İslami İlimler (Şer'i İlimler)
İslami ilimler, İslam'ın ve İslam uygarlığının gerektirdiği ve ortaya çıkardığı ilimlerdir. Bu ilimler üç bölüme ayrılır.
Birincisi; dini ilimleri oluşturan "ulüm-i şer'iyye (şer'i ilimler),
İkincisi; Kur'an-ı Kerim'in hadislerin anlaşılması için gerekli olan "ulüm-i lisaniyye"(dil bilimleri),
Üçüncüsü; Tarih ve Coğrafyadır.
Kur'an-ı Kerim'in Kitap Halinde Toplanması
Kur'an-ı Kerim Müslümanlarca din ve dünya işlerinde başvurulacak asıl kaynak olduğundan Müslümanların Kur'an-ı Kerim'in toplanması ve ezberlenmesine büyük özen göstermelerini çok doğal görmek gerekir. Kur'an'ın korunmasına hizmet eden birinci adım onu bir arada toplamak ve kitap haline getirmektir. Kur'an-ı Kerim bir kerede nazil olmayarak Peygamber'in daveti başlamasından itibaren vefatına kadar kimi zaman Mekke'de, kimi zaman Medine'de ve başka yerlerde durumun gereğine göre 20 küsur yılda yavaş yavaş indirilmiştir. Hz. Peygamber bir ayet veya bir süreyi okudukça katibler onu o zamanlarda kullanılan sayfalara yazarlardı. O sırada yazılar, deri parçalarına, omuz ve kaburga kemikleri gibi geniş kemiklere, hurma dallarına ve "lihaf' denilen bir çeşit geniş, beyaz taşlara yazılırdı. Hz. Peygamber H. 11. yılda vefat ettiği zaman Kur'an'ın bir kısmı bu çeşit malzemeler üzerinde korunmuş. Diğer bir kısmı da hafızalarda korunmuş bulunmakta idi.
Kur'an hafızlarına "kurra" adı veriliyordu.
Hz. Peygamber'in hayatında Kur'an-ı Kerim'in kayıt ve düzenlenmesine en çok özen gösteren ve gayret eden kişi Hz. Ali b. Ebi Talib, Sa'd b. Ubeyd, Ebudderda, Muaz b. Cebel, Sabit b. Zeyd, Übey b. Ka'b vs. idi. Hz. Peygamber'in vefatından sonra Hz. Ebubekir'in halifeliği zamanında Arap Yarımadası İslamiyet'ten geri dönünce (irtidat edince) söz konusu halife onları bu yoldan geri çevirmek için üzerlerine ordu göndermek zorunda kaldı. Yapılan savaşlarda özellikle Yemame savaşında sahabeden pek çok kişi şehit olmuştu. Sadece sözü edilen bu savaşta yüzü kuran hafızlarından olmak üzere, Müslümanlardan 1200 kişi şehid düşmüştü. Bu büyük kayıplardan Medine halkı özellikle Müslümanların büyük lideri Hz. Ömer haberdar olunca büyük endişeye düştüler. Hafızların vefatı ile Kur'an'dan bazı ayetlerin kaybolması korkusundan dolayı derhal Kur'an-ı Kerim'in toplanmasını ve bir kitap haline getirilmesini Hz. Ebubekir'e teklif etti. Hz. Ebubekir bir süre düşündükten sonra; "Hz. Peygamber'in yapmadığı ve yapılmasını vasiyet etmediği bir şeyi ben nasıl yapayım?" dedi. Hz. Ömer bunun gereğini ve ivediliğini anlatarak sonunda Hz. Ebubekir'i ikna etmeyi başarmıştı. Bunun üzerine Hz. Ebubekir vahiy katiblerinden Zeyd b. Sabit'i bu işle görevlendirerek, sahabenin yanında bulunan sureleri toplattırdı. Bu toplama sırasında bazı surelerden iki, üç veya daha fazla kopya bulunduğu halde "Tövbe Süresi" gibi bazı surelerden ise yalnız bir kopya bulundu. Tevbe Süresi'nin tek bir nüshası veya kopyası Ebü Huzeymetü'l-Ensari'nin yanında bulunmuştu. Zeyd b. Sabit Kur'an-ı Kerim'i sözü edilen sayfalardan ve hafızların ezberinden toplayarak Hz. Ebubekir'e teslim etti. Bu sayfalar Hz. Ebubekir'in yanında H. 13 yılına, yani vefatına kadar korundu. Daha sonra Hz. Ömer halife olunca, o sayfaları alarak halifeliğinin sonuna kadar yanında muhafaza etli. Hz. Osman halifelik makamına geçince o sayfalar kendi kızı Hz. Peygamber'in eşlerinden Hz. Hafsa'ya geçmiştir.
Halife Hz. Osman zamanında, İslam fetihleri oldukça uzak bölgelere kadar genişlemişti. Bunun sonucu olarak, aralarında birçok Kur'an hafızının da bulunduğu Müslümanlar, Mısır, Şam, Irak, İran ve Afrika bölgelerine dağılmışlardı. Bu hafızlardan bazılarının yanında Kur'an-ı Kerim'den parçalar ve bölümler de vardı. Her hafız, Kur'an'ı özel bir düzenle toplamıştı. Bunun üzerine her ülke ve şehir halkı o yörede bulunan hafızların düzenleyip, topladığı mushafa güvenmişler ve kullanmışlardır.
Örneğin Şam ve Hıms halkı, Kur'an'ı sahabenin büyüklerinden Mikdad b. Esved'den, Basra halkı da Ebu Musa el-Eşari'den öğrendiler. Ebu Musa el- Eşari'nin Kuran mushafına "Lübabü'l-Kulub" adı veriliyordu. Hafızlar Kur'an'ın korunması ve ezberlenmesine son derece özen gösterdikleri halde, bazı surelerinin okunma biçimi konusunda anlaşamamışlar, değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. O dönemlerde, sahabeden Huzeyfe b. Yemani, Ermeniye ve Azerbaycan savaşına katılan Müslümanlar arasında, kimi kişilerin bazı ayetleri farklı biçim ve şekillerde okuduklarına şahit olmuştu. Hatta bunlar daha da ileri giderek kendi okuyuşlarının doğru olduğunu, diğerlerinin yanlış olduğunu ileri sürerek hararetli tartışmalar yapıyorlardı.
Huzeyfe Medine'ye dönünce durumu Hz. Osman'a bildirdi. Ve bunun önüne geçilmezse sonunun kötü olacağını söyleyerek "Museviler ile Hıristiyanlar kendi kitaplarında nasıl ayrılık ve uyuşmazlığa düştülerse Müslümanlar da böyle anlaşmazlığa düşmeden önce bu ümmeti kurtarmak için acil önlem alınmalıdır" dedi. Hz. Osman Hz. Hafsa'ya "Kur'an sayfalarını bize gönder, çoğaltıp tekrar sana geri verelim" diye haber gönderdi. Hz. Hafsa yanında bulunan sayfaları gönderdi. Hz. Osman sahabenin ileri gelenlerinden Zeyd b. Sabit ile Abdullah b. Zübeyr, Said b. As ve Abdurrahman b. Haris b. Hişam'ı yanına davet ederek Kur'an' sayfalarının çoğaltılmasını kendilerine emretti ve "Zeyd b. Sabit ile bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Kureyş dili ile yazınız. Çünkü Kur'an-ı Kerim Kureyş dili ile nazil oldu" diye tavsiye etti. Onlar da bu emir ve talimat çerçevesinde hareket ederek H. 30 yılında Kur'an-ı Kerim'i altı adet çoğalttılar. Hz. Osman bu mushaflardan dördünü, dört büyük eyalete yani Mekke, Basra, Küfe ve Şam'a gönderdi. Biri halka diğeri kendine ait olmak üzere Medine'de iki mushaf bıraktı. Hz. Osman'ın mushafına yani Kur'an-ı Kerim'ine "imam" adı verilir. Hz. Osman bundan daha önce var olan mushaf ve sayfaların hepsinin toplanıp yakılmasını emretti. Bu tarihten sonra Müslümanlar Hz. Osman tarafından yazılan mushafa itibar ederek her yerde ondan kopyalar yapmışlar ve az zaman içinde birçok mushaf çoğaltılmıştır. Mesüdi, Hz. Ali ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffin Savaşı'ndan, Hz. Ali'nin savaşın başlarında nasıl galip geldiğinden, mushafların yukarı kaldırılması hakkında Amr b. el-As tarafından ileri sürülen teklif ve tedbirden söz ederken "Muaviye'nin askerinden 500 kadar mushaf mızraklar ucunda yukarı kaldırılmıştır" diyor. Kuşkusuz bu mushaflar o zamana kadar Müslümanlarca çoğaltılanların hepsi değildi. Hz. Osman tarafından Kur'an-ı Kerim'in mushaf şekline konulmasından Sıffin Savaşı'na kadar yalnız 7 yıl geçmişti. Bu süre zarfında Müslümanlarca ne kadar çok mushaf yazıldığına bu olay önemli bir delildir.
Sahabeler, yalnızca Hz. Osman'ın mushafına itibar edilmesi ve diğer mushaflara bakılmamasını ısrarla tavsiye ettikleri halde, yine de bazı Müslümanlar yanında diğer mushaflardan da kopyalar kalmıştı. Bunların en ünlüsü Hz. Ali mushafıdır. Şiiler Hz. Peygamber'in vefatı sırasında mushafı ilk yazanın Hz. Ali olduğunu ve yazdığı mushafın kendi yandaşları arasında yayılarak ve nakledilerek Cafer ailesi yanında korunduğuna inanırlar. lbnü'n-Nedim, Ebu Ya'la Hamza el-Hüseyni'nin yanında Hz. Ali'nin el yazısı ile yazılmış bir mushaf gördüğünü ve bu mushafın Hz. Hasan'ın evladı arasında miras olarak aktarılmakta bulunduğunu Fihrist adındaki kitabında belirtiyor. Abdullah b. Mesud ile Übey b. Ka'b'ın da ayrı mushafları olup, her ikisinde de surelerinin tertip ve sıralanmasında ayrı bir metot uygulanmıştı. Bununla beraber halife ve valiler de Müslümanları Hz. Osman'ın mushafı üzerinde birleştirmek ve ona aykırı diğer mushafları iptal etmek konusunda son derece özen göstermişlerdir.
Bu gayretlere bir örnek olmak üzere valiler, Hz. Osman'ın mushafını çoğaltarak halkın görüp örnek alması amacıyla camilere koyduruyorlar ve lslam ülkesinin her köşesine gönderiyorlardı. Ancak bir yerin camisinde bir valinin mushafını kabul etmek o yerde o valinin hakimiyetini tanımak demekti. Haccac, mushaflar yazdırıp çevreye dağıtan valilerin başta gelenlerindendi. Bir mushafı da Mısır'a göndermişti. O sırada Mısır'da vali bulunan Emevi hanedanından Abdülaziz b. Mervan, mushafın gelişini haber alınca, öfkelenerek; "benim bulunduğum bir orduya mushaf göndermek onun haddi midir?" dedi. Hemen bir mushaf yazılmasını emretti. Mushafın hatasız olmasına son derece dikkat ederek bunda bir yanlış bulana, kurbanlık bir koç ile otuz dinar ödül vereceğini ilan etti. Küfe hafızlarından biri bu mushafta "nu'ce" (dişi koyun) kelimesinin "nüc'a"şeklinde yazılmış olduğunu gördüğünden söz verilen mükafatı aldı.
Kur'an-ı Kerim'in Okunuşu (Kıraat)
İslamiyet'in ilk yıllarında okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça az olduğundan okuma yazma bilmenin büyük önemi vardı. Kur'an-ı Kerim'i okuyabilenleri diğer Müslümanlardan ayırt etmek için "kurra" adı verilmişti. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Hz. Osman'ın Kur'an Kerim'i çoğalttırmasına ve dağıttırmasına neden olan şeylerden biri de okumaların farklılığını işitmesiydi. Hz. Osman önemli lslam şehirlerine ve merkezlerine mushaflar göndererek okumadaki uyuşmazlıkları gidermek ve okumada bir birlik oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak tüm bu önlemler sorunu tam anlamıyla çözemedi. Çok zaman geçmeden her vilayette özel bir okuyuş biçimi ortaya çıktı. Bu vilayetlerden her biri doğruluk ve bilgisine güvendikleri hafızlardan birinin okuyuş tarzını kabul etti. Ve bu okuyuş o bölgede yayılıp şöhret buldu. Ancak sonunda bu tarzlardan, Kur'an-ı Kerim'in okunması için genel kabul gören yedi tanesi seçilmiş, diğerleri terk edilmiştir. Bazı hafızlar ve Kur'an-ı Kerim üstadları bu okuyuş tarzlarını, yani "kıraat biçimi"ni ona (aşere) çıkarırlar.
Devam eden ve kabul gören on okuyuş tarzının kurucuları; Medine'de Nafi' b. Ebi Ru'yem, Yezid b. el-Ka'ka, Mekke'de Abdullah b. Kesir, Basra'da Ebu Ömer b. Ala, Ya'kub Hadrami, Şam'da Abdullah b. Amir, Kufe'de Asım b. Ebi Nücüd, Hamza Habib Ziyad, Ali el-Kesili, Halefü'l-Bezzaz'dır. Bu sayılan kişilerden başka lslam dünyasında pek çok kişi kıraat konusunda şöhret kazanmıştı. Bunlardan bazıları, özellikle lslami fırka ve gruplar ortaya çıkıp tefsir ve fıkıhta farklı düşünce ve görüşler iyice yayıldığı zamanlarda oldukça garip okuyuşlar yapmışlardı. Bununla birlikte halifeler -miladın ilk yüzyıllarında Hıristiyan din adamlarının yaptıkları gibi- Müslümanlar arasında fesat ve ayrılık doğmasından endişe ettikleri için, bu tür, genel kabule aykırı okuyuşları, dikkatle takip ettiriyorlar ve bu tür okuyuşta ısrar edenleri cezalandırıyorlardı.
lslam dini, özellikle ilk yayılış dönemlerinde söz ve düşünce hürriyeti açısından Hıristiyanlıktan daha müsamahalı ve uygun bir ortam oluşturmuştu. Dinin özelliğinden kaynaklanan bu hürriyet ve serbestlik sayesinde herkes görüş ve düşüncesini, halifenin fikir ve görüşüne aykırı olsa bile, söylemekten çekinmiyordu. Böyle bir ifade hürriyeti sonucu olmak üzere, söz konusu dönemde lslam grup ve partileri (mezhepler) oldukça çoğalmıştır. Bunların taraftarlarının okuyuşunda, tefsir ve fıkıhta ve birçok konuda takip ettikleri metot ve düşünceler de farklıydı. Öyle ki, bu parti ve gruplardan bazıları "Yusuf Süresi"nin Kur'an'dan bir parça olmadığını, eski toplumlarla ilgili anlatılan hikayelerden bir hikaye olduğunu ileri sürecek kadar ileri gitmişti. Hatta diğer bir fırka da Hz. lsa'nın ilahlığıyla ilgili görüşlerden birinin ve kıyamet gününde yaratıklardan hesap soranın Hz. lsa olduğunun ispatına kalkışmak gibi bir görüş ileri sürüyordu. Bazı gruplar, Abbasi devletinin orta zamanlarına kadar bu garip ve genel kural dışı okumalara devam etmişlerdi. Örneğin H. 354 yılında vefat eden Yakup el-Attar, bu garip okuyuşuna devam ettiğinden devrin halifesi tarafından huzura çağırılmış, artık o günden sonra, okuyuşundan vazgeçtiğine ve bu kararından dönmeyip sözünde duracağına dair, alimler huzurunda kendisine bir senet imzalattırılmıştır. Şazz (kural dışı) bir şekilde kıraatte bulunanların en ünlüsü, H. 327 yılında vefat eden lbn Şenbod Ba'dadi'dir ki, bu kişi lbnü'n-Nedim ve lbn Hallikan, tarafından ayrıntılarıyla anlatılan birtakım garip okuyuşlarla camilerde Kur'an-ı Kerim okurken, vezir lbn Mukle H. 323 yılında durumu haber alarak kendisini yakalatıp hapse attırmıştır. lbn Şenbud bir süre hapishanede kaldığı halde bu garip okuyuşunu bırakmadığından vezirin emriyle kendisine dayak attırılmıştır. Bunun üzerine lbn Şenbud, okuyuşundan tövbe etmek zorunda kalmış, Hz. Osman'ın mushafına göre, Müslümanların kabul ettikleri şekil ve tarzda okuyacağına söz vermiş, bu söz ve tövbesinden dönmeyeceğine dair de kendisinden şahitler huzurunda yazılı bir senet alınmıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, yukarda kaydedilen on çeşit okuyuşun hepsi imamlar ve Müslümanlar yanında caiz ve doğru kabul edilmiştir. Bir kişi, grup veya ülke bu okuyuş yöntemlerinden birini, ikisini veya daha fazlasını seçebileceği gibi hepsini de kullanabilir.
