20 Eylül 2023 Çarşamba

EVRENSEL MİSTİSİZM

 


Rumi, Dervişler ve Batı


Sufilik, Batı ve Rumi arasında bir bağ oluşturmuştur. Muhtemelen, Rumi'nin öğrencileri İslam ülkelerindeki tarikatlar içinde bu bağı en iyi kuran kişiler olmuşlardır. Sufiliğin Avrupa ve Batı dünyası tarafından keşfedilmesi ise kısa zaman önceye dayanır. Ortaçağda ilahiyatçılar genellikle Arap felsefesi ve Kur'an-ı Kerim ile ilgilenmişler, Sufi akımına ilişkin ilgi ve bilgileri çok uzun zaman sonra ortaya çıkmıştır. Fransiskenler tarafından yazılmış olan bazı kaynaklar, Aziz Fransua'nın Sultan Abdülmelik ile görüşmek için yaptığı yolculukta Sufilerle karşılaştığını yazmaktadır. Nitekim bazı yazarlar, Aziz Fransua'nın karşılaştığı Sufilerin Mevlevi dervişleri olduğunu yazarlar: Bu varsayımı doğru kabul etmek zordur; ama imkansız değildir. Tarihsel olarak ispatlanması gerekir. Tarih içinde Rumi'nin ve müritlerinin ruhsallığı ile Asilliği Fransua gibi gerçek azizlerin temas kurup birbirlerinden etkilenmeleri doğru değildir. İki ruhsallık arasında paralellik ve yakınlık görünse de gerçek çok başkadır. Nitekim 15. yüzyıla kadar Mevleviler Avrupa'da hiç tanınmamışlardır.


Rumi'nin Batı'da tanınması, Franklin Lewis'in (2000, s. 499-643) kitabı gibi bazı eserlerde işlenmiştir. Bu kitap, Avrupa'nın hangi şekillerde Rumi'nin mistisizmi ile tanıştığı konusu hakkında bilgi vermek amacıyla yazılmıştır. Arşivlerde, elyazmalarında ve eski belgelerde yapılan araştırmalara başka örnekler de verilebilir.


Gerçekliğinden emin olunan Macaristanlı Giorgio (ölm. 1502), oldukça enteresan bır kişiliktir. Türkler tarafından zindana atılmasından sonra lslami ilimlere ilgi duymuş, Müslüman olmuş ve Sufilere katılmıştır. Hayatındaki bu değişimden yazdığı ünlü bir kilapta bahsetmiştir. Bu eser 1481 yılında Roma'da, Tractatus de moribus, condictionibus et nequitia Turcorum (Macaristanlı Giorgio) adıyla yayımlanmıştır. Eserde sema hakkında birçok bilgi verilmiş; ancak semadan "czamach" ve "czamar" adıyla bahsedilmiştir (Macaristanlı Giorgio, 2003, s. 120- 1). Macaristanlı Giorgio'nun eserinde dervişleri nasıl tanıdığını ve Mevlevilerin görkemli sema ayinlerini anlattığı bölümler oldukça etkileyicidir. Yazar, aylar boyunca dervişlerin yanına gidip gelmiş, onların inancını kabul etmiştir. Ancak daha sonra büyük günah işlediğini düşünmüş, Katolik inancına geri dönmüş, Sufi tarikatları için "şeytani" tanımlamasını yapmıştır. Hagiyografik eserler, Macaristanlı Giorgio'nun, Domeniken Keşişler Tarikatına girdiğini ve ölene kadar ruhban olarak yaşadığını bildirirler.

Asırlar boyunca Hıristiyan ruhbanlar Konya ve Küçük Asya'daki (Anadolu) diğer bölgelerde dervişlerle karşılaşmışlar ve yazılı tanıklıklar bırakmışlardır. Bu anlatılardan özellikle 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yazılanlar oldukça ilginçtir. Rumi ve Mevleviler, Hıristiyan ruhbanlarla hep iyi ilişkiler içinde oldular. Konyalı ermişin, yakında, Sille köyündeki tepede bulunan Eflatun Manastırının sakini Rum Ortodoks keşişlerle dostluğu olduğu bilgisine hagiyografik yazılar aracılığı ile erişebiliyoruz. Eflaki şöyle yazmaktadır:


Deyr-i Eflatun'un (Eflatun Manastırı) başpapazı, bütün papaz ileri gelenlerinden yaşlı ve engin bilgili bir adamdı. İstanbul, Frenk Sis, Canik daha başka vilayetlerden kendi dinlerinin ilimlerini öğrenmek için ona gelir, ondan din ahkamını öğrenirlerdi. işte bu başpapaz hikaye ettiği Mevlana bir gün bir dağın eteğinde bulunan bu Deyr-i Eflatun'a gelmişti. Soğuk su çıkan mağaranın dibine kadar gitti. Ben de mağaranın dışında durmuş ne olacak diye bakıyordum. Mevlana yedi gün, yedi gece o soğuk su içinde oturdu. Ondan sonra kendisinden geçmiş bir halde dışarı çıkıp yola koyuldu. Gerçekten onun mübarek vücudunda hiçbir değişiklik olmamıştı." Başpapaz. bunun akabinde yazılı kaynakları da Mesih ve eski peygamberlerin hareketlerinde ne kadar erdem varsa, hepsinin Mevlana'da mevcut olduğuna şahitlik etmiştir (Rigo, 1995, s.184).


Bu, Eflaki'nin kaleme aldığı hagiyografik yazılarda Konyalı ermişin diğer inançların müminlerine açık olduğunu belirten birçok yazıdan sadece biridir.


Kısa zaman öncesine dayanan Sufi ve Mevlevi geleneklerine ilişkin yazılı tanıklıklara göz atalım. Sufilik ve Mevlevilik fenomeninin hak ettiği ilgiyi bulması için Avrupalı seyyahların dalgalar halinde gelmesi beklenmeliydi. Seyyahların tuttukları günlükler sayı bakımından çoktur; ancak hangi günlüklerin Mevleviler hakkında bilgi içerdiği listesi hiçbir zaman yapılmamıştır. Bahsedilmesi gereken en önemli Avrupalı seyyahlardan biri Hans Christian Andersen'dir. Andersen, 1842 yılında yayımlanan En Digıers Bazars (Bir Şairin Pazarı) adlı kitabında dervişlerin kendi üzerinde bıraktığı etkiyi anlatmış ve çizimlerini yapmıştır. Fransız bir yazar olan Maurice Barres de 1922 yılında, yani tarikatların kapatılmasının arifesinde Doğu'ya bir yolculuk yapmış ve yazdığı seyahat günlüğünde Konya'daki büyük Çelebi ile karşılaşması gibi birbirinden ilginç anılarını kaleme almıştır. Barres'in yazdığı bu röportajda sema, gezegenlerin güneş etrafındaki dönüş hareketi olarak yorumlanmıştır. Mevlevi merasiminin kozmik hareketler olarak yorumlanması seyyahlar tarafından çok beğenilmiş, onlar da sema'yı kendi yolculuklarına benzetmişlerdir. Osmanlı lmparatorluğu ortadan kalkmadan önce aralarında Fransızlar, Almanlar ve lngilizlerin de olduğu birçok seyyah, yazılı tanıklıklarını bırakmışlardır. Bu seyahat yazıları bir araya toplanırsa, büyük kısmının ltalyan kültürüne ait eserler olduğu görülür. Roma asıllı Pietro della Valle (ölm. 1652), hiç yorulmaksızın Doğu'ya, Türkiye ve Hindistan'a seyahat eder. Kaleme aldığı seyahat yazıları birçok ilginç konu ve detayı içerir. Bu yazılar genellikle İtalya'da bulunan arkadaş ve yakın akrabalarına yazdığı mektuplardan ibarettir. Pietro della Valle 25 Ekim 1614 tarihinde yazdığı mektubunda Konstantinopolis'te bulunan Pera'daki dervişlerle karşılaşmasını kaleme almıştır. Bu mektupta dervişler oldukça uzun yer bulmuş ve Mevlevi yaşamı ve kültüründen bahsedilmiştir:


Türklerin genellikle camilere gidip vaaz dinledikleri bir Cuma günü, Pera tepesinde bulunan dervişlerin yaşadıkları yere gittim. Bu dervişlerin gündüz vakti güzel müzik icra ettiklerini duymuştum. Türkler arasında bizim ruhbanlarımız gibi yaşayan erkekler işte bu dervişlerdir. Dünyayı terk ediyorlar, rengi bizim Kapüsenlerimizin giysisine benzeyen kırmızıya benzer bir renkte giyiniyorlar ve bu giydiği, diğer insanlarınkinden farklı. Birlikte yaşıyorlar ve fakir bir hayat sürüyorlar. Derviş kelimesi fakir anlamına geliyor ve onların yumuşak başlı ve bir ruhban gibi güzel ve hoş giyindiklerini de ifade ediyor.


