çok zulmetmiştir. Çünkü dünyayı o çevirmektedir" beytinden oluşan ve Harunürreşid'i Rum Padişahı Tekfur'a karşı savaş ilan etmeye yönelten kaside de şiirin yarattığı güçlü etkiyi gösteren bir başka örnektir.
Birçok defa bir insan halifenin takdirine mazhar olan bir beyit sayesinde hayatını kurtarıyordu. Abbasi devleti valilerinden Malik b. Tavk'ın, Harunürreşid ile aralarında geçen macerası meşhurdur. Malik b. Tavk, devlete karşı isyan etmek suçundan idam cezasına çarptırılır. İdam edileceklerin çıkarıldığı deri döşek üzerine diz çöktürüldükten sonra başlangıç beyti "Ölüm kılıçla dokunuşu arasında gizlenmiştir. Yüzümü ne tarafa çevirirsem çevireyim o beni takip ediyor" şeklinde olan kasideyi okuyarak, ölümden korkmadığını, ölümün her ne zaman olsa mutlaka geleceğini, yalnız yetim bırakacağı çocuklarını düşündüğünü anlatmak ister. Harunürreşid, bu acıklı ve dokunaklı tasvirden çok etkilenir ve ağlar. Malik b. Tavk'a dönerek; "Şeref ve onurumuzla sustuk, ilim ve hikmetle söz söyledik. Seni affediyor ve çocuklarına bağışlıyorum. Ailenin yanına git. Sakın bir daha böyle bir olaya bulaşma" diyerek serbest bıraktırır. Malik, bundan sonra halife Harunürreşid'e itaat edip kendisine bağlı kalacağına yemin ettikten sonra ailesinin yanına gider.
Nice komutanlar vardır ki, savaş meydanından kaçmak üzereyken, o an aklına gelen bir beytin yarattığı, cesaret ve yiğitlik duygusuyla, bir kahramanlık ve cesaret abidesi haline gelerek yenilgi ve kaçma kararını gayret ve zafere çevirmişlerdir. Emevilerin kurucusu Muaviye b. Ebu Süfyan, halkı şiir ezberlemeye teşvik ederken, şu sözleri söylemiştir: "Şiir sizden öncekilerin hayat hikayelerini içerdiği gibi, sizi doğru yola götürecek birçok hikmetli söz ve kuralları da içine alır. Birçok kez savaş meydanlarında kaçma ve yenilgiden başka bir seçeneğim kalmadığı zamanlarda lbn Atnabe Ansari'nin, 'iffetimi bana ver belalardan uzaklaştır.... ' şeklinde başlayan beyti aklıma gelir ve kaçma utancından beni kurtarır."
Gerek Cahiliye Çağı, gerekse İslamiyet döneminde buna benzer daha birçok örnek bulunabilir.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...