Müslümanlar okuyuşlarının doğruluğunu kanıtlamak ve göstermek için, zincirleme bir isnada (rivayet zinciri) dayanırlar ve bu okuyuşlarını Hz. Peygamber'e kadar uzatırlar. Örneğin "Yakub b. lshak; Selam'dan, Selam; Asım'dan, Asım; Ebu Abdurrahman'dan, Ebu Abdurrahman; Ali b. Ebi Talib'den; Ali de; Hz. Peygamberden böyle okumuşlardır" diyerek bu halkayı doğru okuduklarını kanıtlayan bir delil olarak kabul ederlerdi.
Kur'an-ı Kerim'in Birey ve Toplum Üzerindeki Etkisi
Kur'an-ı Kerim'in korunması ve ezberlenmesi, özellikle lslam'ın ilk yıllarında Müslümanların en önemli vazifesi sayıldığından, okuma ve ezberleme konusunda gösterilen özen ve gayret sonucu olarak, Kur'an-ı Kerim'in emir ve yasakları Müslümanların kalplerine yerleştiği gibi, cümleleri de tüm edebiyatçıların dillerine yerleşmişti. Kur'an; şeri'at, diyanet, lügat vs. her tür konuda bir başvuru kaynağıydı. lslam'ı kabul eden milletler, kök, dil ve memleket itibariyle birbirinden ayrı ve uzak oldukları halde, Kur'an-ı Kerim bunların hepsi üzerinde benzer etkiler yapıyordu. Müslümanlar, hitabette Kur'an'ın üslubunu taklide çalıştıkları için, yazdıkları eserlerde de ayetleri düşüncelerini desteklemek için şahit göstermeye çalışmışlar, ahlak ve geleneklere varıncaya kadar her şeyde Kur'an-ı Kerim'in etkisine tabi olmuşlardır. Şer'i ilimler dışında, dil bilimlerinde de Kur'an ayetlerine başvuruluyordu. Arap nahiv ve sarfının eşsiz üstadı, ünlü Sibeveyh'in bu iki bilime ait olan dil bilgisi kitabında 300 kadar ayet vardır. Belagat ve fesahat ehli kişiler, ileride "lslamiyet'te hitabet" ve "lslamiyet'te belagat (retorik)" bölümlerinde görüleceği üzere, Kur'an-ı Kerim ayetleriyle bezeyip süslemeksizin bir nutuk veya bir ifadeyi, söylemek ve yazmaktan hoşlanmazlardı. Bütün nutuklarda, yazışmalarda ve tevki'lerde ayet-i kerim'e kullanılırdı.
Kur'an-ı Kerim'in okunması, ezberlenmesi ve anlaşılmasına o derece özen göstermişlerdi ki, bir ayetin yalnızca bir harf veya bir kelimesi söylense bile, tüm ayet hemen zihinlerde canlanıveriridi. Bu yüzden pek çok kez, bir ayetin tamamını ifade etmek veya belirtmek yerine, sadece bir kelimesinin söylenmesi ve yazılmasıyla yetinilirdi. Biraz dikkatli ve zeki insanlar derhal maksadı anlayabilirlerdi.
Bununla ilgili örneklerden birisi şu olaydır: Ünlü sultan Gazneli Mahmut Bağdat'ta oturan halifeye başvurarak, bağımsızlık alametlerinden olan, kendi adının hutbede okunması, altın ve gümüş sikkelerin üzerine işlenmesi için izin talep etmişti. Halife bu isteği yerine getirmekten kaçındığını görünce, Sultan Mahmut halifeye tehdit içeren bir mektup göndermiştir. Bu mektupta kısaca: "Bağdat'ın taşı ve toprağını fillerle Gazne'ye nakletmek istesem buna gücüm var" demişti. Bunun üzerine halife, Sultan Mahmut'a kapalı ve mühürlü bir mektup yazıp göndermişti. Sultan Mahmut, mektubu açınca içinde besmeleden sonra bir "elif-i memdude" (uzun elif ve ortasında bir "lam" ve sonunda bir "mim" ve peygamber üzerine salavat ve Allaha hamdetmekten başka bir şey bulamadığından şaşırıp kalmıştı. Sultanın meclisinde bulunanlar da halifenin amacını anlıyamadıklarından şaşırmışlar ve bir anlam çıkaramamışlardı. Sonunda devrin alimlerinden Ebu Bekir Kuhistani gelip, mektubu görünce, bir süre düşündükten sonra halifenin maksadını anladı. Sultan Mahmut, Kuhistani'ye: "Ne demek istediğini söyle, ne istersen vereyim!" deyince Kuhistani "siz onları fillerle tehdit etmiş idiniz onlar da bu cevabı gönderdiler. Mektuptaki elif, lam ve mim harfleri "Rabbin fil sahiplerini ne hale koyduğunu görmedin mi?" anlamında olan "elem tera keyfe feale Rabbuke bi ashabi'l fil" ayet-i kerimesine işarettir" cevabını verdi. Sultan Mahmut, söz konusu sürede anlatılan, lslam'ın doğuşundan önceki dönemde Kabe'yi yıkmak amacıyla fillerle, bu kutsal mabede saldırı düzenleyen ve Allah tarafından gönderilen kuşlarla, taşa tutulup perişan edilen Habeşlilerin acıklı durumunu hatırlatan bu şifreli cevaptan endişeye düşmüştür. Kalbinde, endişe, korku ve pişmanlık duyduğundan, bağımsızlık konusundaki ısrarcı taleplerinden vazgeçerek, halifeyle iyi geçinmenin yollarını aramıştır.
Buna benzer bir başka örnek de şudur; 7. Abbasi halifesi el Me'mün, Tahir oğullarından Abdullah b. Tahir'e gücendiği için, öldürülmesi amacıyla meclisinde bulunan yakınlarıyla istişare ettiği zaman, lbn Tahir'in dostlarından biri de bu mecliste hazır bulunmuştur. Bu dost lbn Tahir'e bir mektup göndererek, içine besmeleden sonra yalnız "Ya Müsa!" yazmış. lbn Tahir mektubu açıp da yalnız besmele ile "Ya Müsa!" yazısını görünce şaşırıp kalmış ve bir anlam verememişti. Ancak mektubun amaçsız yazılmış olamayacağını iyi bildiğinden, biraz uğraştıktan sonra maksadı anlamıştı. Amaç "Ey Müsa! Halk seni öldürmek için danışma meclisleri kuruyorlar" anlamını içeren "Ya Musa! lnne'l melei ye'temurüne bike leyaktulüke" ayet-i kerimesi'ni anlatmaktı.
Müslümanlar, Kur'an-ı Kerim'e karşı gösterilmesi gerekli olan saygı ve özende çok ileri gittiklerinden, okunmasında, çoğaltılmasında büyük çaba ve emek harcamışlardır. Öyle ki, onu altın, gümüş ve fildişi levhaları üzerine özenle yazdıkları gibi, ipek ve atlas kumaşlar üzerine, altın ve gümüş sırmalarla işleyerek, evlerini ve meclislerini süslemişler, mescidlerin, kütüphanelerin ve meclislerin duvarlarını ayetlerle bezeyip donatmışlardır. Kur'an-ı Kerim'i çeşitli yazı ve mürekkeplerle, ceylan vs. derileri ve kağıtlar üzerine, tomar ve cüz şeklinde yazarlar ve ayetler arasında yaldızlı mürekkep kullanırlardı. Eskiden halifeler, sultanlar, valiler vs. idareciler, kendi elleriyle mushaf yazmayı büyük bir uğur ve bereket saydıklarından, bizzat kendileri Kur'an-ı Kerim yazarlar ve yazdıklarını da camiler vs. kutsal mekanlarda muhafaza ettirirlerdi.
Buna örnek olmak üzere, Kahire'deki Hidiv Kütüphanesi'nde, Küfi yazının hemen her çeşidiyle yazılmış, harekesiz ve noktasız, harekeli ve noktalı veya her ikisinin ortak özelliğini taşıyarak yazılmış Kur'an-ı Kerimler de vardır.
Müslümanlar Kur'an-ı Kerim hakkında gösterdikleri özen ve saygının bir göstergesi olarak; süre, ayet, kelime ve harflerinin sayısını belirttikleri gibi, Kur'an-ı Kerim'de "Eliften ye'ye kadar" tüm harflerin her birinden ne kadar harf kullanıldığını da sayıp yazmışlardır.
Kur'an Tefsirleri (Yorumları)
Araplar, lslamiyet'in başlangıç yıllarında, Hz. Peygamber tarafından, kendilerine bir süre veya bir ayet okununca, onu gerek lafız özelliği, gerekse kelam açısından kolayca kavrayıp anlayabiliyorlardı. Çünkü ayet ve süreler kendi ana dilleri ve kendi dillerinin belagati ile iniyordu. Ayrıca, bu ayetlerin çoğu, birtakım olaylar nedeniyle geliyordu ki, bu olaylar ayetleri daha iyi anlamak için büyük kolaylık sağlıyordu. Bununla beraber bir ayetin anlaşılmasında zorlukla karşılaşınca, Hz. Peygamber'e başvururlardı. Hz. Peygamber onlara anlayamadıkları şeyleri tefsir eder ve ayetlerden hükmü kalkan (mensüh) bir şey varsa nesheden ayeti (eski hükmü kaldıran ayeti) göstererek, sorunlarını çözerdi. Sahabeler, Hz. Peygamber'in yaptığı bu açıklama ve öğretileri dinlemişler, korumuşlar ve başkalarına aktarmışlardır. Sahabeden sonra gelen nesil olan Tabiun ve bunlardan sonra gelenler, Kur'an-ı Kerim'le ilgili bilimleri sahabelerden öğrenmişler, zaman zaman kendi yorumlarını da ekleyerek daha sonraki nesillere aktarmışlardır.
Daha sonra dönemde, lslamiyet, teşkilatlı bir devlet şekline girip, yeni kanun ve nizamlara ihtiyaç duyulunca, Kur'an-ı Kerim istenilen kanun ve nizamlar için kaynak olarak görülmüş, Kur'an'ın tefsirine daha fazla önem verilmiş, hafızlar ve müfessirler o hükümleri çıkarma ve toplum içinde yaşatılmasında Müslümanların ilk başvurduğu uzmanlar olmuşlardır. Şu durumda, hafızlar ve müfessirler, lslamiyet'in ilk yıllarında "fukaha" (lslam hukukçuları) makamındaydılar. Müslümanlar hicri 1. yüzyılın sonlarına kadar, tefsiri şifahen, yani ağızdan ağıza nakletmişlerdir. Tefsiri yazı ile ilk düzenleyen zat, H. 104 yılında vefat eden Mücahid b. Cübeyr idi. Daha sonra pek çok kişi tefsirle ilgili eser yazmışlar ve sonunda H. 207 yılında vefat eden Vakıdi ve 310 yılında vefat eden Taberi ve diğerleri yetişmiştir.
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, tefsir ilminin asıl dayanağı ve kaynağı, Hz. Peygamber, daha sonra sahabe ve tabiinden aktarılan bilgilerdir. O tarihte Araplar çoğunlukla okuma yazma bilmezlerdi. Evrenin sebeplerinden ve yaratılışın sır ve başlangıcıyla ilgili bilmedikleri şeyleri anlamak istediklerinde, aralarında yaşayan ve kendilerinden önce Ehl-i Kitap'tan olan Musevi ve Hıristiyanlardan soruyorlardı. Bunların çoğu Museviliği kabul etmiş olan Yemenli Himyerilerdi. Söz konusu bu Musevi ve Hıristiyanlar o dönemde, her ne kadar Müslüman olmuşlarsa da, şifahen yaptıkları nakiller (israiliyat), daha sonra bazıları tarafından yazılı bir miras olarak aktarılmış, ancak söz konusu bu bilgiler, lslam şeriatıyla ilgisi olmayan birtakım inanışlar ve alışkanlıkların etkisinden tamamen kurtulamamıştı. Buradan hareketle bunlardan bir şey sorulunca Talmut ve Tevrat'tan akıllarında kalmış olan hikayeleri aktarırlardı. Bu yüzden tefsir kitapları bu çeşit nakillerle dolmuştu.
Hz. Ömer zamanında Müslüman olup, Ka'bu'l Ahbar, adıyla bilinen Ka'b b. Mani', sözü edilen Musevilerin en ünlülerindendi. Aynı şekilde, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti sırasında Müslüman olan Abdullah b. Selam b. el-Haris'te bu kişilerden birisidir. Bundan başka Sabilerden ve Mecüsilerden vs. milletlerden birçok kişi de lslam'ı kabul etmişti. Bunlardan bazıları oldukça önemli ve büyük makamlara çıkmıştı. Bu kişilerden bir sorun hakkında bilgi istenince, eski dinlerinden hafızalarında bulunan bilgileri aktarırlardı. Bunların en ünlüsü Vehb b. Münebbihti. Bu zatın büyükbabası, Yemen'i işgal eden Habeşlileri ülkesinden çıkarmak için, Iran hükümdarı tarafından söz konusu bölgeye gönderilen, yardımcı askeri kuvvetler içinde yer alan bir lranlıydı. Bu lranlılar Yemen'de yerleşerek çoluk çocuk sahibi olmuşlar ve "ebna" (oğullar) yani "lran oğulları" adıyla bilinir olmuşlardı. Sahabeden sonraki neslin önemli alimlerinden olan Tavus b. Keysan da bu lranlılardan birisiydi.
Yukarıda adı geçen Vehb'in, baba ve dedeleri lran dinlerine (Mecüsilik veya Zerdüştlük) bağlıyken Yemen'de Museviler arasında yerleşmişler, bunlardan Musevilerle ilgili birçok bilgi, gelenek ve görenek aktardıkları gibi, Habeşlilerle karıştıklarından dolayı bunlardan da Hıristiyanlıkla ilgili birçok şeyler öğrenmişlerdi. Sözü edilen Vehb b. Münebbih, Yunanca'yı da biliyordu. Bu sayede, gerek Yunanlıların, gerekse diğer ulusların yaşam, gelenek ve kültürlerini kolaylıkla öğrenmişler, ümmetlerin tarihi, Peygamber'in mücadeleleri, yaşamları, yönetim sistemleri ve hükümdarların hayat hikayeleri konusunda geniş bilgi sahibi ve otorite olmuşlardı. "lnsanlara indirilen kitaplardan 72 kitap okudum" sözü Vehb b. Münebbih'ten aktarılan sözlerden yalnızca biridir. Araplar bu zata çok güvenirlerdi. Her ne sorsalar hemen anında kafasındaki bilgilerden kendilerine ayrıntılı cevap verirdi.
Bu nedenle, lslamiyet'in ilk asırlarında yazılan tefsir kitapları, bu çeşit birçok bilgi içermektedir. Bu bilgiler, Arap Yarımadası veya çevresinde yayılmış dinlerden aktarılan bilgilerden oluşuyordu. Nitekim daha önce Hıristiyanlık da ilk asırlarında bu gibi olumsuz durumlarla karşılaşmaktan kurtulamamıştı. Öyle ki, Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı ilk yüzyıllarda, din adamları ve ileri gelen temsilcilerin tüm gayretlerine rağmen dine yeni girmiş olan putperest milletlerin inanç, adet, gelenek ve kültüründen kurtulmak mümkün olamamıştır.
Ancak daha sonraki dönemde, dil bilimlerinin geliştirilmesiyle, Müslümanlar bu ilimlere büyük önem vermişler, mantık ve felsefe kitaplarından yararlanarak, bilimsel çalışmalarda delil ve kıyas arama, iç ve dış tenkit metodunu öğrenmişler ve kullanmaya başlamışlardır. Tefsir kitaplarını bu ölçülerle gözden geçirmişler, rivayetlerini ciddi, esaslı, araştırma ve incelemelere tabi tutarak, akıl ve mantığa uygun bir biçime sokmuşlardır. Bu şekilde araştırma ve incelemelerde bulunan kişilerin en ünlüleri, lbn Atiyye, Kunübi ve "Keşşaf' adlı ünlü tefsirin yazan Carullah Zemahşeri vd.'dir.
Tefsirle ilgili alanlarda yazılmış eserlerin sayısı oldukça çoktur. Keşfu'z-Zunun yazarı, kitabında 300'den fazla tefsir kitabı kaydettiği halde, bu kitaplarından sadece bir kısmını belirttiğini söylüyor. Bundan da anlaşılıyor ki, tefsirle ilgili yazılan kitaplar yukardaki sayıdan oldukça fazlaydı.