Dervişler, manastır yaşantısında olduğu gibi birlikte yaşıyorlar. Onların mescit ve bahçeleri var ve bu yerleri çok temiz ve düzenli tutarlar. Bizim ruhbanlarımız gibi ölene kadar hayatlarına bu şekilde mi devam ediyorlar, itaat ve diğer konulardaki kuralları nelerdir. bunları bilmiyorum; ama görüldüğü kadarıyla gün içinde dualara katılıyorlar ve göksel konularda derin düşüncelere dalıyorlar. Tabii ki Hıristiyanlık dışında hiçbir şey gerçekten iyi olamaz. Ama bu dervişlerin, Muhammed'i izleyenlerin içinde en iyileri olduğu söylenebilir. (... ) Pera bağlarının içindeki yerlerine gittim. Vaaz başlamıştı. Mescit doluydu. insanlar bahçeyi de doldurmuşlardı. Kapıdan ve alçak olan pencerelerden konuşmayı duyabiliyordum. Vaiz yüksek bir kürsüden uzun ve iyi konuştu, zaman zaman da kızdı. Dillerini şu ana kadar az öğrenebildiğim için konuşmayı anlayamıyordum. Vaaz bittikten sonra dervişler mescidin ortasında toplandılar ve daire oldular. Kamıştan yapılmış dört ya da beş flüt (ney), bas, tenor, kontralto ve soprano tonlarının hepsinden çalınırken çok güzel bir armoni çıkardıkları sırada dervişler dans etmeye başladılar. Dans etmeden durdukları an oldu, bazılarının dans ettiği bir an oldu, sonra hepsi birlikte dans ettiler. Yaptıkları dansta ayakların pozisyonu, parmak uçları üzerinde duruşlar lspanyolların danslarındakinin aynısıydı. Bu dansı ispanya'da öğretmeliler. Ama dervişler dans ettiklerinde tek ayaklarının üzerinde dönüyorlardı. Diğer ayak daha hızlı hareket ediyor ve adamların dönmesini sağlıyordu. Dans çok yavaş ve tatlı başladı; ama daha sonra hızlandılar ve sonunda, izleyenin hızdan gözünü rahatsız edebilecek bir hıza ulaştı. Dönerken Allah'a yakarıyorlardı ve zaman zaman yüksek sesle söyledikleri "Hu" sözü duyuluyordu. Bu kelimenin anlamı "O" dur, yani Tek Var Olan, Tanrı'dır.


Başlarının bu kadar dönüşe ve hıza dayanması tabii ki şaşırtıcı. Bazıları yarım saat hiç durmadı, bazıları da bir saatten fazla yaptı. Çok yorulduklarında bazıları duruyor, dinleniyor ve yeniden dansa başlıyordu. Diğerleri kendilerinde geçmiş bir halde yorgun düşene kadar devam ediyorlardı. Dönmekten ve nefesleri ile göğüslerinin bütün gücüyle "Hu” diye bağırmaktan yere düşüyorlardı. (Cardini, 2001 , s. 1 16-20)



Bu metinin uzunluğu, alıntılandığı eserin önemini açıkça gösteriyor. Mevlevi dervişlerin hayatları ile ilgili tüm konulara ve problemlere bu metinde değinilmiş. O dönemde Sufilerin ve dervişlerin aylaklıkla gezerek hiçbir şey yapmayan insanlar olduğu yönünde yaygın bir kanı vardı. Pietro della Yalle, yazılarında dervişlerin yaşantısı, sema ve göksel sesler çıkaran, müziklerinde kullandıkları enstrümanlar hakkında oldukça bilgi kaleme almıştır. Semanın gezegenlerin hareketlerine benzetilmesi, dervişleri oldukça ünlü yapmıştır. Romalı bu seyyahın yazdıklarına bakılırsa, semanın 17. yüzyılda spontane öğeler içerebilse de oldukça düzenli bir biçimde icra edildiği görülür. Semanın Avrupalılara, seyyahlara ve yabancı diplomatlara açık olarak yapılması her zaman eleştirilmiştir. Dervişler tanımadıkları kişileri hatta ecnebileri sema törenlerine davet ederlerse, bu ezoterik hava nasıl muhafaza edilebilirdi? Bu şekilde Avrupa farklı bir İslam tanıdı ve onun Hıristiyanlık mistisizmine olan yakınlığını gördü.



Rahip Giambattista Toderini (ölm. 1799), Türk Edebiyatı hakkında yazdığı Summa (tüm külliyat) eserinde, Mevlevilere ve onların müziklerine birçok yerde değinmiştir. Toderini, Mevlevi Doğu müziğini tanıyabilmek için çok uygun bir tarz olduğundan ve bir salonda bulunan Türk dinleyicilerin yüzünü güldürebilmek adına, keman ile Mevlevi müziğinin çalındığı bir anısından bahseder (Toderini, 1787, Cilt.-2).


Çocuk Kalbi isimli romanıyla ünlü olan Edmondo De Amicis, seyahat yazıları alanında klasik sayılabilecek İstanbul adlı eserinde 1874 yılında yaptığı geziyi anlatır. Kitapta dervişlerle ilgili olan bölüm çok uzun olmasa da bir hayli etkileyicidir.


Son günlerde önümden sıklıkla Mevlevi dervişleri (otuz iki tarikatın içinde en tanınmış olanlar) geçiyor. Pera'da çok önemli bir tekkeleri var.


Oraya aziz ve aydınlık, sanki cennetin nurunun yansıdığı yüzlerini görmeye gittim. Ama büyük bir hayal kırıklığı yaşadım! (...) Kutsal dansları bana soğuk bir tiyatro temsili gibi geldi. Hiç şüphesiz, izlemesi oldukça ilginçti. Arka arkaya yuvarlak camiye girmeleri, kahverengi mantoları, başlarını eğmeleri, kollarını saklamaları . . . (...) Ama seyyahların görüp betimledikleri vecit hallerini, kendinden geçmelerini, değişen yuzlerini göremedim. Gördüğüm tek şey neşeli ve yorulmak bilmez dansçılardı, rutin işlerini yapar gibiydiler. Genç bir dervişin kendine yakın oturan İngiliz kadının kendisine bakmasından ve gülmesinden hoşlanmadığını gördüm. ( ...) Desdemona'nın, Otello'ya söylediği gibi “Aslında ne garip şeyler!” (De Amicis, 1883, s. 523-5)


De Amicis'in eserinde de ahlaki ve estetik kaygılara değinilmiştir;



Ancak konu yine de Avrupalı okuyucunun merakını uyandırmıştır. De Amicis'in eserinde Biseo'nun gravürlerine yer verilmiştir. Resim sanatı, tarih boyunca dervişleri değişik hallerde göstermiştir. Bu resimler özellikle dervişleri vecd halinde iken konu etmiş, onları oryantalizmin en bilinen ögelerinden biri yapmıştır.


Osmanlı lmparatorluğu'nun son dönemlerinde Türkiye'de yaşamış olan misyonerler, dönüşlere çok saygıyla yaklaşmış ve bu yüzden bunları ikiyüzlü oldukları gerekçesi ile eleştirilmiştir. Genellikle "Assumpsiyonistler" olarak bilinen, Agostiniani dell'Assunzione isimli tarikat, 19. yüzyılda Katolik Kilisesi'nden kopmuş olan Şizmatik Doğu Kiliselerini birleştirmek amacıyla kurulmuştur. Bu gibi tarikatların Doğu'da açtıkları okullara yalnızca farklı Hıristiyan mezheplerinden öğrenciler değil, Müslüman ve Türk öğrenciler de devam etmiştir. Bu eğitim kurumlarının amacı kültürlerin birbirini tanımasıdır. O dönemde misyonerler tarafından hazırlanan yazıli bültenler, misyonerler ve dervişlerin arasında nazik ilişkiler hakkında çok değerli bilgiler içermektedir. Mevlevilerin başkenti olan Konya'da Assumpsiyonistler bir okul açmışlardır. Bu okulu Avrupa'dan ziyaret etmeye gelen tarikatın yöneticisi keşişler, Rumi'nin dergahında misafir edilmiş ve Mevlevilerin büyük Çelebisi tarafından kabul edilmişlerdir. Mevlevi Tarikatı'nın kapatılmasından birkaç yıl sonra bir Assumpsiyonist keşiş bir misyoner bülteninde, ne yazık ki dervişlerin şehrinde bir tek dervişin bile kalmadığını yazmıştır. Assumpsiyonistlerin Mevlevileri bu kadar önemsemesi, Mevlevilerin ruhbanlar için Doğu'ya ait garip bir oluşum olmaktan çok daha ôtede olduğunu göstermektedir (Ambrosio, 2010d).