Hadislerin Toplanması ve Yazılması
Kur'an-ı Kerim'i her yönüyle iyice anlamaya çalışan Müslümanlar, bu çabalarının bir gereği olarak, Allah'ın kitabını en doğru şekilde anlamak maksadıyla, Kur'an-ı Kerim'in en güzel yorumunu ve açıklamasını yapan Hz. Peygamber'in sözlerini de toplamışlardır. Bunlara Peygamber'in hadiseleri ve sünneti adını vermişlerdir. Hadis-i şerifleri Peygamber'in ağızından ilk işitenler sahabelerdir. Bunlar Hadis-i şerifleri ezberleyerek, ayetlerden birinin anlam ve yorumunda veya taşıdığı hükümlerin birinde anlaşmazlığa düştüklerinde, konunun açıklanması ve çözümü için hadislere müracaat ederlerdi. Daha sonra lslam fetihlerinin genişlemesine paralel olarak, ashab-ı kiram da lslam memleketlerinin her köşesine dağıldılar. Bu dönemde hadisler henüz yazılı hale getirilmemişti. Sahabenin ezberinde korunuyordu. Her bir sahabenin kafasında ve zihninde çeşitli hadisler vardı. Hatta içlerinden bazıları, kendilerinden başka kimsenin işitmediği hadisleri de biliyorlardı. Bu nedenle örneğin bir hadis öğrencisi, Mekke, Medine, Basra, Küfe, Rey, Mısır vs. yerlere seyahat ederek bu sahabeleri ziyaret edip, bildikleri hadisleri toplamaktan başka bir yolla, doğru ve güvenilir bir biçimde öğrenemezdi. "llim için seyahati göze alma" tabiri buradan kaynaklanmıştı. Bununla birlikte, ilim öğrenmek uğrunda uzun ve zahmetli seyahati göze almak metodu, ilk kez Müslümanların icat ettiği bir yöntem değildi. Bu metot ulaşımın ve haberleşmenin azlığından veya güçlüğünden dolayı ilk zamanlarda da biliniyordu. Yunan tarihçilerinden Heredot ve Yunan coğrafyacılarından Strabon vs.'nin yaptıkları gibi eski devirlerde tarih veya coğrafyaya ait malumat toplamak isteyen biri uzak yerlere kadar yolculuk yapmak zorundaydı.
Müslümanlar yalnızca Peygamber'in hadislerini öğrenmek ve toplamak için değil, diğer bilimsel ve kültürel faaliyetler için de seyahati göze alıyorlardı. lslami dönemlerde lslam ülkelerinde yaşayan Hıristiyanlar, dini ilimler konusundaki eğitimlerini tamamlamak amacıyla, çeşitli Rum şehirlerine seyahat ediyorlardı.
Hadis Uydurma
Özellikle, Hz. Osman'ın bir suikast sonucu şehit edilmesinden sonra, ortaya çıkan fitne ve karışıklık devrinde Müslümanlar, halife seçiminde anlaşmazlığa düştükleri ve birden fazla halife adayı belirdiği zaman, bu adayları destekleyen her grup kendi iddialarının doğruluğunu kanıtlamak ve güçlendirmek için, delil bulmaya ve hadis çıkarmaya çalışıyordu. Hatta bazı aşırılar, herhangi bir sözü desteklemek, güçlendirmek veya bir davayı kanıtlamak için bir hadise gerek duyarsa, duraksamaksızın bir hadis uydurup söylerlerdi. Buna benzer durumlar söz konusu anarşi ortamında iyice artmıştı. Örneğin sahabeden sonra gelen neslin en ünlülerinden Mühelleb b. Ebi Safra, Hariciler aleyhine Müslümanları teşfik etmek için kendi kafasından hadisler uydurmakla bilinen kişilerden biriydi. Bununla beraber Mühelleb dirayet sahibi, iyilik düşünür, namuslu bir zat idi. Müslümanlar da bu hadislerin uydurma olduğunu biliyorlardı. Bununla birlikte, bu zatın iyi niyetine güvendiklerinden ve böyle bir araca başvurmasını bir savaş hilesi saydıkları için bundan dolayı kendisini mazur görürlerdi. Çeşitli amaçlar uğrunda Mühelleb gibi asılsız hadis uyduran başka kişiler de vardı.
lslam idaresinin ilk kuruluş yıllarından itibaren, halifelik konusunda hadisin büyük bir etkisi görüldüğünden, özellikle halifeliğin şartları ve meşruiyeti konusuyla ilgili olarak, herkes asılsız hadis uydurmada nerdeyse yanşıyordu. Daha önce belirtildiği üzere Hz. Peygamber vefat ettiği zaman, halifelik meselesinde Müslümanlar; "muhacirler ve ensar" olarak ikiye bölünmüş ve her iki taraf da kendini halifelik iddiasında haklı saymıştı. Özellikle Ensar adı verilen Medineli Müslümanlar, bu konudaki iddialarında ısrarcı da olmuşlardı.
Öyle ki, anlaşmazlık oldukça nazik bir noktaya gelmişti. Sonunda Hz. Ebubekir "imamlar Kureyş'ten olur" Hadis-i şerifini söyleyince herkes susmuştu. Böylece Kureyş'ten olmayan Ensar ısrarını bırakmak zorunda kalmış ve halife olarak Kureyş'in ve muhacirlerin büyüğü Hz. Ebubekir kabul edilmiş ve kendisine biat edilmişti.
Bu kadar önemli bir konuda, tek bir hadis bile bu kadar etkili olunca, fitne ve anarşi dönemlerinde, her biri bir tarafı destekleyen fırka ve grupların rakiplerini ikna etmek ve halk arasında destekçi ve taraftar bulmak amacıyla, hadislere ne kadar muhtaç olacaklarını bununla kıyaslayabilirsiniz. Fetihlerle birlikte ortaya çıkan hukuki durumları vs.'yi belirlemek, ahirzamanda gelmesi beklenen kurtarıcı "Mehdi"nin sıfat ve alametleri ile, ne zaman ortaya çıkacağını bilmek, idari işler, yargı, kanun ve yönetmelikler koymak için de hadislere büyük ihtiyaç duyuluyordu. 7. Abbasi halifesi el-Me'mün, "mut'a"yı (belirli bir süre için yapılan anlaşmalı evlilik ve nikah) kabul etmek ve kanunlaştırmak istediği zaman, kendisini bu karardan çeviren ve caydıran, sadece ona gösterilen bir Hadis-i şerif idi.
Tüm bu açıklamalar göz önüne alındıktan sonra; servet, ikbal, makam ve menfaat düşkünü bazı kişilerin, hadis adına kendi kafalarından sözler uydurup yaymalarını çok da garip görmemek gerekir. Böyle doğru olmayan hadis uyduran ve yayan birkaç kişi lslam tarihi kaynaklarında da belirtilir. Bunların en ünlüleri; Medine'de lbn Ebi Yahya, Bağdat'ta daha önce sözünü ettiğimiz Vakidi'dir. Horasan'da Mukatil b. Süleyman ve Şam'da Muhammed b. Said olmak üzere 4 kişiydi. Bu gibi hadis ravileri birçok kez bir sıkıntıya düştükleri zaman yaptıkları yalan ve iftirayı itiraf etmekten de çekinmezlerdi. Nitekim Kufe'de muhaddisken Küfe valisi Muhammed b. Süleyman tarafından H. 153 yılında öldürülmesi emrolunan lbn Ebi'l-Avca, herhalde idam olunacağını anlayınca Allah'a yemin ederim ki 4000 (dört bin) hadis uydurdum. Bunlarla helali haram ve haramı helal gösterdim. Oruç tutmanız lazım olan günde size oruç açtırdım. Oruç açmanız gereken zamanda ise size oruç tutturdum" diyerek suçunu itiraf etmişti.
Ahmet Cubyari, lbn Ukkaşe-i Kirmani, lbn Temim Faryabi de doğru olmayan hadisleri aktaranlardandı. Sehil; "Bu üç adam kendilerinin uydurduğu 10.000 (on bin) hadis rivayet etmişlerdir." diyor. Sünnilerce muteber olan hadislerle, Şiilerce muteber olan hadisler arasında görülen· fark işte bu gibi sebeplerden doğmuştu.
Ancak daha sonra fitne ve karışıklık son bulup da, Müslümanlar hadisler üzerinde bilimsel araştırma ve incelemelere başlayınca, sahih olmayan hadislerin etrafa yayıldığını görerek, doğru olanlarını, yanlışlardan ve uydurma olanlardan ayırmakla uğraşmışlar ve bu konuda birçok eser yazmışlardır. Bu kitaplarda hadisler konusunda bilgi vermekle birlikte, hadisleri güvenilirlik derecelerine göre sınıflara ayırarak adlandırmışlardır. Hadislerin rivayeti en baş halkadan sona kadar bağlantılı olabildiği gibi ortada bazı rivayetçilerin ismi bilinemeyerek kesilmiş de olabilir. Bazılarında isnadlar sağlam olabildiği gibi, bazılarında zayıf bulunabilir. Hadis-i şerifler bu ve benzeri noktalar göz önüne alınarak sınıflara ayrılmış ve çeşitlerine göre sahih, hasen, zayıf, mürsel, münkatı, mudill, şaz, garib vs. gibi isimler verilmiştir. Ayrıca, hadisleri aktaran ravilerin okuma, yazma, değişme veya icazet yöntemleriyle hadisleri, birbirlerinden nasıl rivayet edebilecekleri ve bu rivayetlerin dereceleri, usul ve kurallara bağlanmıştır.
Hadis isnadı
Yukarıda açıklandığı gibi, sahih ve güvenilir olmayan birtakım hadislerin ortaya çıkışı, hadis ilmine daha fazla önem verilmesine ve hadis rivayet ve ravileri hakkında titiz davranılmasına neden olmuştu. lslamiyet'in ilk devirlerinde naklin doğruluğu, ancak ezberle ve ezber olanları da, teselsül yolu ile asıl kaynağına isnad ile mümkün olabilirdi. İşte buna "isnad metodu" denilmiştir. Bu metot veya usul, işin başlangıcında örneğin "filan zat, filan zattan bize şunu bildirdi, veya haber verdi. Veya yazdırdı" şeklinde kısayken daha sonra ravi zinciri uzayınca silsile şekline gerek görülerek bu isnat silsilesi "filan zat, filan zattan ve filan zat filan zattan ve filan zatta filan zattan nakille diyor ki; bu son filan zat, filan zatın şunu bunu söylediğini işitmiştir" şekline girmiştir. Bunun sonucunda filan ile belirttiğimiz hadisçilerden güvenilenleri güvenilmeyenlerden ayırabilmek için hadisçilerin sınıfları (tabakat) hakkında araştırma ve inceleme yapılmasına gerek görülmüş ve hadisçiler sınıflara ayrılmıştır. Sahabe-i kiram, tabiün ve tabiündan sonra gelenler, içtihat derecesine ulaşmış olan alimler, yani müçtehitler, hadisleri toplama ve ezberlemekle meşgul olanlar, hadis nakilcileri, hadis şerhçileri vs. derece derece sözü edilen sınıf veya tabakayı oluşturuyorlardı. Muhaddisler ve bunlardan hadis rivayet edenlerin sınıflarıyla ilgili birçok kitap yazılmıştır.
Her ülke halkı bu isnad metodunda, diğer ülke halkından farklı bir yol takip etmiştir. Hicaz halkı, ravilerin adalet ve zaptlarıyla ilgili nakil şartlarında çok fazla dikkat ve özen gösterdiklerinden, bu konuda takip ettikleri yol diğer bölgelerin metodundan daha sağlam kabul edilir. Bunların sahabeden sonra sened ve mutemedleri, Medine-i Münevvere'nin büyük alimi olup hicri 179 yılında vefat eden lmam Malik ve ondan sonra lmam Şafi' ve lmam lbn Hanbel ve onların arkadaş ve öğrencileri olan kişilerdi. lmam Malik, Hadis-i şerifleri kitap şeklinde yazan ve toplayan ilk kişidir. Kendisi Hicaz metoduna göre "muvatta' " adlı kitabını yazarak, çağdaşlarının ve dostlarının kabul etmiş oldukları doğru hadislerden şer'i hükümlere ait olanları toplayarak fıkıh bölümleri halinde düzenlemiştir. Diğer bir rivayete göre hadisle ilgili ilk kitap yazan kişi lbn Cüreyc'dir. lmam Malik'ten sonra, hadis hafızları, ehl-i hicaz ve Irak ile diğer hadisçiler arasında kaydedilmiş olan çeşitli yol ve isnadların kayıt ve öğreniminde önem ve özen göstermişlerdir. Daha sonra kendi çağlarında hadisçilerin imamları olan Muhammed b. ismail Buhari zuhur edince rivayet dairesini genişleterek Hicaz, Irak ve Şam ekollerinin yöntemlerini birleştirmiş ve hadisleri "cami'-i sahih" adındaki eserinde, fıkıh bölümlerine göre düzenlemiştir. Daha sonra imam Müslim b. Haccac Kuşeyri, Müsned-i Sahih'ini yazmıştır. "Sahihayn" (iki sahih) adı verilen bu iki kitaba halk son derece güvenmiştir. Daha sonra hadisçilerden diğer bir tabaka daha yetişerek lmam Buhari ve lmam Müslim'in metodlarından daha geniş bir yeni yöntemle, yazdıkları kitaplarında gerek en yüksek derecede güvenilir bulunan sahih hadisleri ve gerekse bu dereceye ulaşamayan ikinci derecede güvenilir olan hasen hadisleri vs.'yi zikretmişlerdir. Bunun sonucunda yazdıkları kitapların isimleri aşağıda kaydedilen ünlü "kütub-i sitte" (6 takım kitap) ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi hicri 256 yılında vefat eden imam Buhari, ikincisi H. 261 yılında Nişabur'da vefat eden lmam Müslim, üçüncüsü H. 275 yılında Basra'da vefat eden Ebü Davut Sicistani, dördüncüsü H. 279 yılında Tirmiz'de vefat eden Ebü lsa Tirmizi, beşincisi H. 303'te vefat eden Abdurrahman Nesei, altıncısı H. 385 yılında Bağdat'ta vefat eden Darekutni'dir.
Hadis ilmi bu şekilde düzenli bir ilim haline getirilince bununla uğraşanlar, ana kitapları tashih, yazarlarından nakil, rivayetleri zapt etmeye çalışırken hadis metodolojisi ilminde belirtilen kuralları uygulayarak, isnad konusuna özen göstermeye çaba göstermişlerdir. Örneğin hadis-i şerifleri yöntem ve kuralına göre öğrenen bir zat, Buhari vs. gibi hadis imamlarından birine dayandırıncaya kadar naklinin doğruluğunu hadisi filan zattan öğrendim. Filan zat filan zattan öğrendi. Filan zat da Buhari'den veya diğer bir muteber muhaddisten öğrendi" şeklinde tanımlardı. Diğer bir örnek olmak üzere; lbn Hallikan, Buhari'nin "Sahih"ini nasıl okuduğunu şu şekilde anlatıyor: "Sahih-i Buhari'yi Erbil şehrinde H. 621 yılında güvenilir, iyi ve dürüst insanlardan biri olan Şeyh Ebu Cafer Muhammed b. Hibetullah'tan okudum. Bu zat Buhari'yi 553 yılının Rebiu'l-Evvel'inde Bağdat'ta Nizamiye Medresesi'nde Şeyh Ebu'l-Vakt'dan okudu. Şeyh Ebu'l-Vakt de, Buhariyi 465 yılının Zilkadesinde Ebü'l Hasan Abdurrahman b. Muhammed b. Muzaffer Davudi'den okudu. Bu zat da Buhariyi H. 381 yılının Safer ayında Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmet'ten okudu. Ebu Muhammed de, 316 yılında Ebu Abdullah Muhammed b. Ebu Yusuf'tan okudu. Bu da bizzat kitabın yazarı olan hafız Ebu Abdullah Muhammed b. lsmail Buhari'den, biri hicri 268 diğeri, H. 252 yıllarında olmak üzere iki kez okudu. Hepsine de Allah rahmet eylesin." Müslümanlar meşhur olduğu üzere bu isnad metodunu, hadis dışında tarih ve edebiyat gibi diğer nakle dayalı bilimler içinde uygulamışlar ve lslami bilimlerden birçoklarının araştırma ve incelenmesinde diğer memleketlerde veya diğer milletlerde örneği görülmeyen bir tarzda "zincirleme isnad" yolunu tutmuşlardır. Bu bilimlerden herhangisinde uzman olursa olsun, bir alimi zikrettikleri zaman o alimin kimden ilim öğrendiğini, o ilmin kurucusuna varıncaya kadar hocalarını, zincir şeklinde birbiri ardınca, isimlerini belirterek sayarlardı. Örneğin, lbn Hallikan, Fahreddin b. el-Hatib'in hayatını anlatırken "Fahreddin, usul ilmini babası Ziyaüddin'den, Ziyaüddin de Kasım Süleyman b. Nasır Ensari'den, bu da lmamü'l-Haremeyn Ebu'l- Meali'den, bu da üstad Ebu lshak'tan bu da, Şeyh Ebu'l-Hasan Bahili'den, bu da Şeyh-i sünnet, Ebu'l-Hasan Eşari' den okumuşlardır. Ebu'l Hasan Eşari işin başında bu ilmi, Ebu Ali Cübbani'den öğrenmişken onun mezhebinden ayrılarak, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebine geçmiş ve bu mezhebin savunucusu olmuştur" diyerek bu isnadın biçimini ve zincirini göstermiştir.
Hadislerin Sayısı
Yukarıda açıkladığımız nedenlerden dolayı hadisler çoğalınca sayısı yüz binlere ulaşmıştı. Rivayete göre lmam Ahmet b. Hanbel, 150.000'i senet ve metinlere dayalı olmak üzere 1 milyon hadis rivayet etmiştir.
Hadis imamlarından Yahya b. Muin, "Kendi elimle 600.000 hadis yazdım" diyor. Bu bilgileri veren zat "Muhaddislerinde kendisine 600 bin ve bunun dışında da 600 bin hadis yazdıklarını zannediyorum" görüşünde bulunuyor. Yahya, 100 kitap mahfazası dolusu kitap bırakmıştır. Hadise ait müsned-i sahih kitabı sahibi lmam Müslim, bu kitabı işittiği hadisler içinde yer alan 300 bin hadis arasından seçerek çıkarmıştı. lmam Buharı, "Sahih kitabını 600 bin hadisten kaleme aldım" demiştir. Hadislerin ne kadar çok olduğunu buna göre kıyaslayınız. Sahih olarak imamlarca kabul olunan Hadis-i şeriflere gelince; bunların sayısı sözü edilen sayılardan çok azdır. Hatta rey' ve kıyas taraftarı olan kişiler ve özellikle onların piri lmam Ebu Hanife, sahih hadislerin az olduğu görüşünü savunmuştur. lmam Ebu Hanife'ye göre sıhhatinde hiç kuşku olmayan hadislerin sayısı 17'den ibarettir. lmam Malik'e göre de sahih hadisler 300 den fazla değildir. Sahih-i Buhari kitabı 3 bini tekrar olmak üzere 9200 hadisi toplamıştır. lmam Ahmet b. Hanbel'in Müsned'inde 50 bin hadis vardır.
Fıkıh ve Kaynakları
lslamiyet, zamanla güçlenip devlet biçimini aldığı zaman, idareciler, kişisel durumlar ve uygar ilişkilerde, halk arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözmek ve ülke düzenini kurmak için, yeni kanunlar koymak zorunda kalmışlardır. Bunun için de ilk iş olarak, Kur'an-ı Kerim'e ve hadislere başvurmuşlar, bunlardan çıkardıkları hükümlerden oluşan kanunlarla ülkeleri yönetmişler ve halk üzerindeki hakimiyetlerini güçlendirmişlerdir. Büyük devletlerde bu şekilde kanun ve nizamlar koymak kuşkusuz, doğal bir yöntemdir.
Yunanlılar kısa bir müddet dışında, büyük bir devlet kuramadıklarından devlet kanun ve kurallarına, idari ve adli işlere çok fazla önem vermemişlerdir. Daha çok fikri faaliyetler ve felsefe vs. ile uğraşmışlardır. Romalılar ise, lslam'dan sonra Arapların ülkeleri nasıl genişlemişse, bunların toprakları da böylece genişleyerek hakimiyetleri her tarafa yayılıp, büyük ün ve kudret sahibi olduklarından, durumun gereği olarak birçok kanun ve nizam koymaya mecbur olmuşlardır. Bununla birlikte, Romalılarda kanun yapımı ve uygulanması, devlet kurmalarından ancak birkaç yüzyıl sonra, M. 533 yılında ünlü kanun koyucusu jüstinyen (Justinianos) zamanında tamamlanabilmişti. Bu kanunlar Latin, Sabin ve Roma'ya bağlı olan diğer milletlerden zamanla toplanan ve gelen birtakım adet ve inanışlardan ibaretti. Yavaş yavaş toplanan bu adet, gelenek ve kültür, jüstinyen'in zamanında mükemmel bir kanun mecmuası biçimine sokulmuştur.
Müslümanlar ise kanun hükümlerini Kur'an-ı Kerim ile Hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Müslümanların lslamiyet'in doğuşundan itibaren, gerek Kur'an-ı Kerim'i gerek hadis-i şerifleri ezberleme ve öğrenmeye ne kadar önem verdiklerini daha önce belirtmiştik. Buna dayanarak lslam'ın doğuşundan daha iki üç asır geçmeden lslami kanun ve nizamlar, iyice geliştirilerek mükemmel hale getirilmiş ve bunun sonucunda "fıkıh" (lslam hukuku) ilmi oluşturulmuştur. Fıkıh, dünyanın en yüce kanun hükümlerini içine alır. Müslümanlar nasıl büyük bir hız ve gayretle devletlerini kurmuş ve dinlerini yaymışlarsa, hukuk konusunda da aynı başarıyı göstermişler ve kısa bir süre içinde hukuk sistemlerini kurmuşlardır.
Kur'an-ı Kerim'in lslam fıkhının esası olduğunu, Hz. Peygamber zamanında Müslümanların Kur'an hükümlerini, bizzat Peygamber'den öğrendiklerini, Hz. Peygamber de o hükümleri onlara sözlü olarak açıklayıp belirttiğini, bu nedenle ayrıca bir araştırma yapmaya ve örnek aramaya gerek görülmediğini daha önce göstermiştik. Hz. Peygamber vefat edince sahabe her konuda kitap ve sünnete başvurmaya mecbur olmuştur. Bunun üzerine kurra (hafızlar) ilk lslam fakihleri veya şeri'atın temsilcileri makamında görüldükleri için, fetva ve diğer hükümlerde bu kişilere başvurulmuştur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, o dönemde okuma yazma bilenlerin sayısı çok azdı. Daha sonra lslam devletinin hudutları genişleyerek, kültürel faaliyetlerin artması sonucunda, okuma yazma bilmeyenlerin sayısı azalmaya başlamış, fıkıh da gelişmiş, bir ilim ve sanat haline ulaşmış, bu ilimle uğraşanlara kurra yerine fukaha (fakihler) ve ulema (alimler) adı verilmiştir.
Fukahi (İslam Hukukçuları)
Şu durumda, lslamiyet'te ilk hukukçular; ilk sahabeler ve bunların başında gelen Raşid Halifeler'dir. Bunlardan sonra ilk hukukçular, aşere-i mübeşşereden (cennetle müjdelenen 10 kişi) Abdurrahman b. Avf, sahabeden Übey b. Ka'b, Abdullah b. Mes'ud, Muaz b. Cebel, Ammar b. Yasir, Huzeyfe, Zeyd b. Sabit, Süleyman Ebu'd-Derda ve Ebu Musa el-Eşari gelir. Daha sonra fetva ve fıkıh, sahabeden sonraki nesil olan tabiun nesline geçmiş ve bunlar arasından özellikle yedi kişi, lslam hukuku konusunda şöhret bulmuştur.
Söz konusu yedi kişi şunlardır: Said b. Müseyyeb, Ebu Bekir b. Abdurrahman, Kasım, Ubeydullah, Urve, Süleyman, Harice.
Bazı tarihçiler, bu isimlerin bazılarını değiştirmişler ve bu hukukçuların sayısını ona kadar çıkarmışlardır. Geniş lslam coğrafyasında, lslam hukuk bilgisi bu büyük hukukçular aracılığıyla yayılmıştır.
lslam'ın başlangıcında fıkıh, kıraat, tefsir, hadis hepsi tek bir ilimden ibaretken daha sonra bu bilimler değişik dallara ve bölümlere ayrılarak, her biri bağımsız birer ilim dalları haline getirilmiştir.
Fıkıh bu şekilde ayrı bir bilim olunca, yukarıda görüldüğü üzere bununla uğraşanlara fukaha adı verilmiştir. Fukaha tarafından verilen fetvaların görevden alma veya görevlendirme, idam ve af gibi önemli işleri kapsamasından dolayı fukahanın, yani lslam hukukçularının lslam devletlerinde yer ve etkileri oldukça büyüktü. Emeviler zamanında fıkıh konusunda görüşüne başvurulan kişiler Medine alimleriydi. Emevi halifeleri bunların onayını almadan önemli bir işe kalkışmazlardı. Emeviler Arap ırkçılığında oldukça katı ve tutucu olduklarından Arap olmayanlara aşağılayıcı bir gözle bakarlardı. Medine halkı Ehl-i Beyt taraftarı bulundukları ve Emevilerin halifeliğini haksız gördükleri halde, yine Emeviler Araplığa taraftar olmak açısından bunların gönüllerini okşamaya ve kendilerini memnun etmeye çalışıyorlardı. Özellikle Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz gibi büyük halifeler bu konuda daha da dikkatliydi. Ömer b. Abdülaziz Medine alimlerinin görüşünü almadan hiçbir önemli iş hakkında karar vermezdi. Daha sonra halifelik Abbasilere geçince 2. Abbasi halifesi Ebu Ca'fer el-Mansur Arapların yönetimdeki önemini azaltarak, devletin desteği ve yöneticileri olduklarından İranlıları ön plana çıkarmak isteyince, Müslümanların Mekke ve Medine ile olan bağlarını kesmek amacıyla, yaptığı gayretlerinden biri olarak, hacc yerine geçirilmek üzere lrak'ta "kubbe-i hadra" (yeşil kubbe) adını verdiği bir bina inşa etmiş ve denizden Mekke ve Medine'ye gönderilen erzakı da kesmişti. O sırada Medine alimi ve fakihi ünlü lmam Malik idi. Medine halkı lmam Malik'e başvurarak, kendisinden bu konudaki görüş ve düşüncesini sorunca Ebu Ca'fer el-Mansur'un halifelikten indirilmesi için fetva verdi. Bunun üzerine Medine halkı Ebu Ca'fer el-Mansur'u halifelikten indirerek Hz. Ali'nin soyundan Muhammed b. Abdullah'a biat ettiler (H. 145). Muhammed b. Abdullah, kısa sürede bir çok taraftar kazanarak büyük bir güç haline geldi. Ebu Ca'fer el-Mansur, kendisine rakip çıkan bu zat ile uzun süre savaştıktan ve birçok sıkıntı ve mücadeleden sonra, zoraki galip gelebilmiştir.. Medine halkı bu tarihten sonra istemeden, gönülsüz olarak Ebu Ca'fer el-Mansura biat etmek zorunda kalmıştır. Oysa lmam Malik, Abbasilerin halifeliği aleyhindeki görüşünde ısrar ediyordu. O sırada Medine valisi bulunan Ebu Ca'fer el-Mansur un amcası Ca'fer b. Süleyman, İmam Malik'in bu karşı görüş ve ısrarını haber alınca çok öfkelenmiş ve imamı yanına getirterek soyduktan sonra ona dayak atmış ve omuzunu yerinden çıkarmıştır.
Rey ve Kıyas
O tarihe kadar Kur'an ilimleri Irak ve lran'da yayılmış ve bu iki bölge halkından lslam hukuku alanında otorite sahibi büyük alimler yetişmiştir. Ancak bu alanda Medine halkını görmemezlikten gelmeye de imkan yoktur. Çünkü Medine halkı hadislerin ezberlenip korunması ve Kur'an konusunda, geniş bilgi sahibi ve herkesten daha güvenilir kişilerdi. Özellikle Irak bölgesinde hadis çok az biliniyordu. Oralarda Arapların dışındaki Müslümanların çoğunluğu, İranlılardan oluşuyordu.
Bunlar eski ve köklü medeniyetler kurmuş milletlerden oldukları için Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i şeriflerden fıkıh hükümlerini çıkarmada akli kıyası kullanmışlar ve bu konuda Medine alimlerinin tuttuğu, gelenekçi yol ve yönteme muhalefet etmişlerdir. Çünkü Medine alimleri "taklid" ile yetinirler kıyasa başvurmazlardı. Abbasi halifelerinden Ebu Ca'fer el Mansur, özellikle lmam Malik tarafından halifelikten indirilmesi konusunda fetva verildikten sonra Medine halkını ve hukukçularını halkın gözünden düşürmek isterdi. Bu konuda harcadığı çabalardan biri olarak, kıyas taraftarı olan Irak fakihlerine büyük destekte bulunmuştur. O tarihte Irak fakihlerinin büyüğü imam Ebu Hanife (Numan b. Sabit) idi. Kufe'de yaşıyordu. Ebu Ca'fer el-Mansur lmam Ebu Hanife'yi Bağdat'a davet ederek kendisine hürmet ve saygı gösterip mezhebine yardım ve destek verdi. lmam Ebu Hanife ne Arapları ne de Arapça'yı severdi. Hatta Arap kurallarına uygun konuşup okuyamaz ve buna da önem vermezdi. Bu yüzden Ebu Ca'fer el Mansur'un mabeyncisi (hacibi) Rebi lmam Ebu Hanife'ye karşı gelirdi. Çünkü Rebi Arap soyundan geliyordu ve lranlıları sevmiyordu. Rebi'in oğlu Fazıl, Bermekilerin görevden alınıp cezalandırılması için çalışan kişiydi.
Ebu Ca'fer el-Mansur, lmam Ebu Hanife ile taraftarlarına destek verince lmam Malik de kendi mezhebine daha fazla yapıştı. Hadis üstadı olan Hicaz alimleri kendisine bağlandı. Bunun üzerine fakihler, biri "ehl-i hadis" diğeri "ehl-i rey ve kıyas" olmak üzere iki gruba ayrıldılar. Birinci grubun başkanı lmam Malik idi. Taklid ehli olan Hicaz alimleri ile lmam Şafi'nin taraftarları, Süfyan-ı Sevri'nin taraftarları, lmam Ahmet b. Hanbel'in taraftarları vs. lmam Malik'e bağlı olanlardandı. Bunlara "erbab-ı hadis" adı verilmişti. Çünkü bunlar hadis-i şeriflerin ezberlenmesi ve hükümleri, ayet ve hadisler, yani "nasslar" üzerine bina etmeye önem verirlerdi. Bir haber veya bir eser mevcut olunca açık veya gizli kıyasa başvurmazlardı. lmam Şafi'nin "Mezhebime aykırı bir nass görürseniz, o nass ne ise benim de mezebim odur" sözleri kendisinin ne dereceye kadar bu mezhebe bağlanmış olduğunu gösterir. Ehl-i rey ve kıyası; lideri ve reisi lmam Azam Ebü Hanife ile öğrenci ve arkadaşları olan diğer Irak fakihleri oluşturmaktaydı. Muhammed b. Hasan, Kadı Ebü Yusuf, Züfer b. Hüzeyl, Hasan b. Ziyad, lbn Semaa, Ebü Muti', kadı Afiye vs. bu gruba mensuptu. Bunlar "rey ehli" adı ile bilinmişlerdi. Çünkü bunlar, yeni olayların tamamı konusunda açık ve kesin, ayet ve hadisler bulunmadığından böylece açık olmayan hükümlerle, hakkında ayet ve hadis olan kesin hükümler arasında bir benzerlik arayarak, birbirleriyle kıyas ve karşılaştırma yapıp yeni hükümler çıkarılmasını uygun bulurlardı. Hatta bu mezheb taraftarları "kıyas-ı celi"yi (açık kıyası) nasa tercih ederdi.
lmam Malik'ten sonra onun mezhebi taraftarlarından olan Muhammed b. ldris el-Şafi', fıkıh konusunda sivrildikten sonra, Irak bölgesine gitti. lmam Ebü Hanife'nin öğrencileriyle görüştü. Onlardan birçok şey öğrendi. Hicaz ehlinin yolu ile Irak ehlinin yolunu ve mezheblerini birleştirerek, yeni bir mezheb kurdu. Çok yerde lmam Malik'e muhalefet etti. Daha sonra lmam Ahmet b. Hanbel ortaya çıktı. O da büyük hadisçilerdendi. Gerek kendisi gerek öğrencileri hadis ilminde geniş bilgi sahibi oldukları halde imam Ebü Hanife'nin öğrencilerinden hadis okuyarak ayrı bir mezheb kurdular. Bu dört imam tüm ümmetin ve milletin saygı ve sevgisine mazhar oldukları gibi, bunların dışında kalan diğer imam ve mezheblerin takipçileri de kaybolduğundan, her yerde Müslümanlar, adı geçen dört imam tarafından kurulan dört mezhebe bağlandılar. O tarihten itibaren ictihad kapısı kapandı. Bilindiği gibi bu dört mezheb; Hanefi, Maliki, Hanbeli ve Şafi adlarıyla bilinir.