Seyyahlar arasında ruhsal öğeler aramakta olan ezoterik araştırmacılar da olmuştur. Mistik ve intisahi arayış içinde olan bu kişilerin en önemlileri Alman Rudolf von Sebouendorff (ölm. 1945), Danimarkalı Cari Veu (ölm. 1956) ve Rus Georges lvanovic Gurdjieffdir (ölm. 1949) Gurdjieff, lstanbul'da karşılaştığı Mevlevilerin danslarından esinlenerek yeni bir dans yaratmıştır ve onun dansları 1920'li yıllarda Paris'teki Champs-Elysees Tiyatrosu'nda gösterime girecektir.


Seyyahlar, misyonerler ve Avrupalı ezoterik araştırmacıları kendilerince Rumi ve Mevlevi ruhsallığının yollarını hazırlamışlardır. 20. yüzyılda, özellikle de ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra Sufilik ve mistisizm dalgası Avrupa ve Amerika'yı sarmıştır. Bu artan ilginin merkezinde Rumi ve dervişler ile diğer kültürlere kolaylıkla ihraç edilebilen mesajları bulunmaktadır.




İnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası


Rumi ve Mevlevi Tarikatı, seyahat eden Avrupalıları etkilemiş ve bu hayranlık ve merak dalgası Rumi"nin eserlerinin Ingilizce ve Fransızcaya tercüme edilmesi ile tüm Avrupa'yı sarmıştır. Türkiye'deki Mevlevi Tarikatına olan ilgi ise 1950'li yıllardan itibaren artmış ve UNESCO'nun 1973 yılını Rumi'nin ölüm yıldönümü ve 2007'yi doğum yıldönümü ilan etmesi ile daha da pekişmiştir. Bu kutlamalar Mevleviliğin tanımladığı kültürel onamlarda gerçekleşmiştir. Mevlevilik sanat alanlarına da yansımış; müzikten sinemaya, edebiyattan tiyatroya etki etmiş ve Rumi'nin ve dervişlerin ruhsallıklarının ifadesi sanatta yer bulmuştur. Alberto Rondalli'nin Derviş filmi, Franco Battiato'nun müzikleri ve Gabriele Mandel'in Rumi'nin eserleri tercüme etmesi -dolaylı da olsa- ltalyanların Mevlevi Sufiliğini takip etme meraklarını körüklemiştir.


Edebiyat dünyasında da Rumi'nin şiirlerine ve semanın görselliğine hassasiyetle yaklaşılmıştır. Daha 19. yüzyılda iken Andersen ve Goethe gibi ünlü yazarlar lslam mistisizmini tecrübe etmiş ve bu konuya roman ve şiirlerinde değinmişlerdir. 20. yüzyılda bu ilgi daha da artmış ve günümüze kadar devam etmiştir. 1966 yılında Bosna Hersek kökenli bir yazar olan Mesa Selimovic, Derviş ve Ölüm adlı romanı yazar ve bu roman Rondalli'nin filmine ilham olur. Eser oldukça başarılı bulunup birçok dile tercüme edilmiş olsa da semazenler hakkında birçok yanlış bilgi içerir. Rumi'nin ilginç hayatından yola çıkılarak yazılmış bazı kitaplar da vardır. Fransa'da yaşayan Nahal Tajadod isimli bir araştırmacı, 2004 yılında Roumi le brule (Yanık Rumi) isimli tarihsel bir roman yazar. Bu romanın konusu Rumi'nin Şems'e, diğer dostlarına, yoldaşlarına ve hocalarına duyduğu aşkı konu alır. (Bu eser uluslararası çapça başarı kazanmamıştır; bunun sebebi de Rumiyi eşcinsel ilişki yaşıyormıış gibi sunması olabilir.)


2009 yılında Türkçe yayımlanan Elif Şafak'ın Aşk romanı, aynı yıl Avrupa dillerinde ilk olarak ltalyanca yayımlandı. Eser ancak 2010 yılında lngilizce yayımlanabildi. Şafak'ın_romanı hem mistisizme hem de dini mesajın aktarılmasını hassasiyetle işleyen en önemli eserdir. Şafak, eserinde Rumi ve dostu Şems'in hikayesini biyografik roman tarzında ve Batılı modern bir kadının bakışıyla ele almıştır. Bu kadının hayatında bir değer kargaşası vardır ve eşiyle problemler yaşamaktadır. Ella Rubinstein isimli bu kadın hayatını ailesine adamıştır ama artık yaşadığı krizin gerçek sebebi olan Amerika'dan ve ailevi alışkanlıklarından uzaklaşmaya karar verir. Rumi'nin mistik aşkının başladığı Konya'ya gitmek istemektedir.



Kitabın yazımı, hem duygu ve durumları okuyucuya hissettirme açısından hem de Rumi'nin mesajını taşıyabilme açısında çok başarılıdır. Sufi öğretisinin Batı dünyasında büyük bir etki yapmasından dolayı bazı uzmanlar, Rumi'nin bir romana konu edilmesinden pek hoşlanmamışlardır. Bir diğer taraftan aynı eleştirmenler Rumi'nin mesajının uluslararası arenada yayılmasına destek verir konumdadırlar.


Türkiye'de Sufilik ve Mevlevilik konusunda yazılan romanlar gittikçe artmakta ve ilgi ile karşılanmaktadır. Bu artışın nedeni muhtemelen Şafak'ın eserinin başarısıdır. Ahmet Ümit tarafından 2009 yılında yazılan Bab-ı Esrar isimli eser Rumi'nin hayatını, Şems ile olan ilişkisini ve Şems'in trajik ölümünü polisiye roman tarzında okuyucuya aktarır. Aynı yıl bu konuda başka başarılı romanlar daha yayımlanmıştır. Ihsan Oktay Anar, 2009 yılında yayımladığı Suskunlar adlı eserinde bir Mevlevi tekkesinin tarihini ele almıştır. Daha yakın bir zamanda da Sinan Yağmur isimli yazar, Rumi hakkında yazdığı ilk eserden sonra, 2010 yılında Aşkın Gözyaşları isimli biyografik romanı kaleme almıştır. Rumi'nin hayatını konu alan, 2008 yılında çekilen Rumi: Aşkın Dansı, isimli belgesel film ve 2009 yılında çekilen Kelebek isimli bir grup Mevlevi'nin günümüzdeki yaşantısını konu alan sosyolojik film unutulmamalıdır.


Rumi'nin bir efsane olarak yaşatılmasının altında hiç şüphesiz dini ve ruhsal olduğu kadar kültürel bir kimlik arayışı da vardır. Tarikatların yasaklanmasından sonra Türkiye, kendi ruhsal köklerini unutma riski ile karşı karşıya kalmıştır. 1950'li yıllardan itibaren, kültürel anlamda (resmi ve laik kültür de buna dahil) Osmanlı tarihindeki etkisi bu kadar önemli olan ve ahlaki eğitime kaynak teşkil eden bu fenomeni artık inkar edemezdi. Milli Eğitim bakanlarımızdan Hasan Ali Yücel, artık tarihi ve sosyal panoramada yer almayan "Mevlevi Tarikatı" ile Mevlevi kültürüne hayranlık duyan "Mevlanacılar" arasına ayrım getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nde Mevlevi kültürü birçok şairi, romancıyı, sanatçıyı ve müzisyeni etkisi altına almış; hatta Konya'nın bu mistik azizi, politikacıları bile etkilemiştir. Türkiye'de bulunan bir şehrin eski valisi, halka açık bir konferansta, politik olarak hassas kararlar vermesi gerektiği anlarda Rumi'nin eserlerini çalışmaya yöneldiğini, orada ciddi ve derin cevaplar aradığını ve bazen ekonomik sorunlarda bile bunu yaptığını belirtmiştir. Konyalı mistiğin yazıları, düşünülenin tam aksine, ekonomi hakkında birçok bilgi ve yorum içermektedir.

Türkiye'de Rumi'nin eserleri ve hayatı hakkında da bilimsel araştırmalar yapılmakta ve bu araştırmaların konusunu Mevlevi Tarikatı'nın tüm alanları oluşturmaktadır. Bu araştırmalar genellikle onlarca öğrenci, araştırmacı ve entelektüel tarafından sürdürülmektedir. 2007 yılında Rumi'nin doğum yıldönümü vesilesiyle yayımlanan Mevlana Bibliyografyası, bu alanda Türkçe ve diğer dillerde basılmış olan eserleri listeleyen bir kaynaktır. Özellikle Mevlevi Tarikatı'nı etüt etmeye yönelik birkaç yıldır var olan çok sayıdaki araştırma merkezi, konu ile ilgili dergiler çıkarmaktadırlar.