Alimlerin Halifeler Yanındaki Mevkileri
lslami bilimlerden söz ettiğimiz giriş kısmında da belirtildiği gibi, alimlerle işaret edilmek istenen kişiler hadis, Kur'an ve fıkıh ilimleriyle uğraşan uzmanlardır. Bu bilimlerin halifelerin gözünde ne kadar önemli bir yer tuttuğunu daha önce belirtmiştik. Bundan dolayı halifeler, fakihler, hadisciler, dindar ve dürüst alimlere aşırı derecede saygı ve ikramda bulunurlardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Emevi halifeleri Medine alimlerine danışmaksızın önemli bir konu hakkında karar vermezlerdi. Adalet ve hakkı yaymak için ne gibi yollar ve araçlar kullanılması gerektiğini onlardan öğrenirler ve yardımlarını isterlerdi. Örneğin dürüstlük ve dindarlığıyla ünlü olan halife Ömer b. Abdülaziz sahabeden sonra gelen neslin büyüklerinden olup, dindarlığıyla ünlü olan Hasan Basri'ye bir mektup yazarak "Bir halife ne yapmalıdır ki adaletli bir halife olsun?" diye sormuş ve Hasan Basri de ona bu konuyla ilgili ayrıntılı bir cevap yazıp göndermişti. Ömer b. Abdülaziz cevabı alınca bundan çok faydalanmış ve kişiliğiyle örnek bir halife olmuştu.
Halife Ömer b. Abdülaziz'in bu hareketi onun iyi işler yapma ve dindarlıkta çok ileri gitmiş olmasına bağlanır. Oysa bu yolda hareket yalnız bu halifeye has değildi. Doğru karar ve dehası ile ünlü olan ikinci Abbasi halifesi Ebü Ca'fer el-Mansür aynı harekette bulunursa buna ne dersiniz? Ebu Ca'fer el Mansur kendi oğlu Muhammed el-Mehdi'yi veliahd tayin ettikten sonra salih kişilerden Amr b. Ubeyd onun huzuruna girer. Ebu Ca'fer el-Mansur bu kişiye "Ey Ebu Osman! Bu, (yani Muhammed el-Mehdi) müminlerin emirinin oğlu ve Müslümanların veliahdıdır. Düşüncen nedir?" diye sormuştur. Amr "Görüyorum ki hakimiyeti kendisine hazırladınız. O halifelik makamına geçecektir. Ancak iyi kötü her ne yaparsa onun sorumluluğu da size aittir" cevabını verir. Ebu Ca'fer el-Mansur: "Ey Amr bana vaaz ve nasihatta bulun" deyince o da, Ebu Ca'fer el-Mansur'a birçok öğütte bulunur. Amr b. Ubeyd ölünce, Ebu Ca'fer el-Mansur onun hakkında birkaç beyt söyler. Böylece buna benzer olmak üzere Ebu Ca'fer el-Mansur bir gece Kabe-i Muazzama'da dolaşırken bir abid ve dindar kişinin dünyada zulüm ve baskı işkence ve karışıklığın ortaya çıkması ve yayılmasından yakındığını işitir. Ebu Ca'fer el-Mansur bu abid kişiden şikayetçi olduğu zulüm ve fesat hakkında bilgi isteyince, abid bu zulüm ve fesadın kendisinden yani Ebu Ca'fer el-Mansur'dan ve idaresinden kaynaklandığını açıktan açığa söyleyerek Ebu Ca'fer el-Mansur'a oldukça sert öğütlerde bulunur. Ebu Ca'fer el-Mansur bu sert öğütleri dinlemekten kaçmaz. Evzai, lbnü's-Sima, Süfyan-ı Sevri, Şebib b. Şeybe'nin; Ebu Ca'fer el-Mansur, Muhammed el-Mehdi ve Hadi'ye yaptıkları vaaz ve nasihatlar da bunlara benzer. Süfyan-ı Sevri'nin, Harunürreşid'e yönelttiği ve daha önce belirttiğimiz nasihat mektubuna müracaat olunabilir. Bu öğütler çoğu kez halifeleri duygulandırır ve gözlerini yaşartırdı. Çünkü halifeler, alimlere büyük saygı, hürmet ve ikramda bulunurlardı. O kadar ki, halifeler bu saygı ve hürmette ancak bir hizmetçinin efendisine yapabileceği ölçüde birbirleriyle yarışırlardı. Abbasi halifelerinden Reşid, büyük alimlerden Muaviye el-Darir'in ellerine su dökmüştü. İşin başlangıcında hürmet ve saygı fakihler ve hadisçilerle sınırlıyken daha sonra gramer bilginleri, dil bilginleri vs. bilim sahiplerini de içine almıştır. Söz konusu halife Harunürreşid, ünlü edebiyatçı ve dilcilerden Kesai ile, büyük hukukçulardan Muhammed b. Hasan'ı kendi huzurunda oturttuğu zaman, dışarı girip çıktıkça kendisi için ayağı kalkmak suretiyle, sıkıntı çekmemelerini söylerdi. Bu iki alim aynı günde Rey şehrinde vefat edince Reşid "lslam fıkhı ile Arap dilini Rey'de gömdüm" demiştir. Reşid'in oğulları Emin ile Me'mün, dil bilginlerinden Ferra'nın ayakkabılarını hangisinin çevireceği ve sunacağı konusunda anlaşmazlığa düşerler ve sonunda, her biri bir ayakkabıyı sunmaya karar vererek sorunu çözerler. Halifeler alimlere böyle ikram ve hürmette bulundukça, halk da bundan etkilenir, ibret alır ve onlar da alimlere saygı ve hürmette yarışırlardı. lmam Ahmet b. Hanbel vefat ettiği zaman cenazesinde 800.000 erkek ve 60.000 bin kadın bulunmuştu. Bu olay halkın alimlere ne derece büyük bir sevgi ve saygı gösterdiğine güzel bir örnektir. Abbasi halifelerinden Muktedi, ünlü Şafi alimlerinden Ebü lshak Şirazi'yi, Melikşah'ın katına gönderdiği zaman, bu zat her nereden geçmişse halk gruplar halinde geçtiği yollara koşarak ellerine, eteklerine yüz sürmeye koşar ve bunu uğur sayardı.
Dil Bilimleri
Nahiv (Sentaks)
Gerçekte nahiv, konuşan her insanın annesi kucağında, doğal bir şekilde öğrendiği bir şeydir. Çünkü insan konuşmayı öğrenirken nahvi de birlikte öğrenir. Nahvi bu şekilde öğrenemezse düşüncelerini ifade edemez. Bununla birlikte insan, yabancı bir dil öğrenmek isterse o yabancı dilin nahvini öğrenmesi o dilin anlaşılmasını da kolaylaştırır. Bu yüzden bir ulus, dil kurallarını düzenleyip bir bilim şekline koymadan önce uzun yüzyıllar boyunca konuşup, şiir söyleyerek vakit geçirebilir. Yunanlıların kendi dillerinin kurallarını kayıt ve düzenlemeye başlamaları ancak milattan önce 5. yüzyılda gerçekleşmiştir. Bu konuda ilk çaba harcayan kişi M.Ö. 411 yılında vefat eden Protagoras idi. Bu kişi özellikle isimler konusunda araştırmalar yapmıştır. Daha sonra yine aynı yüzyılda Prodicus eşanlamlı kelimelerden söz etmiştir. Daha sonra Aristo vs. Yunan nahiv bilimini tamamlamışlardır. Yunan nahvinin, Arap nahvinin geçirdiği tarihi devirlere benzer bir geçmişi vardır. Böylece Romalılar Latin dilinin sentaksında aynı yolda hareket ederek, kendi sentaks kurallarını ancak milattan önce birinci yüzyılda, Roma konsüllerinden Pompee zamanında düzenlemişlerdir. Romalılarda dilin sentaksı, Denys de Thrace tarafından Yunanlıların eserlerine dayanarak düzenlenmiştir.
Şu duruma göre, Yunanlılarda kendi dillerinde nahiv kurallarını düzenlemeden önce, aralarında birçok şair, hatip, edebiyatçı ve filozof yetişmişti. Homeros nahiv ve sarf (morfoloji) kurallarını okumaksızın llyada ve Odysseia'sını yazmış ve kural okumaması bu şaheserleri yazmasına engel olamamıştı. Çünkü Homeros'un dili doğal bir yetenekti. Bu yetenekle kural öğrenmeye gerek yoktu. Böylece dil bilgisi kurallarını koyup düzenlemeden önce, Eşiloz (Eschyle) tiyatro ve oyunlarını yazarak Yunanlıları o etkileyici diliyle adeta büyülemişti. Yine aynı dönemlerde Ferisides (Pherecide De Cyros) Anaksimendır (Anaximandre), Tales (Thales) gibi filozoflar yetişmişti. Romalılarda da aynı durum söz konusudur. Bunlarda da sarf ve nahiv kuralları düzenlenmeden önce birçok şair hatip ve edebiyatçı yetişmiştir.
Arap Nahvinin Düzenlenmesi
Yunanlılar ve Romalılarda olduğu gibi, Araplarda da benzeri dönemler yaşanmıştır. Araplarda da dil bilgisi kuralları düzenlenmeden önce birçok şair, hatip ve edebiyatçı yetişmiştir. Dil yeteneği onlarda da doğal bir yetenekti. Şiir söylemek ve etkili nutuklar atabilmek için kural öğrenmeye ihtiyaçları yoktu. Bununla birlikte, Araplar Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği anlamları korumak amacıyla, kendi dillerinin kurallarını koymaya ve düzenlemeye Yunanlılar ve Romalılardan daha önce başlamışlar, daha doğrusu mecbur olmuşlardır. Müslümanlar devlet kurduktan sonra, yarım asır geçmeden nahvin düzenlenmesi zorunluluğunu görmüşlerdir. Bize göre Araplar, Arap nahvinin düzenlenmesi konusunda Süryanilerin yöntemlerini kullanmışlardır. Süryaniler kendi dillerinin kurallarını milattan sonra 5. yüzyılın ortalarında kaydedip düzenlemişler ve bu bilimle ilgili kitaplar yazmışlardır. Süryanilerde dille uğraşan ilk kişi "müfessir-i kütüb" lakabıyla bilinen ve H. 460 yılında vefat eden Yakup Rehavi idi. Durumdan anlaşılıyor ki, Araplar lrak'ta Süryanilerle ilişkide bulundukları zaman onların dil bilimlerinden ve özellikle nahivleri konusunda etkilenmişler ve daha sonra kendi dil kurallarını koymak zorunda kalınca -her iki dil kardeş olduğu için- Süryani dilinin nahiv kurallarını, Arapça dili üzerinde uygulamışlardır. Arapların, lrak'ta Süryanilerle Keldani'ler arasında bulundukları bir zamanda Arap nahvini oluşturmaya başlamaları ve Arapça'da söz bölümlerinin (aksam-ı kelam) Süryani'cedeki bölümlerle aynı olması görüşümüzü güçlendirmektedir..
Arapların nahiv kurallarını oluşturma konusunda acele etmeleri, Islam fetihleri ve dini yaymadaki süratlerine ayak uydurabilme çabası neden olmuştur. Fetihler onları, Arap olmayan milletlerle karşılaştırmış, bu da Arap dilinin bozulmasına neden olmuştu. Halk artık Arapça kurallara dikkat etmeksizin yazıp konuşmaya başlamıştı.
Oysa Araplar, lslamiyet'in ortaya çıkışı sırasında Kur'an-ı Kerim nasıl okunuyorsa ona uygun bir kuralla konuşuyorlardı. Arapların dışındaki Mevali ve yabancılardan olduğu halde zamanla Araplaşmış kişiler böyle yapamıyordu. Bunlar önceleri, hatta Hz. Peygamber zamanında konuşurken de Arapça kurallarda birçok hata yapıyorlardı. Rivayete göre bir adam Peygamber'in huzurunda söz söylerken hareke hatası (lahn) yapmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber "erşidü ehakum fekad dall" (kardeşinize doğruyu gösterin o yanlış yapmıştır) buyurmuştur. Hz. Ebubekir "Lahin ile okumaktansa düşüp kırılmayı yeylerim" demiştir. Ancak, lslam toprakları zamanla genişleyip, Arap unsur her tarafa dağıldıktan sonra, dilde hata yapma oranı çoğalmış ve bu durumu gören valiler, şunun bunun ağzından işittikleri ve özellikle Kur'an-ı Kerim'in okunmasında gördükleri hatalardan iyice rahatsız olmuşlardır. Bu zorunlu ihtiyaçtan dolayı, dil kurallarını düzenleme konusunda yoğun bir çaba harcamışlardır.
Arap nahvinin kurucusunun, H. 96 yılında ölen Ebü'l Esved Düeli olduğu konusunda kuşku yoktur. Kendisi sahabeden sonra gelen neslin büyüklerindendi. Hz. Ali ile sohbet etme şerefine ulaştığı gibi, Sıffin olayında da Hz. Ali ile beraber savaşmış ve daha sonra Basra'da yerleşmişti. Büyük olasılıkla orada Süryanice öğrendikten ve Süryani gramerini gördükten sonra Arap gramerini de ona göre düzenlemek istemiştir. Ebü'l- Esved, Arap gramerinin düzenlenmesi için o dönemde Irak valisi olan Ziyad b. Ebih'le görüşmüşse de daha önce belirtilen nedenlerden dolayı Ziyad bu düşünceyi uygun bulmamıştı. Ancak daha sonra bir şikayetçi Ziyad'a başvurarak "Allah, emire tükenmez ömürler ihsan buyursun. Babamız vefat etti. Bize çocuklar terk eyledi" anlamındaki Arapça cümlelerde çok açık hatalar yapınca, bu duruma şahit olan Ziyad, Ebu'l Esved Düeli'ye derhal haber göndermiş ve daha önce karşı olduğu Arapça gramer çalışmasına izin vermenin ötesinde, bu kez bunu bizzat istemiştir.
Diğer bir rivayete göre; Arap nahvinin konulmasının nedeni şuydu. Huveylid Esedi'nin kızı bir gün Muaviye'nin huzuruna çıkarak "Anne ve babam vefat ederek bana para bıraktılar" anlamındaki Arapça cümlede telaffuz hataları yaparak kelimelerin anlamını değiştirmiş. Hz. Ali bunu işitince Ebü'l-Esved Düeli'ye Arapça kelimelerdeki izafet ve imale bablarını tarif etmiştir. Bir başka zaman, Ebu'l-Esved Düeli bir adamın "innal lahe beriun mine'l müşrikine ve rasulehu" ayeti kerimesini okurken "rasulehu" kelimesindeki "ha" zamirini "meksur"(esreli) okuduğunu görerek, atıf harflerini ve sıfat bablarını düzenlemiştir. Bu olaydan sonra bir gün, Ebu'l-Esved Düeli'in bizzat kızı kendisine hitaben soru şeklinde "ma ahsen el sema" (gökyüzünde en güzel şey nedir?)" şeklinde sorunca Ebü'l-Esved Düeli yıldızlardır demiş. Kızı "hayır babacığım onu sormuyorum, gökyüzünün incelik ve güzelliğinden söz ediyorum" deyince, babası; "o halde semanın son harfini fetha ile telaffuz etmelisin" cevabını vermiştir. Yine onun kızı bir gün, bir başka cümlesinde hayret ve şaşkınlık belirten bir kelimeyi, soru biçiminde kullanınca, Ebu'l Esved, hayret ve şaşkınlık bildiren "taaccüb babı"nı ayırmak zorunda kalmıştır.
Tarihçiler bu rivayetleri farklı şekillerde rivayet etmişlerse de, anlam olarak birbirine yakın şeyler söylemişlerdir. Bütün tarihçiler, Ebu'l-Esved'in bu veya benzeri nedenlerden dolayı, Arap gramerini düzenlediği konusunda birleşirler. Ebul Esved, Arap dilinin diliyle ilgili esas bilgileri Hz. Ali'den aldığını söylemiştir. Netice olarak Ebu'l-Esved'in Arap dilbilgisinin, özellikle Arap nahvinin kurucusu veya en azından öncüsü olduğu açık bir gerçektir. Fihrist kitabının yazarı lbnü'n-Nedim'in, eski devirde kullanılmış olan deri, kağıt vs. maddeler üzerine yazılı olarak bir kütüphanede üç yüz kitap kutusunda gördüğü kitaplardan söz ederken, verdiği bilgiler de bunu destekliyor. lbnü'n-Nedim, sözü edilen kitap ve kağıtlar arasında şahit olduğu dört kağıt için "Bu kağıtların Çin kağıtlarından olduğunu sanıyorum. Ebü'l-Esved Düeli'in imlası ve Yahya b. Yamer'in el yazısıyla yazılmış olan bu kağıtlar, fail ve meful ile ilgili konuları içermektedir. Yahya'nın yazısı altında eski yazı ile kime ait olduğunu gösteren kısa notlar yazılmıştır. Daha sonra Nadr b. Şümeyl ölünce mahfazayı kaybettik" diyor.