Rumi, bir şekilde bütün ülkenin ahlaki ve ruhsal kahramanı olmuştur. Bu kişinin karakterinde hem güçlü bir İslam kimliği hem de dinlerarası ve kültürlerarası açılım görülmekte, modern Tarkiye de bu yüzden onu kendine rahatça "sembol kişi" olarak sahiplenmektedir. lran kaynaklı bilimsel araştırmalar daha çok Rumi'nin edebi, dilbilimsel ve şairane yönü üzerine yoğunlaşsa da Türkiye'de bu alandaki araştırmalar daha azdır. Bunun nedeni dildir; çünkü Rumi'nin anadili Farsçadır. Rumi'nin kökeni her zaman lranlıları ve Türkleri karşı karşıya getirmiştir. lranlılar Rumi'nin lranlı olduğunu iddia etmekte, Türkler de milli kahramanlarına sahip çıkmaktadırlar. Bu zıtlık genelde milliyetçilik üzerinden yapılmaktadır. Nitekim 13. yüzyılda toplumlar sürekli yer değiştirmekte ve birçok etnik öğe iç içe yaşamaktadır.


Şu bir gerçektir ki, Rumi'nin mistik şiirleri Türkiye'de olduğu kadar Avrupa'da ve Amerika'da hiç azalmayan bir tutku dalgasını alevlendirmiştir. Batı'da global bir dünya düşüncesi hala güdülmekte iken, Rumi ve derviş figürleri "ruhsal açılım"la eşanlamlı olmuş, lslam'ın imajını yaymış ve insanın sınırlarını temsil etmiştir. Rumi'nin ve semasının UNESCO tarafından "lnsanlığın Somut Olmayan Kültür Mirası" olarak ilan edilmesi de bu yayılmaya faydalı olmuştur.


Doğu'da ve Batı'da Rumi'nin figürü üzerinde yoğunlaşan bu kültür uyanışı, Mevlevi mistisizmin evrensellik özelliğinin paylaşılma arzusunu açığa çıkarmaktadır. Mevlevi Tarikatı'nın mesajı, tüm görülen diğer ögelerine rağmen lslam'ın Kutsal Tek Allah İnancı'na bağlılık olarak tanımlanabilir. Sosyolojik olarak bakılacak olursa bu mesaj farklı halklar, kültürler ve dinler arasındaki birliğin işareti ve ümidi olarak görülebilir. Türkiye'de on yıllar boyunca Rumi büyük bir hümanist olarak görüldü. Günümüzde Amerika'da bulunan New Age grupları dahi, Rumi'nin şiirlerini aslına uygun olmayan bir biçimde çevrilmiş, evrensel birleşme düşüncesini destekleyen versiyonlarını kullanmaktadır. Bu tercümeler ile pek net anlaşılmayan bir ruhsallık çizgisi çizmektedirler.

Aslında konunun merkezi Rumi'nin ve Mevlevi Tarikatı'nın düşüncelerinin farklı kültürlere yaptığı etki ya da kültür ve sanat aktivitelerine nasıl yansıdığı değil, dinlerarası alanda yaptığı etkidir. Bu, Rumi'nin ve dervişlerin yorumladıkları lslam'ın evrensellik ve diyalog kurabilme yeteneğinin sözcüsü olabilmesine bağlıdır.




Deus Absconditus ve Deus Fugens (Saklı Tanrı ve Kaçan Tanrı -ç.11.)


Rumi'nin düşüncelerindeki dahiliğin sırrı, yaşadığı mistik tecrübeleri şiire dökmesinde saklıdır. Rumi, eserlerinde insan ve Tanrı ile yaşadığı tecrübelere değinmekte, kendi tasvirleri ve lran şiiri sanatına ait sembollerle bunları aktarmaktadır. Şiirleri, betimlenmekten ve açıklanmaktan kaçan bir Tanrı ile yaşadığı paradoksu içerir. "Saklı" ve "Kaçan" bir Tanrı ile yaşadığı derin ilişkiyi anlattığı genel üslubunda, bu Tanrı'nın inanan ve inanmayanlar arasında diyalog kurulabileceği düşüncesinin temellerini atmıştır. İran evrensel mistisizmine ait olan Rumi'nin bu yaklaşımı (Chittick, 2003), evrenin sırlarının, maddenin içeriğinin, dünyanın merkezinin ve her şeyin, dinlerin dahil, sadece dışsal bir görüntü olmadığı fikri üzerine kuruludur. Rumi'nin kurduğu ekolün, daha önce düşünülmüş olan dinlerarası diyaloğu ileriki çağlara taşıdığı söylenebilir. Rumi'nin Allah'ı içseldir, dinler ise tamamen dışsal görünümlerdir. Temelleri böyledir ve karşı çıkılamaz. Rumi, aşkın dininden ya da kalbin dininden bahsettiğinde, lslam'ın gerçek din olduğunu vurgulamamakta, dinlerin kabukları nedeni ile Hakikat'i saklı tuttuklarını, sadece ezoterik açıdan bakıldığında yaradılışın saklı anlamının anlaşılabileceğini vurgulamaktadır. Rumi'nin övgüye değer dinlerarası fikri, her türlü farklı fikirden arı bir Tanrı merkezciliktir (Ridgeon 2001). Rumi'nin din anlayışı, mutlak bir Tanrı merkezcilikte tüm farklı ögeleri ortadan kaldıran lslami bir kucaklamadır. Dünyanın kalbi ve Yüce Varlık olmanın tüm gücü ile Tanrı, farklılıkların metafiziksel doğasını siler ve her şeyi kendi aktığı nehir yatağına katar. Rumiye göre Tanrı'nın içine katılmak, her şeye ve her farklılığa açık olmaktır. Sufilerin çok iyi anlamalarının gerektiği iman akdinin radikal yorumu, bunun dayandığı noktadır. "Allah'tan başka ilah yoktur" sözü -hitabımızın Giriş bölümünde belirttiğimiz gibi- 'Tek Var Olan'dan başka hiçbir şey yoktur" anlamına gelir. Hayatın varoluşu, bu Allah'tır.


Mesnevi kitabının ikinci cildinde bahsedilen Musa ile bir çobanın karşılaşması hikayesi o kadar anlamlıdır ki, bahsetmeden edemeyiz. Sufilik hakkında önemli temel eserler bırakmış olan büyük bir oryantalist Martino Mario Moreno'nun (ölm. 1964) ltalyanca versiyonuna göz atalım. Moreno, kitabında Musa ile çobanın karşılaşmasını kısaltarak aktarmış ama metnin etkileyiciliği kaybolmamıştır:

Musa, yolda bir çoban gördü. Çoban, şöyle söylenip duruyordu: "Ey kerem sahibi Allah! Neredesin ki sana kul, kurban olayım, çarığını dikeyim, saçını tarayayım, elbiseni yıkayayım, bitlerini kırayım. Ulu Allah, sana süt ikram edeyim. Elceğizini öpeyim, ayacığını ovayım. Uyuma vaktin gelince yerceğizini silip süpüreyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun. Bütün nağmelerim, heyheylerim senin yadınladır Allahım! O çoban, bu çeşit saçma sapan şeyler söyleyip duruyordu. Musa "Kiminle konuşuyorsun” diye sordu. Çoban, "Bizi yaratanla, bu yeri göğü halk edenle" diye cevap verince, Musa dedi ki: "Vah, vah, sen sersemlemişsin. Daha Müslüman olmadan kafir oldun, bu ne saçma söz, bu ne küfür, bu ne olmayacak şey? Ağzına pamuk tıka, küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Küfrün, din kumaşını yıprattı. Çanak dolak ancak sana yaraşır. Bir güneşe bu çeşit şeylerin ne lüzumu var? Böyle sözlerden ağzını kapamazsan bir ateş gelir, halkı yakar. Zaten ateş gelmedi de bu duman ne? Can niye kapkara bir hale geldi. ruh merdutlaştı? Allah'ın her şeye kadir ve her hususta adil olduğunu biliyorsan nasıl çatıyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun? Akılsız dost. zaten düşmandır. Ulu Allah. bu çeşit hizmetlerden ganidir. Sen bunları kime söylüyorsun. Amcana, dayına mı? Allah sıfatlarında cisim sahibi olmak ve ihtiyaç var mı? Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağı muhtaç olan çarık giyer. O, "Doğmaz, doğurmaz" vasfına layıktır. Çoban. ''Ya Musa ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın dedi: elbisesini yırtıp yana yana bir ah çekti, başını alıp çöle doğru yola düştü. Musa'ya Allah'tan şöyle vahiy geldi: "Kulumuzu bizden ayırdın. Sen ulaştırmaya mı geldin, yoksa ayırmaya mı? Kadir oldukça ayrılığa sebep olma. Bence en nefret edilesi şey ayrılıktır. Ben, herkese bir huy, herkese bir çeşit kendini açıklama yeteneği verdim. Onun için övgü olan söz, sana küfürdür, ona göre baldır, sana göre zehir! Kullara ibadet edin diye emrettimse bir kar, bir fayda elde ederim diye değil, kullara ihsanlarda bulunayım diye. Hintlilere, Hintlilerin güzel sözleri övgüdür. Sintilere, sintlilerin ... Onların beni övmeleriyle kutsal olmam. Bu övgüleri sunmakla kendileri kutsal ve kurban olmaya hazır olurlar! Biz dile söze bakmayız gönle hale bakarız. Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve aşağılık olmasın! Çünkü gönül cevherdir söz söylemekse araz. Bu yüzden araz, ariyettir; maksat cevherdir (Morerıo, J 951 ,619).

Rumi'nin bu pek güzel meselinde, onun düşüncesinin ve kalp dininin iskeletini bulabiliriz. Tanrı, insanın yapabildiği her türlü duayı ve ibadeti kabul eder. Bu metinde Tanrı, Musa'yı başka itikatlara tahammül edemediği için azarlıyor. Tanrı dış görünüşe değil, kalbe bakar, içsellik, kendi gibi olmaktır ve farklılıkların özünün ortadan kalkmasıdır. Bu mesel, Musa'ya farklılıkları kabul etmesi gerektiğini öğretiyor ama bu temelde pek de doğru değildir, nitekim hikayede fakir çobana doğru din olan İslam'a yönelmesi de öğretilmiştir. Hikayenin bir sonucu da budur ve Moreno kitabında bu sonuca değinmemiştir. Hikaye şöyle devam eder:


Ondan sonra Hak, Musa'nın sırrına dile gelmeyecek sırlar söyledi. ( ...) Musa Allah'tan bu azarı duyunca çöle düşüp çobanın ardına; koştu. O hayran ışığın izini izledi, çöldeki otların tozunu silkti. (. .. ) Musa nihayet onu bulup gördü. Dedi ki: "Müjdemi ver! Allah'dan izin geldi. Hiçbir kural ve yöntem arama; daralan gönlün ne isterse onu söyle! Senin küfrün, din, dinin can nuru. Sen emniyete erişmişsin, bütün bir cihan da senin yüzünden emin durumda. Ey Allah, Allah dilediğini yapar." (Kur'an-ı Kerim, Al-i İmran Suresi, 40. Ayet) sırrına erişip o sırla her şeyden affedilmiş olan kişi pervasızca yürü, dilini aç! Çoban "Ey Musa. ben o halde, o sözden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanına bulandım. Ben Sidret-ül Münteha'dan da (Kur'an-ı Kerim, Necm Suresi, H. Ayet) aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl öte gitmiştim (Mesnevi, 11. Cilt, 1 772-1815. beyitler).


Çoban gerçek dinin ibadetine başlamış, öne doğru şahlanmıştır. Çobanda olan değişim dışsal değil, içseldir. Bu değişimle artık her şeyi hakikatin ışığında görebilecektir. Bu değişimin sebebi Musa'nın onu imana çağırmasıdır. ikisi de içsel olan, gizli ama gerçek hakikati öğrenmiştir. "Deus absconditus" (Saklanan Tanrı) ile "Deus fugens" (Kaçan Tanrı) burada karşımıza çıkıyoruz. Rumi, burada insanın Tanrı'yı kavrayamayacağını, Tanrı ile ilişki kurmanın çok farklı ve insandan kaçan bir tecrübe olduğunu belirtmektedir.


Hakikati gizli bir şekilde içinde barındıran Tanrı ile somut bir tecrübe yaşamak günümüz insanlarından saklıdır. Bu tecrübe ruhsal yolcuların yaşayabilecekleri bir his ve kültürel bir rölativizmdir. Çağımız insanı, Rumi'nin şiirlerini okuyarak kendini derin ve sözle anlatılamayan bir ruhsal tecrübenin içinde bulur. Bu tecrübe dogmatik kategorilerden çok uzaktır. Rumi'nin Allah tutkusu ile insanların kalplerini fethetme dehası, hiç açıklanmamış olan Allah'ın hakikatini arama yeteneğinde saklıdır. Bu Allah, Rumi'nin O'nu algılamasından sürekli olarak kaçmaktadır. Bu bakış açısıyla, dini farklılıkların ve farklı dinden olan müminlerin bir araya gelmesi için bir engel teşkil etmediği söylenebilir. Tabii ki Rumi, lslam'ın bir sözcüsü olduğunu inkar etmez; belki de o lslam'ın gerçek mesajını en iyi anlayan kişidir.


Rumi'nin dinlerarası diyaloğa açık olan fikirleri, lran mistik şiirlerinin evrensellik perspektifi ile yeniden değerlendirilmelidir. Bununla varılacak sonuç, İslam inancının mesajının Sufilerce yorumlanış biçimi olacaktır. lslam inancında dini farklılıklar düşüncesi vardır ve bu farklılıklar dışlanmaz. Rumi, dinlerarası diyalog konusunda bir mesaj vermemiştir; lakin yazılarında eskatolojik (ahiretbilimsel) olarak beşeriyetin birliğinin Tanrı'da mevcut olması yer alır. Renkler teorisi, Rumi'ye göre Tanrı fenomeninin çoğul bir şekilde kendisini ifşa etmesi olarak açıklanabilir. Rumi şöyle der:


"Renksizlik” alemi, renge esir olunca bir Musa öğrencisi, öbür Musa öğrencisi ile savaşa başlar. Ôzünüzde eskiden var olan renksizlik alemine ulaşırsanız Musa ile Firavun arasında barış olur." (Mesnevi, l. Cilt, 2466-2467)


Müslüman bir filozof bu beyitleri şöyle yorumlar:


Sufilik'te renksizlik alemi renkleri reddetmek anlamına gelmez. Aynı zamanda Tanrı fenomeninin özelliklerini taşır ve iç dünyamızın tekamülünü sağlar ve Mutlak Olan'ı anlamamıza olanak verir. (. .. ) Nitekim başka bir taraftan da farklılıklara rağmen, kaynak tektir ve insanlar kime taparlarsa tapsınlar aslında Tanrı'ya tapmaktadırlar; çünkü O, görünen tüm yaradılışın kaynağıdır. Her dinde hakikatin bir parçası vardır. Bu düşünceden yola çıkarak Sufilerin dini azınlıklara nasıl yaklaştıklarına bakabiliriz. Sufiler dini azınlıkların ibadetlerini kabul ediyor ve anlayış gösteriyor, onlara sık sık kardeşçe yardım ediyor ve kültürel bir açılımdan ötesini yaşıyorlardı (Gürsoy, 2003, s. 263).

Farklılık içinde birliğin temeli sadece Avrupa felsefesine ait olmayan bir hoşgörünün meyvesidir. Rumi'nin bu konudaki düşünceleri, İslam hoşgörüsünü oluşturan felsefi öğeleri içerir, dini nedenlerden dolayı zulüm yapılmasına karşıdır ve dini özgürlük haklarını garanti altına alır (Masroori, 2009). Bu büyük hocanın felsefesi, her şeyin kaynağı olan Allah Aşkı'ndan doğar. Bu kaynak her şeyi kucaklar ve yeni bakış açılarına, özellikle de Aşk Dini'ne (Aşk Şeriatı'na) kapı açar. Rumi'nin aşk şeriatı, diğer dinlerden ayrıdır:


"Aşk şeriatı, bütün dinlerden ayrıdır. Aşıkların şeriatı da Allah'tır mezhebi de. (Mesnevi, 11. Cilt, 1 770)


Bu söz, tüm hakikati içeren varlığın tekliği (Vahdet-i Vücut) felsefesine dair söylenmiş bir sözdür. Şuna dikkat edilmelidir, bu sözün içinde geçen "din" kelimesi, orijinal metinde "millet"tir, yani halktır. Kelimesi kelimesine bir tercüme ve felsefi bir analiz yapmak, bu sözün daha az şairane ancak evrensel ve realistik anlamını ortaya çıkarabilir: "Aşk dini, bütün dinlerden ayrıdır. Aşıklar için her halkın ve her mezhebin dini Allah'tır. Rumi bu sözüyle açıkça aşk dinini, yani Allah aşıklarının dinini diğer tüm sosyolojik ve dini oluşumlardan ayırmaktadır. lslam'ın farklı inanç ve mezheplerinin her biri “Tek Aşk"ın ifşasıdır. Zeka, Aşk Dini'ni aşar; dinlerin farklı olduklarını ve var olduklarını kabul etmek zorundadır. Aşksız olan her şey boşuna yaratılmıştır, Aşksız geçen zaman anlamsızdır, hatta Yüce Allah'ın huzurunda bir ayıptır:


"Aşksız geçen zaman Allah'ı gücendirir." (Divan, 97613)


Rumi, Yüce Allah'ı Aşk Dini"nden ayrı tutmaya özen gösterir. Hatta bu iki kavram üzerinde bir oyun oynar: Aşk Dini, Aşıklar için Allah'ın; ama Allah Aşk Dini'nde değildir. Aşk'ın kendisi Allah degildir; ancak Allah'tan uzak olması düşünülemez. Rumi'nin Allah'ı fugens'tir (kaçar), çünkü absconditus'tur (saklıdır). Aşığa ulaşmaya çalışan Aşk, birleşmek ve bir olmak için bir gerilim (tansiyon) yaşamaktadır.