Bununla birlikte Ebü'l-Esved tarafından Arap dilbilgisi hakkında konulan kurallar, yazıyı düzgün okuyabilmek için hissedilen acil ihtiyacı ortadan kaldırmaya yetmiyordu. Ebü'l-Esved, Arap nahvinin özelliklerinden olan merfü'u, mansubdan ve isimleri fiillerden ayırmak için, bir ölçü olmak üzere birtakım işaretlerle okunuşun kaydedilmesini gerekli görerek, Süryanilerde ref, nasb ve cerri göstermek veya fiili isimden ayırmak için konulan işaretleri kullanmıştır.
Kısacası Araplar, aruz biliminin kurulmasından önce nasıl şiir yazıyorlardıysa, nahiv ilminin konulup düzenlenmesinden önce de kuşkusuz Arapça biliyorlardı. Bu bilgi onlarda doğuştan gelen bir melekeydi. Ancak daha sonra Arap olmayan unsurlarla karışınca ve Arap olmayanlar, Kur'an'ı anlamak için Araplar gibi bir şansa sahip olmadıklarından, Müslüman olunca dilin kurallarını koyup geliştirmişlerdir.
Dil ve gramer kurallarıyla en fazla uğraşanlar aslında Arap olmayanlardı. Nahiv konusunda ilk çalışma ve düzenlemeleri, yukarıda açıkladığımız şekilde Ebu'l-Esved Düeli başlatmıştı. Sonraki tarihlerde Basra ve Kufe'deki alimler söz konusu bu bilimi iyice geliştirmişlerdir. Ebu'l Esved'den Arap nahvini ilk öğrenen Anbese b. Mu'dan idi. Nahiv bilimi, bundan Meymun Akran'a, ondan da Abdullah Hadrami'ye, Hadrami'den de lsa b. Ömer'e aktarılmıştır. Aruz ve dil biliminde üstad olan Halil b. Ahmed, bu son kişiden nahiv bilimini öğrenmiştir. Nahiv biliminin ünlü üstadı Sibeveyd de bunu, Halil b. Ahmed'den öğrenmiştir. Bu şekilde nahiv, dil bilginleri arasında birinden diğerine aktarıldıkça, daha da gelişip büyümüş ve H. 180 yılında ölen Sibeveyh zamanında en mükemmel noktaya ulaşmıştır. Sibeveyh, Arap nahviyle ilgili o ünlü kitabını bu dönemde yazmıştı. Daha sonra Arap nahvine dair her ne yazılmış ise, Sibeveyh'in bu kitabı ile aşağıda belirteceğimiz "kitabu'l-ayn" adındaki kitaba bakılarak yazılmıştır. Sibeveyh'in kitabı o kadar ünlenmişti ki, yalnızca "kitap" denildiğinde, onun bu kitabı anlaşılırdı ve insanlar değerli bir hediye olmak üzere, bu kitabı birbirlerine verirlerdi.
Edebiyat ve Dil
Müslümanlar, Kur'an ayetlerini yorumlamaya başladıkları zaman, onun kelimelerinin anlamını kaydetmeye ve cümlelerinin üslubunu anlamak zorunda olduklarından, Arapların üslupları ile sözlerini, şiirleri, atasözlerini de araştırma ve incelemeye gerek görmüşlerdir. Araplarla ilgili olan bu konulara, yabancı unsurlar karışmaması için Cahiliye çağında dil konusunda Kureyşin çok fazla güvendiği çöl Araplarından doğrudan doğruya öğrenmeden başka yol yoktu. Bu nedenle lslam alimlerinden birçoğu bu çöl Araplarının ağzından şiirler, atasözleri dinlemek ve Arap dilinin inceliklerini öğrenmek için çöl ortalarına sıkıntılı yolculuklar yapmışlar ve bu yolla topladıkları bilgileri kaydetmişler ve dil kurallarını düzenlemişlerdir. Bu çeşit çalışmalar sonucunda onaya çıkan bilgilere -buna bağlı olan sarf, nahiv, belagat dahil olmak üzere- "ilm-i edeb" (edeb bilimi) adı verilmiştir.
Arapçanın korunması, kurallarının belirlenmesi ve düzenlenmesi için lehçe ve bilgilerine başvurulan Arap kabileleri Kays, Temim ve Esed kabileleriydi. Dil konusunda toplanan bilgilerin çoğu, bu üç kabileden alınmıştır. Dil bilginleri anlamı bilinmeyen garip kelimelerin yorum ve anlamı, i'rab ve çekimine ait her ne yazmışlarsa bunların bilgilerine başvurduktan sonra yazmışlardır. Sözü edilen üç kabileden sonra, dil üzerindeki geniş bilgileri açısından Hüzeyl kabilesi ile Kinane kabilesinin bir kısmı, Tay kabilesinin de bir kısmı gelir. Dille ilgili diğer Arap kabilelerinden hiçbir şey aktarılmadığı gibi, şehirlerde oturan Araplarla diğer uluslara komşu yerlerde yaşayan kabilelerden de, bir şey alınmamıştır. Örneğin, başka milletlerle komşu olan sınırlarda yaşayan kabilelerden hiçbir şey alınmamıştır. Mısır'a komşu bölgelerde yerleştiklerinden dillerinin bozulmuş olmasının mümkün olduğu düşünülmüş, bu bölge kabilelerinden de alıntı yapılmamıştır. Kuzaa, Gassan vs. kabilelerin de bilgi ve dilekçelerine başvurulmamıştır. Çünkü bunlar da Şam'a komşu bölgede yaşamalarından öte, ayrıca çoğunluğu da Hıristiyan idiler. Süryanice ve lbranice biliyorlardı. Bu yönden dillerinin doğruluğuna ve saflığına güvenilemezdi. Bekir kabilesinden de alıntılar yapılmamıştır. Bunun nedeni de, İranlılar ve Nebatlılara komşu yerlerde oturmalarıdır. Abdü'l-kays, Ezd, Umman kabilelerinden de bir şey alınmamıştır. Bunlarda Bahreyn'de yaşadıklarından, Hintliler ve İranlılarla karışmışlardı. Aynı şekilde Hintliler ve Habeşlilerle karıştıklarından Yemen halkından da dille ilgili bir şey alınmamıştır. Beni Hanife, Yemame halkından ve Sakif kabilesiyle, Taif halkından da bir şey aktarılmamıştır. Bunların Yemen tüccarlarıyla içli dışlı olmalarından dolayı dillerine yabancı kelimelerin girmiş olması düşünülmüştür. Hatta Hicaz bölgesinin başkentinin diline de güvenilmemiştir. Dil bilginleri, bu bölge halkının da Arap olmayanlarla karışıp dillerinin bozulmaya başlamış olmasını gördüklerinden, lehçelerine güvenmemişlerdir. Tüm bunlara ek olarak, dil ve üslubu, sözü edilen kabilelerden alarak bir ilim şekline getiren bilginler, Basra ve Küfeli idiler. Ayrıca, Arap olmayan Müslümanlar, dil ve edeb bilimlerine Araplardan daha çok muhtaç olduklarından bu bilimlerle daha çok meşgul olmuşlardır.
Basra ve Kufe'de Edebiyat Bilginleri
Dil ve edebiyatla ilgili bilgileri toplama ve derleme işiyle ilk meşgul olanlardan Ebü Amr b. el-Ala, rivayetleri ezberlemedeki yeteneği ve geniş bilgisi ile toplum içinde ve bilginler arasında oldukça seçkin bir yer edinmişti. Bu kişi H. 154 yılında Küfe'de ölmüştür. Doğduğu yer ise Mekke idi. Arap dil üstadları, şair ve hatipleri hakkında topladığı kitapları, evinin tavanına kadar doldurmuştu. Bununla birlikte kendisi; "Arapların söz ve edebiyatından elde ettiğimiz bu bilgiler, o zengin hazinenin küçük bir kısmından oluşmaktadır. Arap söz ve edebiyatından daha fazla bilgi elde edilmiş olsaydı, daha pek çok bilim ve şiirler olduğunu görürdünüz" diyor.
Hicret'in 2. yüzyılında lrak'ta edebiyat ve dil bilimlerinde uzmanlaşan ve ünlenen birçok bilgin yetişmiştir. Bunların en önde gelenleri; Ebu Zeyd Ensari, Ebu Ubeyde, Asmai ve Halil olmak üzere aynı yüzyılda yetişen dört dil bilginidir. Edebiyat ve dil bilimleri bu dört üstattan sorulurdu. Bunlardan Ebu Zeyd, Ebu Ubeyde ve Asmai; dil, nahiv, şiir ve kıraat ilimlerini daha önce sözü geçen Ebu Amr'dan öğrenmişlerdi. Söz konusu bu dört bilginden Ebu Zeyd Medineli Müslümanlar olan Ensar'ın soyundan geliyordu. H. 214 yılında ölen bu bilgin, aynı zamanda hadis ravilerinden olup, dilde önde gelen güvenilir üstatlardan biriydi. Ünlü Arap dil bilgini Sibeveyh, bu kişiden bilim öğrenmiştir. Ebu Ubeyde ise, Arapların tarihsel olayları ve bilimleri konusunda çok geniş bilgi sahibiydi. Bu nedenle, bu konudaki geniş bilgisini vurgulamak için, "Gerek Cahiliye çağında, gerekse lslam devrinde, iki at birbiriyle karşılaşmışsa atlarını da süvarilerini de bilirim" derdi. Bu ünlü zat da H. 209 yılında ölmüştür. H. 213 yılında ölen Asmai ise dilde, şiirde ve şiir eleştirisinde özellikle sivrilmiş en büyük otoriteydi.
170 yılında ölen Halil b. Ahmed ise, diğer bilginlerden daha önce, yetenek ve bilimsel gücüyle ortaya çıkıp, sivrildiğinden kendisine "edebiyat biliminin efendisi" adı verilmiştir. "Kitabu'l ayn"* adındaki ünlü eserinde, alfabetik düzene göre dili ilk düzenleyen kişiydi. Kitabın bu isimle adlandırılması "heca harfleri"nin sırayla boğazdan, dilden, dişlerde ve dudaklardaki mahreçlerine göre düzenlenmiş olmasından ileri geliyor. Yazar; kitabına "ayn" harfiyle başlamıştır. Kitabın düzeni şu şekildedir: ayn, ha, he, hı, gayn, fe, kef, cim, şın, sad, dad, sin, ra, tı, dal, te, zı, zel, se, ze, lam, nun, fe, mim, vav, elif, ye.
Büyük olasılıkla Halil b. Ahmed, bu konuda Hint kültüründen yararlanmıştır. Hintlilerin dilleri olan "sanskrit" dilinin alfabesindeki sıralamayı kendi kitabına uygulamış ve bu metotla kitabını yazmıştır. Hintliler alfabelerini, Halil'in yaptığı gibi boğaz harflerinden başlayarak dudak harflerinde bitirirler.
Kitabın ilk kelimesi ile kitabı isimlendirmek Araplarca adetti. Hirevi'nin? "kitabu'l-cim"i gibi. Bu kitap da, yazarı tarafından heca harfleri düzeni üzere cim harfiyle başlanarak yazılmıştır. Ebü Amr Şeybani'nin "kitabu'l-cim"i de böyledir. Harflere ait olan "kitabu'l-gayn" ile "kitabu'l-cim" vs. de bu tür kitaplardan bazılarıdır. Kitabu'l ayn'da heca harflerinin düzenlenme tarzının incelenmesinden, zamanla "cim" harfinin, bugünkü "fars kafı" şeklinde telaffuz olunduğu gibi, harflerden birçoklarının da günümüzde aldıkları seslendirme biçimlerinden farklı olarak telaffuz edildiği anlaşılıyor.
Hafızlar ve raviler, çöl Araplarından aktardıkları veya anlamlarını işittikleri olay, hikayeler ve sözler konusunda olağanüstü titiz davranırlardı. Kur'an'ın doğru tefsir edilebilmesi veya yorumlanması, sözü edilen bu bilgilerin doğruluğuna bağlıydı. Bu nedenle, Peygamber'in hadislerinin güvenilirliğini ve doğruluğunu kanıtlamak için, kullanılan nakil ve rivayet zinciri yolu ve metodu, dille ilgili bilgilerin aktarımında da kullanılmıştır. Hadislerin ezberlenip aktarılması konusuna ne derece önem verilmişse, dil konusuna da o derece önem verilmiştir. Onlara göre dille ilgili bilgileri aktaranların da, Peygamber hadislerini aktaran raviler gibi doğru ve adaletli olması gereklidir. Çünkü hadisin açıklanma ve yorumlanmasının aracı da dildir.
Bununla birlikte bu konuda büsbütün de başarılı olamamışlardır. Basra ve Küfe hicri 2. yüzyıl ile 3. yüzyılın başlarına kadar parlak bir dönem geçirmiştir. Her iki şehirde, birçok büyük dil bilgini, raviler, hafızlar, edebiyatçılar ve şairler yetişmiştir. Basra kenti bu konuda en baş köşedeydi. Küfe bilginleri Basra bilginlerinden ilim öğrenirlerdi. Basra bilginleri ise Küfelilerin inançlarına çok güvenmediklerinden onlardan bilim öğrenme ve alıntı yapmak istemezlerdi. Ebü Zeyd Ensari'den başka, Basralılar arasında Küfelilerden bilim öğrenen kimse görülmemiştir. Bununla birlikte Arap şiiri, Basra'dan çok Küfe'de yayılmıştı. Ancak bunların çoğu uydurmaydı. Yani sonradan yazılarak eski Araplara isnad olunmuştu. Küfenin en ünlü bilgini H. 182 yılında ölen Kesai idi. Ondan sonra nahiv biliminde H. 207 yılında ölen öğrencisi Ferra şöhret bulmuştur. Bunlardan sonra, Ali el-Ahmer el-Lihyani ve diğerleri gelir. Nitekim Basra'da da Sibeveyh ile daha önce sözünü ettiğimiz diğer nahv bilginleri ve edebiyat bilginleri şöhret bulmuştu.
Bağdat'ta Edebiyat Bilginleri
Basra ve Küfe kentleri, Bağdat kentinin kurulmasıyla, bilim ve kültürün buraya geçmesi zamanına kadar, lslami bilimler ve kültürel faaliyetlerin kaynağı ve merkezi olmayı sürdürmüştür. Bu tarihten sonra Küfe bilginleri, çoğunlukla yakın olduğundan Bağdat'a gitmeyi yeğliyorlardı. Bunlar Bağdat'a geldikçe Abbasi halifelerinin yakın ilgisiyle karşılaşırlar, kendilerine saygı ve ikramda bulunulurdu. Abbasiler halifelik talebiyle, Emevilere karşı ayaklandıkları zaman, Küfe alimleri onlara büyük destekte bulunmuşlardı. Bu yüzden Abbasi halifeleri, Küfe alimlerini, Basra alimlerine tercih eder, yüksek makam ve yetenek sahibi kabul ederler, onları Bağdat'a davet ederek büyük ikram ve ihsanlarda bulunurlardı. Halk, ülkenin her köşesinden bu saygın kişilerin yanına koşar, kendilerinden dil ve şiirle ilgili bilgiler öğrenirlerdi. Yukarıda sözü geçen büyük alim Ferra'nın çağında Abdullah b. Said Emevi, Ebu'l Hasan el-Ahfeş Ebu İkrime, Ebu Amr Şeybani vs. Küfe alimleri arasında büyük üne kavuşmuş kişilerdendi.
Edebiyat bilimi, Abbasiler devrinde en yüksek ve görkemli dereceye ulaşmıştır. Bu dönemde, özellikle dört büyük alim, edebiyat alanının büyük üstadları olarak öne çıkmıştır. Bu üstadlar, edebiyatla ilgili aşağıdaki ünlü eserleri yazmışlardır:
Birincisi lbn Kuteybe ve "Edebü'l-katib"i, ikincisi Müberred'in "Kitabü'l-Kamil"i, üçüncüsü Cahız'ın "Kitabü'l-beyan ve tebyin"i ve dördüncüsü Kali'nin "Kitabu'l-nevadir"idir.
Bu kitaplar Araplar arasında, günümüze kadar ulaşan edebiyat biliminin kaynağını oluşturur. Daha sonra bu konuda hazırlanan eserler çoğunlukla bu kitaplara dayanılarak yazılmıştır.
Abbasi halifeleri Küfelilere böyle seçkin ve yüksek bir önem ve konum verince, Küfeliler kendilerine güvenerek, Basra alimleriyle rekabet etmek ve yarışmak istediler. Bunun üzerine iki şehir bilginleri arasında dil, edebiyat ve lügatle ilgili birçok konuda yarış ve mücadeleler ortaya çıktı. Bunun en ünlü örneklerinden biri, Basra'dan Sibeveyh ve Küfe'den Kesai arasında ortaya çıkan ve alevlenen eşek arısı ile bal arısı tartışmasıydı. Kesai, Harunreşid'in oğlu Emin'in hocası olduğundan, Emin kendisini destekliyordu. Karşılıklı anlaşmaya göre, bir şehirde yetişen bir dil bilgininin bir konuda galip gelmesi, bağlı olduğu bütün şehir halkının galibiyeti sayılacaktı. Halifelerin bilimsel konularla ne kadar yoğun bir biçimde ilgilendiklerini gösterdiği için bu olayı kısaca özetliyoruz: Kesai Bağdat'ta oturuyor ve Emin'e hocalık yapıyordu. Tesadüfen büyük dil bilgini Sibeveyh, Basra'dan Bağdat'a gelir. Halife Emin, her ikisini bir mecliste buluşturur. Kesai ile Sibeveyh arasında birçok mesele, özellikle "zenbür ve nahle" (eşek arısı ve bal arısı) konusu hakkında ateşli tartışmalar olmuştur. Kesai, eski Arap sözlerinden bir sözü "Eşek arısının sokmasını bal arısının sokmasından daha tehlikeli sanıyordu. Meğer her ikisi aynıymış" şeklinde aktarır. Sibeveyh; "Hayır bu söz bu şekilde değildir, (feiza hüve iyyaha) denilemez, (feiza hüvehiye) demek gerekir" der. İki dil bilgini arasında bu konuyla ilgili uzun tartışmalar yapılır. Sonunda medenileşmiş Arapların lehçeleri ile dili bozulmamış saf bir çöl Arap'ına başvurmaya karar verirler. Emin, hocası bulunan Kesai tarafını açık bir şekilde desteklendiğinden, böyle bir Arap'ı huzuruna çağırarak ondan hangi ifadenin doğru olduğunu sorar. Arap da "Sibeveyh'in dediği doğrudur" cevabını verir. Emin, bedeviye "Ancak biz Kesai'nin haklı çıkmasını, onun dediğini kabul etmek istiyoruz" deyince Arap "dilim Kesai'nin söylediği gibi telaffuz edemez. Çünkü hatasız söylemeye alışmıştır" cevabını verir. Hazır olanlar bedeviye "Öyleyse biz sana Kesai böyle diyor, Sibeveyh de böyle söylüyor. Hangisininki doğrudur diyerek sorarız. Sen de Kesai'ninki doğrudur dersin, olmaz mı?" deyince Arap "peki bu olabilir" der. Bunun üzerine meclis kurulur. Kesai ve Sibeveyh davet edilir. Birçok bilgin ve ileri gelen devlet adamları da bu mecliste hazır bulunurlar. Bedeviyi de çağırırlar. Daha önce kararlaştırıldığı biçimde soru sorulunca Arap "Kesai'ninki doğrudur. Araplar böyle söyler" cevabını verir. Sibeveyh, bu işin içinde doğrunun aranılmayıp Kesai'nin fikrinin savunulduğunu görünce çok üzülmüş. Ve kalbi kırık biçimde Bağdat'ı terk edip lran'a gitmiştir.
Bu olay aslında bir siyasi amacı taşımakla birlikte, o dönemde devlet adamlarının edebiyat ve dil konularıyla nasıl ilgilendiklerini de göstermektedir. Aslında Müslümanlar, Emeviler zamanından itibaren edebiyat bilimlerine önem vermekten geri kalmamışlardı. Rivayete göre, Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan, edebiyat tartışmaları ve yarışmaları için toplantılar düzenlerdi. Bir gün böyle bir bilginler meclisinde bulunduğu sırada yanında bulunan kişilere "İnsanın bedeninde bulunan organların adlarını alfabetik olarak kim sayabilir? Yani 'elif'ten başlayarak 'ye'ye kadar her harf için bir organ adı söyleyecek adam var mıdır?" diye sormuştur. Mecliste hazır bulunanlardan Suveyd b. Gufle ayağa kalkarak vücudun organlarını Abdülmelik'in istediği sırayla sayar. Hazır bulunanlardan bir başkası ayağa kalkıp organları iki kez sayar. Yani her harf için iki organ adı söyler. Abdülmelik her ikisine de ödül verir.
Dil bilimleri önceki dönemlerde, birbirine karışmışken daha sonra çeşitli dallara ve bölümlere ayrılmıştır. Bunlar; nahiv, sarf, lügat, meani, beyan, iştikak aruz, kavafi, ahbar-i Arap, emsal, cedel ilimleri vs. gibi birbirinden bağımsız ve ayrı birer bilim halini almıştır. Bazen bu bilimlerin hepsine birden, "ilm i edeb" (edebiyat) adını verirler. Sözü edilen bilimlerden her birinin tarihsel gelişimi vs. ayrıntılı olarak ele alınıp incelenmesi, edebiyat tarihlerinin ve konusu içine girmektedir.
Beligat-i İnşa' (Güzel Söz Söyleme ve Yazma Sanatı)
İnşa sanatında belagat (sözbilim- retorik), Kur'an-ı Kerim'in gerekli gördüğü konulardandır. Kur'an, Müslümanlar açısından belagat ve fesahat (söz ve ifadede açıklık) örneğidir. Müslümanlar söz söylemede, mektup yazmada, her türlü yazışmalarında Kur'an'ın belagat ve fesahatini rehber kabul eder. Kur'an'ın dil özelliğini, isteyerek ve kasden rehber edinemeseler bile, Kur'an-ı Kerim'in okunması ve ezberlenmesi, onlara doğal bir retorik yeteneği kazandırıyordu. Müslümanların devletleri içinde hamaset (yaratılıştan gelen cesaret ve kahramanlık) ve izzet-i nefis (kişilikli olma) gibi meziyetler ile sıfatlanmaları da retorik sahibi olmalarının ayrı bir nedenini oluşturuyordu. Bu yüzden Arap dil ve edebiyatı, lslamiyet'ten sonra retorik, bakımından yeni bir tarz ve biçime girmiştir. Dildeki bu devrim, gerek hitabet, gerek yazıda olsun her ibare ve ifadede geçerlidir.
Tahrir-i Müriselit (Mektuplar Yazma)
Mektup yazımında kullanılan terimler; -tehdid, vaid, nasihat, teşvik ve tergtb, isti'taf ve bunlara benzeyen, şaire yakışır anlamlarda ortaya çıkan hayal gücünün ürünü sanatlar- hitabette de kullanılan terimler gibiydi. lslam'ın başlarında Müslümanlar, Hz. Muhammed'in "Bana az sözle çok şey anlatan (cevamiu'l kelim) verildi" hadisine uyarak sözlerde ve yazılarda imkan ölçüsünde kısa ve öz cümleleri gerekli gördüklerinden, büyük ve derin anlamları, az kelimelerle anlatmaya özen gösterirlerdi. O kadar ki, insan cümlelerdeki anlamı kelimelerden ayrı gibi görürdü. Bu çeşit mektup ve yazışmalar, bazı edebi nutuklar kadar etkili olurdu. Sanki Müslümanlar ilk fetihler döneminden sonra, retorik ustası katibleri, retorik sahibi hatiplere denk tutmuşlardır.
Hicaz'ın büyük bir kıtlık içinde bulunduğu yılda, Hz. Ömer tarafından Mısır valisi Amr b. el-As'a yazılan mektup bu kısa ve edebi yazışmaların tipik bir örneğidir. Mektup şu şekildedir: "Müminlerin emiri Ömer'den Amr b. el-As'a sana selam olsun Ey Amr! Sen ve beraberinde bulunanlar karnınızı doyurmaya bakıyorsunuz. Ben ve benimle beraber olanlar helak olsak bile önem vermezsin. lmdat! lmdat!" Bunun üzerine Amr b. el-As Hz. Ömer'e şu cevabı göndermişti: "Müminlerin Emiri Ömer'e Amr b. el-As tarafından, Lebbeyk!, Lebbeyk! sana erzak ve zahire yüklü öyle bir kafile yolladım ki bunun bir ucu sana bir ucu bana ulaşacak kadar uzundur. Allah'ın selam ve rahmeti üzerine olsun."
Bu konuda bir başka etkili örnekte şu olaydır: Emevi halifelerinden Abdülmelik b. Mervan Kudüs'te kendi adını taşıyan bir kapı yaptırdığı gibi Haccac da kendi adıyla anılan bir kapı yaptırmıştı. Tesadüf olarak bir yıldırım düştü. Abdülmelik'in kapısı yandı. Halife bu olaydan dolayı üzülmüş ve uğursuzluk olarak düşünmeye başladı. Bunun üzerine Haccac şu mektubu yazarak, halifenin üzüntüsünü gidermek istedi: "lşittim ki gökyüzünden bir ateş düşüp müminlerin emirinin adını taşıyan kapıyı yakmış ancak Haccac'ın kapısını yakmamış. Bu konuda ikimizin durumu Hz. Adem'in iki oğlunun durumuna benzer. Çünkü her ikisi Cenab-ı Hakka birer kurban sunmuşken Allah yalnızca birininkini kabul buyurmuştu." Abdülmelik mektubu okuyunca üzüntü ve endişesi kaybolmuştu.
Halifeler katiblerine en usta münşileri (usta katib ve şair) seçmeye ve haberleşmede belagatle beraber mümkün mertebe kısa ve öz bir biçimde yazmak için çaba harcarlardı. Bununla ilgili bir örnek 7. Abbasi halifesi Me'mun'un başkatibi Amr'ı tavsiyeyi içerir biçimde, valilerinden birine hitaben şu mektubu yazdırmıştı: "Size tam güvendiğim ve tavsiye ettiğim kişiyi son derecede iltizam eylediğim halde bu mektubu yazıyorum. Bu kadar güven ve iltizam oldukça tavsiye ve ümit kaybolmaz." Gelen mektuplara da çoğu kez tehdit ve ona benzer şeyler arzu edildiğinde yine kısa birkaç cümle ile cevap verilirdi.
Beşinci Abbasi halifesi Reşid, Bizans tekfuru Nikfor'a böyle kısa bir cevap göndermişti. Bizans kraliçesi İrene Harunürreşid'e saygı ve hürmette bulunur, zaman zaman, halifeye vergi olarak birçok hediye gönderirdi. İrene, tahttan indirilip yerine tekfur oturunca, bu yeni hükümdar Harunürreşid'e bir mektup yazarak İrene'nin Harunürreşid'i hükümdar ve kendisini sıradan birisi konumunda tuttuğunu, kendisinin halifeyi hükümdar olarak tanımadığını, İrene tarafından Reşid'e gönderilen hediyelerin geri gönderilmesi gerektiğini, bu yapılmazsa, lslam topraklarına hücum edeceğini bildirmişti. Harunürreşid, mektubu alınca hiddetlendi tekfura şu kısa cevabı yazdı: "Müminlerin Emiri Harunürreşid'den Rumların reisi tekfura; mektubunu okudum cevabını kulakla işitecek değil gözünle göreceksin."
Ma'rib hükümdarlarından Yusuf b. Taşfin de, kendisine tehdit dolu ifadeleri içeren bir mektup gönderen lspanya kralı Alphonse'ye aynı şekilde; "Ne olacağını sonra göreceksin" anlamında kısa ve özlü bir cevap mektubu göndermişti.
Tevkiat (Derkenarlar ve Paraflar)
Tevki'ler de inşa (güzel ve edebi yazı yazma) sanatı içinde yer alan yazışma stillerinden biridir. Tevki'ler günümüzde hükumet dairelerinde resmi evrak ve dilekçeler üzerine yazılan açıklamalar, derkenarlar ve paraflar gibi, halifelerce resmi yazışmalar vs. üzerine yazılan açıklama ve notlardan ibaretti. Bu derkenarlar oldukça sanatlı ve çeşitli yazılırdı. Çoğunlukla ayetler veya hadisler veya ünlü şiirlerden beyitler yazılırdı. Sahabenin büyüklerinden ve aşere-i mübeşşere'den Sa'd b. Ebi Vakkas, bir binanın yapımı için Hz. Ömer'den izin istemişti. Hz. Ömer izin mektubunun altına "Güneşin sıcağından ve yağmurun etkilerinden seni koruyacak kadar bir bina yapmak yeterlidir" derkenarını yazmıştı. Hz. Osman amcası oğlu Mervan b. el-Hakem'den şikayeti içeren ve boyunlarının vurulmasını emrettiğinden söz eden kişiler tarafından, sunulan bir dilekçeye, sana itaat etmezlerse yaptıklarınızdan sorumlu değilim de anlamındaki ayeti yazmıştı. Sahabenin büyüklerinden Selman-ı Farisi tarafından "Kıyamet gününde halktan ne şekil¬ de hesap sorulacak?" sorusunu içeren mektuba Hz. Ali "onlara nasıl rızık veriliyorsa kendilerinden öylece hesap sorulacaktır" şeklinde tevki' yazmıştı. Hz. Osman'ın dayısı oğlu sahabeden Basra valisi Abdullah b. Amir, Muaviye'yi bir konudan dolayı suçlayan bir mektup sunmuştu. Muaviye mektubun altına "Cahiliye çağındaki Ümeyye hanedanı lslamiyet dönemindeki Hubeyb Hanedanından daha şereflidir. Bunu sen de kabul edersin" tevkiini yazmıştı. (Muaviye, bu sözlerle senden daha soyluyum demek istiyordu.)103 Rebia b. Hasan'ın, bina etmek istediği bir ev için, yardım olarak 12 bin adet direğin gönderilmesi isteğini bildiren mektubun altına Muaviye, Basra'da bir ev mi yoksa evinde Basra'yı mı inşa edeceksin? Anlamıyorum" ibaresini yazmıştı. Irak valisi Haccac, halife Abdülmelik b. Mervan'a bir mektup yazarak, Irak halkının itaatsizliğinden ve bu yüzden çektiği zahmetlerden bahsetmiş ve yerli halkın ileri gelenlerinin öldürülmesi için izin istemişti. Abdülmelik, Haccac'ın yazısına "ldareci uğurlu ve mübarek olursa uyuşmazlar birleşirler. Uğursuz ise birleşmiş olanlar birbirlerinden ayrılırlar" tevkiini yazıp göndermişti. Abdülmelik, kendi zamanında isyan eden Abdurrahman b. el Eşas'tan gelen mektuba "Perişan olmasın diye kemiğini bağlayıp yerine getirmek istediğim adam aptallık ve kötülüğünden beni neden kahretmek ister?" anlamında bir beyitle cevap vermişti?
Ömer b. Abdülaziz, hakkında şikayet bulunan bir valiye "Şikayetçilerin çoğaldı, memnun olan azaldı. Ya adaletle hareket edersin ya da çekilirsin vesselam" tevki'ini yazmıştır. Valilerden birinin, bir şehrin binası için izin isteğini içeren yazısına, Ömer b. Abdülaziz; "Şehri adalet temelleri üzerine bina et. Yollarını zulümden temizle" derkenarını yazıp göndermiştir.
Emevi ve Abbasilerin diğer tevki'leri de bunlara benzer ve oldukça çoktur. Üçüncü Abbasi halifesi Mehdi'nin aşağıdaki tevki'si gibi hepsi de oldukça edebi idi. Mehdi, Horasan valisi hakkında bir şikayetten dolayı söz konusu valiye; "Ben uyanığım, sen uyuyorsun!" tevki'ini yazmıştı. Beşinci Abbasi halifesi Harunürreşid, Mısır'daki valisine "Benim hazinemi ve kardeşim Hz. Yusuf'un hazinesini zarar ve ziyandan koru. Sonra ondan ve Allah'tan cezanı bulursun" anlamında bir derkenar yazmıştı. Yedinci Abbasi halifesi el-Me'mün, bir konuda zulm yapıldığını bildiren ve lbni Hişam tarafından sunulan mektubun altına "Mert ve şerefli adam kendinden üsttekilere zulmetler, aşağısındakilerden zulm çeker. Bu çeşit adamlardan hangisisin?" tevki'ini yazmıştır.