Rumi'nin mistik şiirleri, İslami bir perspektifteki hoşgörü ve diyalog ilahiyatı konusunda önemli işaretler ortaya atar. Son dönemde yaşayan lranlı düşünürler, hoşgörü ve özgürlük alanlarında yeni düşünceler kurmaya çalışmışlardır. Bunların arasında bulunan Abdulkerim Soruş (2009), Sufilik konusunda yaptığı çalışmalar sayesinde Kur'an ve Peygamber'in mesajlarında bulunan özgürlük ve hoşgörü gereksinimlerini işlemiştir. Düşünceleri büyük ölçüde Rumi'nin eserleri ve özellikle Mesnevi konusunda yaptığı çalışmalardan etkilenmiştir. Başka dinleri derinden kabul etme girişimi, hiç şüphesiz lran mistisizminin ve Rumi'nin mesajının meyvesidir.


Bu dünyada Konyalı mistiğin çok sevdiği terimler olan farklılık, zıtlık ve savaş yaşansa da, Allah insanlar için dostluğu ve birliği yaratmıştır. Sufi ve Mevleviler bu tansiyonu devamlı olarak, insanın kötülük eğilimlerinin derinliğinde zafer kazanan bir tutku ve "aşki" bir şekilde yaşamaktadırlar:


"Hayat, zıtların uyum içinde olmasındadır; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil! Tanrı'nın lütfu, bu aslanla yaban eşeğine, bu iki zıdda dostluk vermiştir." (Mesnevi, I. Cilt, 1 303-1304)


Rumi'nin şiirlerindeki beyitler, kesin olarak Tanrı'nın aynı anda absconditus ve fugens olduğunu belirtir. Ruhani itikatların insanların somut olarak aktarmaları konusunda bu bir temeldir:


Ey Celaleddin (Rumi), uyu ve sözü unut! Çünkü bir aslan bir leoparı asla yakalayamaz (Divan, III 96112).



ALBERTO FABIO AMBROSIO

DERVİŞLER TARİHİ, ANTROPOLOJİSİ, MİSTİK YÖNÜ

Çevirmen: Buğra Poyraz

Kelebekler Bahçesi / Konya

 


Amasya / Ferhat'ın deldiği dağlar

 


17 Eylül 2023 Pazar

Osmanlı Kuruluş Meselesi ve Osmanlı Kimliği

 


Osmanlı Beyliği Hakkında Ortaya Atılan Kuruluş Nazariyeleri


Bilhassa XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında oryantalistler, Osmanlı Devleti’nin kökenlerini araştırma ihtiyacı duymuşlardır. Bu oryantalistlerden bazılarının ortaya koyduğu fikirler Türk tarihçilerinin tenkidine maruz kalmıştır. Bunlardan Paul Wittek’e (1894-1978) göre Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda gazilerin payı ile birlikte sınırda kurulmasının payı büyüktür. Devletin kuruluşunda kabile yapısından daha çok sonradan bu kabileye katılan unsurların etkisi ile devletin kurulduğunu ve Bizans sınırlarındaki unsurları da bünyesine kattığını savunur. Bu tezini de gaza ve cihad ruhu ile destekler. Wittek’in ısrarla üzerinde durduğu diğer bir konu Osmanoğulları’nın Kayı boyundan olmadıkları tezidir. Ona göre Osmanoğulları’nın Kayı ile bağ kurulması beyliğin kuruluşundan 150 yıl sonradır. Diğer bir müsteşrik Herbert Adams Gibbons (1880-1934) ise dinin etkisiyle birlikte yeni Müslüman olan bir topluluğun tesiri üzerinde durur. Ona göre Osmanlı Beyliği’nin kurucuları köken itibariyle gayrimüslimdir. Moğolların önünden kaçan bu topluluk, Müslüman olduktan sonra yeni Müslüman olmanın heyecanıyla birçok gayrimüslim toplumu da zorla Müslüman yaparak dine dayalı yeni bir Osmanlı ırkı meydana getirmiştir. Kanaatimizce böyle bir kanıya varmasının nedeni bilinçaltında yatan tarihsel gerçekleri kabul etmeme düşüncesidir. Osmanlı Beyliği’nin daha sonra ortaya çıkardığı medeniyeti kabullenmekte güçlük çekseler de ortadaki medeniyet gerçekleri inkârı zorlaştırmaktadır. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. O da Osmanlı Beyliği’nin kurucularının aslında gayrimüslim bir gelenekten geldiği tezi ile medeniyetin kökenlerini ve kurucularının Müslüman ve Türk olamayacağı iddiasını ortaya sürmek istemeleridir. Bunu doğrudan ifade edemeseler de dolaylı yollar ile ortaya koymak için bilimsel dayanak arayışına girmiş olabilirler. Bu da Osmanlı Beyliği’nin kurucularının gayrimüslim bir gelenekten geldiği tezini savunmalarına neden olmuştur. Osman Bey’in karizmatik yapısı Bitinya bölgesindeki gayrimüslim tebaanın onun etrafında toplanmasına yardımcı olmuştur. Gibbons’un dönemin kroniklerinden atıflar yaparak Osman Gazi’nin Şeyh Edebali’nin tekkesine giderek İslam ile tanışmış olabileceği izlenimi vermeye çalışması dikkat çekicidir. Gibbons’un bu tezi Köprülü’nün tenkidine maruz kalmıştır. J. Marquart (1864-1930) Osmanlı Beyliği’nin kurucularının Moğol olduğu tezini savunmaktadır. Köprülü’ye göre Marquart tarihi bir hata yapmış ve Moğol boyu olma “Kay”lar ile Oğuz boyu olan “Kayı”ları karıştırmıştır. Nicolae Jorga’da (1871-1940) Osman Bey’in kökenini Moğol kabilelerine dayamak için izahatlar yapar. Köprülü ise hem Marquart hem de Jorga’yı tenkit ederek görüşlerine katılmaz ve aşiret yapısının devletin ortaya çıkması üzerindeki etkisinden bahseder.


Tüm bu tartışmalara baktığımız zaman beyliğin kurucusunun isminin gerek İslami ve gerekse Hristiyan kaynaklarında farklı şekillerde yer almış olması, Osmanlı Beyliğinin ortaya çıkışı gibi kurucusunun kimliği ve kökeni üzerinde de tartışmaların yoğunlaşmasına neden olmuştur. Osman Bey’in babası Ertuğrul’un, Ertuğrul’un babasının, Osman Bey’in kardeşlerinin ve yakın akrabalarının Türkçe isimler kullanmasına rağmen beyliğin kurucusu kabul edilen Osman Bey’in Müslüman bir ad almış olması üzerinde dikkatle durulan bir konu olmuştur. Bu konu da Erzi ve Deguignes Arap kaynaklarından hareketle devletin kurucusunun isminin Ataman ve Taman/Toman şeklinde geçtiğini ve bunun Osman ile karıştırıldığını ileri sürmektedirler. Giese ve Babinger, Osman’ın diğer adının Ataman olabileceğinin üzerinde duran araştırmacılar arasındadır. Kramers ve Moravcsik de konu hakkında görüş beyan eden önemli araştırmacılardandır.