Vali ve vezirler de, kendilerine sunulan yazışmalar üzerine halifelerin yazdıklarına benzer tevki'ler yazarlardı. Muaviye zamanında Irak valisi olan, Ziyad b. Ebih, emrindeki memurlardan biri tarafından takdim olunan ve zulme uğranıldığını bildiren mektuba "Seninle beraberim" cümlesini yazmıştır. Emevi halifelerinden Abdülmelik devrinde Irak valisi olan Haccac b. Yusuf, Küfe mütevellisinden, söz konusu şehir halkının itaatsizliğinden ve bu yüzden çekmekte olduğu zahmetlerden söz eden yazı üzerine "Pek çok sevdikleri kişiyi (yani Hz. Ali'yi) öldüren bir halktan ne beklersin!" derkenarını yazmıştır. Üçüncü Abbasi halifesi Mehdi'nin veziri Yahya b. Halid b. Bermek'e bir mektup sunularak bu mektupta garip ve yabancı bir tacirin ölümünden ve güzel bir cariye ile henüz kundakta bir çocuk ve pek büyük bir servet bıraktığından söz edilmiş ve bunlara vezirin adına el konulması tavsiye olunmuştu. Yahya mektubun yukarısına "Tacire rahmet, kadınla çocuğa sa'adet ve selamet, servete bereket, mektubun sahibi olan kötü düşünceliye ise (sana) kahır ve lanet olsun" cevabını yazmıştır. Reşid'in veziri Cafer b. Yahya, bir tutuklunun dilekçesi altına "Her şeyin belli bir vakti vardır," diğer bir tutuklunun dilekçesine "suç onu cezaevine attı. Tövbe çıkaracaktır" tevki'lerini yazmıştır. Araplar bu şekilde tevki'ler yazmayı lranlılardan almışlardı.
Müslümanlar; lranlılarla karşılaşıp, kaynaştıkları ve devlet teşkilatlarını geliştirip, uygarlık yolunda ilerlemeye başladıkları döneme kadar, yazışmalarında, -yukarıda görüldüğü üzere-, özellikle, kısa ve öz yazmaya büyük önem verirlerdi. Daha sonra, Iran kültürünün etkisiyle, onlardan övücü, ululayıcı ve abartılı yazışma biçim ve metodunu almışlar, bu abartılı yazı yazma veya inşa metoduna H. ikinci yüzyıl başlarından itibaren başlamışlardır. Yazışmaları ilk kez alışılmışın dışında uzatan ve bunlara "hamd" bölümlerini (tahmidat) ekleyerek, ilk kez belagat (söz bilim) sanatını kullanan kişi, H. 132 yılında ölen ünlü Abdülhamid el-Katip idi. Emevi halifelerinin sonuncusu olan Mervan'ın katibi olan bu dilci ve edebiyatçı kişi, Şamlı idi. Aslen Arap değildi. Bundan sonra gelen münşiler ve katibler onun açtığı çığır ve yolu takip edip onun yazışma stilini, taklit etmekle kalmamış, zamanla bu yolu daha da genişletmişlerdir. İçlerinde birçok vezir ve valiler bulunmak ve çoğunlukla Arapların dışından olmak üzere, birçok ünlü söz bilimci ve dilci yetişmiştir.
Bu şekilde yetişmiş ve sivrilmiş, büyük edebiyatçılar arasında, üçüncü Abbasi halifesi Mehdi'nin veziri Yahya b. Halid Bermeki; lranlı, Harunürreşid zamanında vezirlik makamında bulunan Fazl b. Rebi; Mevaliden, Memun'un veziri ve başkomutanı olan Fazl b. Sehl; lranlı, Buveyhilerden Müeyyeduddevle ve ondan sonra kardeşi Fahru'd-devle'nin veziri olan Sahih b. Ubad; Talkanlı, Buveyhiler devlet adamalarından olup 360 yılında vefat eden lbnü'l-Amid; Horasanlı, 597 yılında vefat eden büyük alim ve münşilerden lmadüddin el-Katib; Isfahanlı idi. Bu son kişinin yazışma tekniği, becerisi ve yeteneği diğerlerinden daha üstündü.
Kitap Yazımı
Kitap yazımı tabiriyle anlatılmak istenen, edebi, ilmi, tarihi ve sair konularla ilgili oluşturulan kitaplardır. Bunların çeşidine göre, yazılış biçimi ve metodu retorik (belagat) açıdan farklı oluyordu. Örneğin edebiyatla ilgili kitaplarda yazış biçiminin beliğ olması gerekir. Çünkü konu, şairane duygu ve düşüncelere, kinayelere, sanat ile kalem oynatmaya çok uygundur. Gerçekte bu çeşit eserleri yazan edebiyatçılar çoğunlukla dil ve edebiyat üstatlarıyla karışarak Arap dil ve edebiyatını, retoriğini, mükemmel bir biçimde öğrendikten ve bu yolla birçok şiirler, nutuklar, edebi konuşmalar ve sözleri ezberleyerek, edebi üsluplar konusunda uzmanlaştıktan sonra yazdıkları için eserleri açık ve akıcı bir üslup kazanıyordu. Oysa lslam hukukçuları ve tıp bilimleriyle uğraşanlar bunun tam tersidir. Bunların üslubu çoğunlukla retorik ve edebi özelliklerden uzak olur. Çünkü bu alanda uğraşan bilginlerin, uğraştıkları konular ve bilimler hayal gücü yeteneği isteyen düşünce ve duygular için uygun değildir. Bu yüzden edebiyatçılar ve retorikçilerin üslubuna aykırı, kendilerine özgü bir anlatım biçimi kullanırlar. Bu anlatış ve yazış yöntemi, onlarda bir alışkanlık haline gelir. O kadar ki, bunlardan birisi, edebi bir üslup ile bir şey yazmak veya şiir söylemek istese, zayıf ve sanat yönünden önemsiz şeylerden başka bir eser oluşturamaz.
Bununla birlikte, Araplar arasında fıkıh ilminin onaya çıkışından ve tıp bilimlerinin Arapça'ya çevrilmesinden önceki dönemde, katib ve hatiplerin anlatım biçimleri bu bilimlerin ortaya çıkışından sonraki üsluplarından daha edebi ve sanatsaldı. Bunun nedeni, daha önce üslupların Kur'an-ı Kerim'den etkilenerek oluşmasıydı. Kur'an-ı Kerim ise retorik veya belagatin ulaşmak istediği en son noktaları da içine alan bir kitaptır. Bununla birlikte Kur'an-ı Kerim, düz yazıdan daha çok şairane ifade ve duyguları okşar. Bu nedenden dolayı, lslamiyet'in başlangıç yıllarında Kur'an'ın üslubunu taklit etmeye çalışan katib ve hatipler, hem nutuklarda hem de yazışmalarda oldukça edebi eserler ortaya çıkarmışlardır. Aslında o sırada katib ve hatipler öyle bir üsluba muhtaçtılar. Çünkü o açık ve edebi anlatım biçimi muhataplar üzerinde son derece etkili oluyordu. Daha sonra Müslümanlar kitap yazımına başladıkları zaman müelliflerin çoğunluğunu lranlılar oluşturduğu için, lranlıların üslubundan bazı özellikler Arapça'ya girmiş ve bunun sonucunda Arapça'da kelam-ı mürsel-i mütenasık zuhüra gelmiştir. lbnü'l-Mukaffa'nın "Kelile ve Dimne" namındaki kitabında kullandığı üslup bunun en parlak örneklerindendir. lbnü'l-Mukaffa'nın bu üslubu bugüne kadar retorik ve açık anlatım biçimi için de bir örnek oluşturmuştur.
lbnü'l-Mukaffa' İranlıydı. Fars dili ve edebiyatında tam bir otoriteydi. Çünkü bu dil kendisinin, baba ve atasının diliydi. Bundan başka Pehlevice ve Yunanca'yı da biliyordu. lbn'ül-Mukaffa', H. 2. yüzyılın ilk yarısında Basra'da yetişmiştir. Basra şehri o sıralarda birçok edebiyatçı ve şairin merkezi komunda bulunduğundan lbnü'l-Mukaffa' Arapça'da ve Arap edebiyatında da büyük bir güç ve ustalığa ulaşmıştı. Aslında kendisi zevk sahibi birisi olup, güzel yazı yazma yeteneklerine doğuştan sahip bulunuyordu. Bu nedenle, Kelile ve Dimne kitabını Farsça'dan Arapça'ya retorik ve akıcı, güzel ve seçkin bir üslupla çevirmeyi başarmıştır. lbnü'l-Mukaffa'nın eserleri, edebiyat konularıyla ilgili günümüze ulaşabilmiş en eski eserlerden olduğu için, daha sonra gelen rehberi kabül edilmiştir. lbnü'l-Mukaffa', H. 143 yılında öldürülmüştür. Bununla birlikte, söz konusu dönemde yetişen edebiyatçılar ve katibler kendi düşünce ve yeteneklerinin ürünlerini hemen yazıya dökmezlerdi. Yazdıkları şeylerin çoğu usta hatiplerden veya olaylardan naklettikleri birtakım parçalardan oluşurdu. Bazen kendi düşüncelerinden kısa bölümler de ilave ederlerdi. Şu kadar ki bu cümleler "filan zat dedi ki" yahut "filan zat bize ihbar etti ki" yahut "filan zat nutkunda böyle söyledi" yahut "filan zat şöyle dedi" yahut "şöyle yazdı" gibi şeylerden oluşuyordu. Bu cümleler doğal olarak, birer inşa eseri, yani güzel ve edebi yazı örneği olarak kabul edilemez. Hatta hicri 3. yüzyıl ortalarında Cahız, Müberred, lbn-i Kuteybe vesaire gibi edebiyat biliminin üstadlarının yazdıkları şeyler bile böyledir. Çünkü bunların yazdıkları eserler, orjinal Arap söz ve hikayelerine dayanan, birtakım parçalardan oluşmuştur. Edebiyat üstatlarının bu konuda takip ettikleri yol ve yöntem Hammad, Asmai, Ebu Ubeyde, Muhammed b. lshak gibi savaşlar, fetihler, Hz. Peygamber'in hayat hikayeleri, tarih ve şiir yazarlarının tuttukları yöntemin de aynısıydı.
Çünkü bunlar da yazdıkları şeyleri çoğunlukla çölde yaşayan rivayetçiler ve onların anlattıkları bilgilere dayandırıyorlardı. Söz konusu bilimlerin tamamını içeren kitaplar da bu gruptan sayılabilir. lbn Abd-i Rabbih'in, El-İkdü'l-Ferid'i, Ebu'l-Ferec lsfehani'nin "Kitab'ül-Egani'"si vesaire gibi. Zira bu kitapların içeriği de orjinal yazarlarına dayandırmış olan birtakım fıkralar ve olaylardan oluşmuştur. Bunlarda da yazarın kendi yeteneği ve yorumunu aksettiren cümlelere pek az rastlanır. Her bakımdan Kelile ve Dimne kitabı tek bir adamın beceri ve bilgisinin ürünü olarak, elimize ulaşan en eski edebi eser kabül edilebilir. Bu kitabın üslubundaki açıklık ve güzellik, o sırada yahut daha sonra yazılmış olan, edebi eserlerin üslubunun üstündedir. Bu akıcılık ve incelikteki ayrıcalığı görüp de; bu anlatım üzerinde çevirmenin bildiği diğer dillerin etkisinin olduğuna veya çevirmenin öyle bir üslupta yazı yazabilmek için özel bir yeteneğe sahip bulunduğuna inanmamak mümkün değildir. Gerçekten lbnü'l-Mukaffa'dan sonra benzeri bir yetenek ve beceri ile yazı yazanlar pek az yetişmiştir. Bununla beraber bu üstadlardan hiçbiri -Abbasiler devrinde bilimlerin gelişmesine ve birçok ünlü yazarın yetişmesine rağmen- bu alanda lbnü'l-Mukaffa'nın ulaştığı noktadan daha yüksek bir makama ulaşamamıştır. Bu durum ise, inşa yeteneğinin, şairlik yeteneği gibi, Allah vergisi özel bir yetenek olduğunu, -istisnalar dışında- bu yeteneğin zaman yahut mekan ile sınırlı olamayacağını gösterir.
Tüm bilim dallarında yazılan, Arapça eserlerin sayısı belli bir noktaya ulaşıncaya kadar, Arapça ne kadar kitap yazılmışsa bunların tamamı isnad ve rivayet metoduyla yazılmaya devam etmiştir. Nihayet yazılan kitapların sayısı zamanla artıp, yazar ve katibler, altıncı veya yedinci hicri yüzyılda, söz konusu eserleri özetleyip, kısaltmaya başlayınca kitapları dolduran isnadları birtakım özel nedenlerden dolayı bırakılması gereken yerlerden başka kitaplardan çıkarmışlar veya özetlemişlerdir.
Seci' (Düz Yazıda Uyak)
lslam uygarlığı, olgunluk dönemine ulaştığında, edebiyatçı ve şairlerin sayısı iyice artmış ve şiir her sınıf halk arasında yayılmıştı. Herkes şiir bilir, her yerde şiirler okunurdu. Halk kafiyenin tınısıyla, özel bir yakınlık ve alışkanlık oluşturmuştu. Kafiyeden hoşlanıyorlardı. Bunun üzerine edebiyatçılar, kafiyeyi özel veya resmi yazışmalarda da kullanmayı uygun gördüler. Bunun sonucunda, "kelam-ı müsecca"' (düzyazıda uyak yapma) sanatı ortaya çıkmış oldu. Düzyazıda uyak yapma önceleri çok az kullanıldığından hoş karşılanıyor ve kabül görüyordu. Bu çeşit ibareler yalnız yazışmalarda kullanılıyorken, H. 4. yüzyıl sonlarında kitap yazımında da kullanılmaya başlanmış ve bu yöntemle makamat (makamlar, meclisler, memuriyetler) kitapları yazılmıştır. Bu tarzda ilk eser yazan zat H.385 yılında vefat eden meşhur makamat sahibi Bedi'üz-zaman Hemedani idi. İhtimal ki, bu zat bu metotla yazmayı H. 390 yılında vefat eden Ahmed b. Faris Razi'den almış olmalıdır. Ünlü makamat sahibi Hariri, Bedi'üz-zaman'ın eseri örnek almış ancak kolay ve akıcı anlatım biçiminde ondan geri kalmıştır. Makamat biçiminde yazılan yazılar her tarafa yayılıp, halkın ilgisini çekince, yazarlar secili yazı yazmaya bir kat daha heves etmişlerdir. Bunun sonucunda lslamiyet'in Ortaçağları'nda seci'li yazı yazma stili, o kadar çoğalmıştır ki, bu bolluk ve ucuzluktan dolayı herkes ondan nefret etmeye başlamıştı. Çünkü bu seci, Cahiliye Çağı'nda kahinlerin ağzından çıkan ve "seci-i kühan" (kahinlerin seci'si) namıyla bilinen anlamsız ve tatsız bir şekle girmişti.
Kitaplarda ve özellikle, tenmik (yazma, güzel yazıyla yazma), ıtnah (sözü uzatma), tannaniyyet (tınlama), hayal gücü gerektirmeyen, tarih kitapları ve diğer bilimsel eserlerde uyak kullanma, yazışmalar ve şiirlere göre daha ağır kaçar. Hele tarihle ilgili alanlarda secili kitap yazmak kadar soğuk ve ağır bir anlatım tarzı düşünülemez. Bunlara örnek olarak, H. 535'te vefat eden Feth b. Hakan'ın tarihe dair yazmış olduğu "Kalaid'ül-lkyan"'ı veya yukarda sözü edilen, lmad'üd-Din Isbahani'nin (ö.597/1201) "El-Fethü'l-Kussi fi'l-Fethi'l-Kudsi" adındaki tarih kitabını veya yine lmad'üd-Din'in önemli eseri olan, "Tarih-i Al-i Selçuk"'u her kim okursa tarih kitaplarında seci kullanımının kulağa ve zevke ne kadar ağır geldiğini ve tahammül ötesi bir duygu uyandırdığını bizzat hissedebiliriz. Evet, düzyazıda kafiye kullanımı, bazen yazışmalarda ve nutuklarda hoş düşer. Kabül edilir. Ancak, ilmi ve tarihi kitaplarda pek ağır ve adeta tatsız ve manasız sözler olarak gözüktüğü için kabül edilemez.
Bu sebepten dolayı, yukardaki gibi, secili yazı yazan Arap yazarları azınlık grubunu oluşturur. Çoğunluk, her asırda düzyazıyla kitap yazardı. Bunlardan lbn-i Haldun, lbn'ül-Esir, Mesüdi vesaire gibi birçok büyük yazar bu yolda parlak eserler vücuda getirmişlerdir. Bu ünlülerin bazıları, hatta yazışmalarda bile seci' kullanımını çirkin görmüşler ve bir yazarın bu şekilde yazı yazmasının inşa ve katiblik yeteneğindeki eksiklikten ileri geldiğini söylemişlerdir.
Corci Zeydan’ın İslam Uygarlıkları Tarihi Kitabından Alıntılanmıştır.