Osman Gazinin Ataları ve Osmanlı Beyliğini Ortaya Çıkaran Amiller



Birçok bilinmez ortada dururken tüm bu tartışmaları dikkatli bir şekilde değerlendirdikten sonra, Osmanlı Beyliği’nin ortaya çıkışı ve bu beyliğin devlete dönüşmesinin temellerini Moğol istilası ve bundan önce meydana gelen Türklerin Maveraünnehir, Horasan ve Harezm havzasındaki faaliyetlerine kadar götürebiliriz. Selçuklu Türkleri 1040 Dandanakan savaşı sonrası zikredilen bölgelerdeki hâkimiyeti Gaznelilerden devralmışlardır. Bundan sonra batıya doğru harekete eden Türkmen nüfus, Anadolu ve çevresinde önce Büyük Selçuklu, akabinde Anadolu Selçuklu, Danişmendli, Artuklu, Mengücekli ve Saltuklu devletleri başta olmak üzere birçok devlet ve beylik kurmuşlardır. 1071 Malazgirt savaşı sonrası Anadolu’ya yoğun bir Türkmen akını meydana gelmiş bu zaferden yaklaşık bir asır sonra Miryokefalon(1176) savaşı ile Anadolu’daki egemenlik mücadelesinde Selçuklu Türkleri özelde Bizans genelde ise Avrupa karşısında mutlak bir galibiyet elde etmişlerdir. Çünkü 1071 Malazgirt zaferinden hemen sonra 1095’te başlayan Haçlı istilası, fasılalarla 1272 yılına kadar yaklaşık iki asır sürmüştür. Bu süre zarfında Anadolu, Avrupalılar tarafından Selçuklu Türklerinin egemenliğinden kurtarılmak istenmiştir. Haçlı istilası devam ederken de Bizans kendisi Selçuklu Türklerinin Anadolu’da yayılmasını engellemek için her yola başvurmuştur. 1176 yılından sonra Bizans’ın ümidi iyice zayıfladığı gibi Anadolu’yu Selçuklu Türklerine terk etmek zorunda kalmıştır.


1260-1310 döneminde de Bizans egemenliğinden boşalan sahil şeridini Türkmen deniz beyleri doldurmuştur. Selçuklu Türkleri ile birlikte sınır boylarındaki Türkmen beylerinin elde ettiği başarılar, Maveraünnehir, Horasan ve Harezm havzasından Anadolu’ya akın eden Türkmenler için bu bölgeleri güvenli hale getirmiştir. Hemen bu süreçte ve öncesinde başlayan Moğol istilası, Anadolu’ya Türkmen akınlarını hızlandırmıştır. Tarihçiler üzerinde uzlaşmamış bile olsalar Osmanlı Beyliği’nin kurucularının Anadolu’ya akın eden bu grup içerisinde olma ihtimali tarihi bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır. Beyliğin kurucusu Osman Gazi’nin atası Gündüz Alp veya Süleyman Şah, onun oğlu Ertuğrul Gazi, Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi hakkında kaynaklar ne kadar kıt bilgi verirse versin, ortaya konan ciddi eserler ne kadar geç olursa olsun, Osmanoğulları’nın Oğuzların hangi boyuna mensubiyeti hakkında tartışmalar devam etsin veya Osmanoğulları’nın Kayı boyuna mensup olmaları daha sonrada bir meşruiyet aracı olarak kullanılırsa kullanılsın, ortada bir gerçek vardır ki beyliğin kurucuları daha Anadolu’ya girmeden önce Müslüman olmuşlardır. Daha sonradan Müslüman olmaları ihtimal dâhilinde bile değildir. Osman Gazi kurucu bir lider olarak cedden ve cedden Müslüman ve Türk’tür.


1040 Dandanakan mücadelesi ile başlayan süreç sonrası kurulan Türk devletlerinin egemen olduğu sahalarda Türk kültürü gelişme kaydettiği gibi bu alanlara birçok Türk boyu gelip yerleşmiştir. Akabinde başlayan Moğol istilası sonrası Moğolların önünden kaçanlar için bu devletlerin egemen oldukları sahalar güvenli bir yaylak ve kışlak haline gelmiştir. İşte Osmanlı Beyliği’ni ortaya çıkaranlarda böyle bir ortamda yetişmişler ve Anadolu’ya sığınmışlardır. Bilhassa 1230 yılından sonra Moğol baskısı artmış ve binlerle ifade edebileceğimiz Türkmen grup Anadolu’ya gelmiştir. O dönemde Anadolu’nun hâkimi konumunda bulunan Anadolu Selçuklu Devleti gelen bu Türkmenleri düzenli bir şekilde uç bölgelerine yerleştirmiştir. Bu yerleşmenin bir neticesi Bizans’tan feth edilen bu uç bölgelerinde yeni beylikler ortaya çıkmıştır. İşte Osmanlı Beyliği de bu beyliklerden bir tanesidir. Ve yaklaşık bir yüzyıl içerisinde hem Anadolu hem de Balkanlarda egemenliği devralmıştır.


Uç Beyleri Selçuklu idaresine bağlı olmakla birlikte çoğunlukla kendi başlarına hareket etmişlerdir. Zaman zaman Moğollarında tazyiki ile uç beyleri merkezi idareye yani Moğol-Selçuklu yüksek egemenliğini temsil eden güce bağlı kalmaya zorlansalar da kendi egemenliklerini pekiştirmek için uğraşmışlardır. Moğol baskısının azalmasıyla da Selçuklu idaresini dinlemez olmuşlardır.


Uç siyasi yapısının Osmanlı Beyliği’nin ortaya çıkmasında etkisi kadar beyliğin kuruluş öncesi dönemde Anadolu’da etkili olan Gaziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum ve Bâciyân-ı Rûm’un önemini de küçümsememek gerekir. Bunlardan ilk defa bahseden Aşıkpaşazade Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması ile birlikte beyliklerin siyasi otoritelerini yerleştirmedeki etkisi üzerinde durur.


Gaziyân-ı Rum: Bunlar Anadolu’ya gelerek Allah yolunda gaza yapan cengâver yiğitlerdir. Uç bölgelerine gelen bu yiğitler, Osmanlı Beyliği’nin gelişmesinde de büyük katkı sağlamışlardır. Allah yolunda savaşan bu Alp’ler feth ettikleri yerleri de kendilerine yurt edinmişlerdir. Osmanlı’nın kuruluşunda tartışmasız büyük yeri olan Kayılar umumiyetle Alp sıfatını taşımışlardır. Aykut Alp, Konur Alp, Turgut Alp bunlardan sadece tarih kitaplarında yer bulabilenlerdir.


Ahiyân-ı Rum: Bilhassa 1243 Kösedağ Savaşı sonrası, Selçuklu hâkimiyetinin Anadolu’da yavaş yavaş zayıflamaya başlaması ile birlikte ortaya çıkan Anadolu Beylikleri döneminde, Ahilerde Anadolu’da yerel egemen otorite olarak söz sahibi olmaya başlamışlardır. Kısaca Ahiler devlet otoritesinin zayıfladığı yerlerde siyasi ve askerî yönlerini daha çok ön plana çıkarmışlar, hatta Ankara ve çevresinde 1290-1354 tarihleri arasında hükümet bile kurmuşlardır. Sivas, Konya, Bursa ve Kayseri gibi Anadolu’nun önemli şehirlerinde de Ahilerin hükümet üzerindeki etkisi çok fazladır. Ahiler etkili oldukları şehir, kasaba ve köylerde Anadolu Türkmen Beylikleri ile birlikte Moğol baskısı ve zulmünün Anadolu halkı üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmaya çalışmışlar, uç bölgelerinde Moğolların önünden kaçarak gelen Türkmen gruplarına yeni yerleşim yerleri açarak onların sosyal ve ekonomik hayata katılmaları konusunda destek olmuşlardır. Bizanslılardan alınan ve Rum ahali ile meskûn bulunan şehir ve kasabaların yalnız nüfus çoğunluğu itibariyle değil, iktisadi faaliyetin karakteri, kültür ve yaşayış itibariyle de Türkleşmesi ve İslamlaşmasında Ahi Teşkilatı’nın büyük rolü olmuştur.


Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve devlete adını veren Osman Gazi, dönemin önemli şahsiyetlerinden biri aynı zamanda bir Ahi olan kayın pederi Şeyh Edebali’den fütüvvet şalvarını giymiştir. Oğlu Orhan Gazi ve torunu Sultan I. Murad’da Ahidir. Yeniden tetkike muhtaç bazı kaynaklarda, Ahi Evren Osman Gazi’nin çağdaşı olmasa da, Osman Gazi’nin Ahi Evren’in elinden kılıç kuşandığı bilgisi de mevcuttur. Netice itibariyle Osman Gazi’nin çevresinde, başta kayınpederi Şeyh Edebali olmak üzere birçok Ahi liderinin yer alması, bazı menakıpnamelerde bu konunun ele alınması Ahilerin Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki etkisini göstermesi bakımından yeterlidir. Osman Gazi’nin vefatı üzerine(1324), onun yerine geçecek kimseyi seçmek için yapılan toplantı Edebali’nin yeğeni Ahi Hasan’ın zaviyesinde gerçekleşmiştir. Orhan Gazi ve oğlu Süleyman da yeni fethedilen yerlerde diğer dervişlere yaptırdıkları vakıflar gibi Ahi dervişleri içinde vakıflar yaptırmayı ihmal etmemişlerdir. Ahilerin, Osmanlıların kurulup gelişmesindeki rolü o derece büyük olmuştur ki, ilk askerî birlik olan yaya ve müsellem birliklerinin kıyafetleri bile Ahilerin giyeceklerine benzetilmişti. I. Murad döneminde kurulan yeniçeri teşkilatının kıyafetinde Ahi başlığı kullanılıyordu. Bu anlamda Osmanlı Devleti, Ahilerden gerek Anadolu’daki gerekse Balkanlardaki fetih ve genişleme sürecinde etkin bir şekilde yararlanmıştır. Yani Ahilerin iktisadi ve içtimai yönlerinin yanı sıra alperen, gazi, yiğit, ayyar denilen seyfî(askerî) özellikleri de mevcuttur ve bu durum Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında da kendini göstermiştir. Osmanlı tımar defterleri incelendiği zaman birçok tımar sahibi Ahi karşımıza çıkmaktadır. Ahiler bu askerî yönlerinin yanı sıra ordunun lojistik faaliyetlerinde de yer almışlardır.


Abdalân-ı Rum: Bu gurup Moğol baskısı sonrası Anadolu’ya sığınan Türkler arasında köy-köy, kasaba-kasaba gezerek göçün getirmiş olduğu ağır şartlar altında ezilen Türk halkına maneviyat aşılayarak hizmet etmişlerdir. Anadolu’ya girdikten sonra önemli görmüş oldukları kavşak noktalarında, köylerde, kasabalarda, yerleşim yerlerinin yakınlarında tekke ve zaviyeler açarak Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasına katkı sağlamışlardır. Aynı zamanda bölgelerindeki siyasi otoriteden destek görerek siyasi birliğin sağlanması ile birlikte milli birlik ve beraberlik içerinde yaşanmasının temininde önemli katkı sağlamışlardır.


Bâciyân-ı Rûm: Âşıkpaşazâde’nin gāziyân-ı Rûm, ahîyân-ı Rûm, abdalân-ı Rûm ile birlikte zikrettiği Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde üzerinde durduğu dinî cemaat ve sosyal zümrelerden biri de bâciyân-ı Rûm’dur. Bâciyân-ı Rûm kadınlardan meydana gelen bir teşkilâttır. Osmanlı Beyliği’nin ortaya çıkmasından sonra dönemin kaynaklarında Anadolu kadınlarının dini faaliyetlerinden bahsedilir. Teşkilatın kuruluşu Ahi Evran’ın eşi Fatma Bacı sayesinde olmuştur. Daha sonraki dönemde İbn-i Battuta dışında Niğdeli Kadı Ahmed “el-Veledü’ş-Şefik” adlı eserinde Taptuklu Türkmen dervişlerin hanımlarının faaliyetleri hakkında bilgi verir.


Beyliğin Tarih Sahnesine Çıkışı ve Osmanlı Kimliği



Osmanlı beyliğini çağdaşı olan diğer devletlerden ayıran en önemli özelliklerden birisi, adını kurucusundan alan hanedanın, Türk ve İslam dünyasında eşi ve benzeri bulunmayacak şekilde asırlarca egemenliğini devam ettirmiş olmasıdır. “Âl-i Osman” olarak adlandırılacak bu hanedan üç kıtaya yayılmış olan imparatorluğu asırlarca bir arada tutmayı başarmıştır. Hanedanın meşruiyeti hiçbir zaman tartışılıp sorgulanmamıştır.


Bu hanedanın ilk kurucusu Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’nin vefatı sonrası Beyliğin başına Osman Bey çok fazla bir sorunla karşılaşmadan çıktı. İhtiyatlı bir şekilde Bitinya havzasında fetihlerine devam etti. Osman Gazi 1300 tarihine doğru Eskişehir’den İznik’e ve Bursa ovasına kadar olan bölgede oldukça kuvvetli bir beylik kurmayı başardı. Bunun sonucu 23 Temmuz 1301 tarihinde Bizans’a karşı kazandığı zafer sonrası bölgede egemen bir güç olarak “ben de varım” dedi. Bu arada Osman Bey, Bizans aleyhine genişlemeyi sürdürürken, Bizans tekfurları arasındaki mücadelelerden yararlandı. Bizans tekfurlarından Mihail ile bir ittifak antlaşması yaptı ve işbirliğine girişti. Osman Gazi Karaca Hisar’ın fethinden sonra kardeşi Gündüz Alp’e fetih politikası konusundaki görüşlerini sorduğu zaman; Gündüz Alp “Civarımızdaki illeri vuralım, bozalım” diye cevap verdi. Bunun üzerine Osman Gazi bunun yeni kurulmakta olan devlet için yanlış bir politika olduğunu ifade ederek. Böyle bir politika takip edilirse Karaca Hisar’ı imar edemeyeceklerini söyledi. Osman Gazi kardeşi Gündüz Alp’e “komşularımız ile iyi geçinelim, dostluk edelim ki beyliğimiz bölgede tutunabilsin” demiştir. Kardeşinin yağma fikri ile birlikte Germiyan tarafından gelen yağma akınlarına karşı Hristiyanları koruma görevini üstlenmiştir. Osman beyin kuruluşta uyguladığı bu istimâlet politikası daha sonraki dönemde de devam etmiş ve Osmanlının yayılması ile birlikte genişlediği yerlerde kalıcı olmasını da sağlamıştır.


Osman Gazi’den sonra beyliğin başına geçen Orhan Gazi, Pelekanon (Maltepe) savaşında Bizans kuvvetlerini ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu zafer ile Orhan Gazi Bizans karşısında mutlak bir üstünlük kazanarak ilk ciddi başarısını elde etti. Aynı zamanda kendinden de söz ettirmeye başladı.


Osmanlıların Balkanlara ayak bastıkları ve Rumeli’de fütuhat yapmaya başladıkları sırada Tuna nehrinin kuzeyinde Buğdan ve Eflâk prensliği bulunuyordu. Osmanlı Devleti, 1371’de Bulgaristan ve Makedonya’yı ele geçirdi. Macar kralı Sigismund, Osmanlı Devleti’nin Macaristan’ı tehdide başladığını görünce Bulgarların hamisi tavrını takınmış, fakat 1396 senesinde Niğbolu meydan muharebesinde büyük bir hezimet alarak canını güçlükle kurtarıp Karadeniz’den İstanbul ve Adriyatik yoluyla memleketine dönebilmiştir. Bu sırada Habsburg hanedanının başında Alman imparatoru olarak Bavyeralı IV. Ludvig bulunuyordu. Papa bunun yerine Fransa kralı Güzel Filip’in oğlu IV. Şarl’ı getirmek istemesi üzerine Ludvig, kendi imparatorluğu için Papa’nın tasdikine ihtiyacı olmadığını ileri sürmüş ve nihayet aforoz edilerek 1346’da Papa XII. Benuva’nın namzet gösterdiği Lüksemburglu Şarl, Alman İmparatorluğu’na seçilmiştir. Şarl’dan sonra Alman İmparatorluğu’na seçilenlerin en meşhuru Lüksemburg hanedanından Sigismund ile onun damadı Habsburglardan II. Albert idi. Sigismund, 1410’dan 1437’ye kadar, Albert ise 1438 – 1439 yıllarında Alman İmparatoru olmuştur. Albert, Papa’nın nüfuzunu kırmak için Bal şehrindeki meclis kararını, Mayans’ta topladığı bir heyete tasdik ettirmiştir. Albert, Osmanlıların Rumeli’deki faaliyetlerini önlemek için asker sevk etmiştir. Albert’ten sonra Alman İmparatorluğu’na gelen Frederik zamanında (1440-1493) Osmanlı akıncıları Macaristan’a girmiş, Macar Kralı Matyas Korven, bu akınlara karşı, Alman imparatorundan yardım istemiş ise de bunu önleyememiş ve Osmanlılarla sulh yapmaya mecbur olmuştur. Yaşanan bu gelişmeler sonucu Osmanlı egemenliği Balkanlarda yerleşmiştir.


Tarihçiler, Osmanlı Devletinin kısa bir zaman içinde Anadolu ve Balkanlarda genişlemesinin sebepleri arasında askeri gücün yanında, bir de manevi ve sosyal yönleri üzerinde durmaktadırlar. Bunun için Osmanlı yönetiminin fethedilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak siyaseti, diğer bölgelerdeki gayrimüslimlerin Osmanlı ordularına karşı mukavemetini azaltan en önemli faktördür. Nicolae Jorga “... Bir asır içinde yerlerini Osmanlı imparatorluğuna terk eden Balkan Hristiyan devletleri, umumiyetle sanıldığı gibi, Hristiyan dinini yok etmek isteyen mutaassıp bir düşmanın sebep olduğu dinî bir katastrofla ortadan kaldırılmış değildirler...” der. Ayrıca Ortodoks olan Balkan halkının, Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edilmesine karşılık, Türklerin, gayrimüslim cemaatlerin dinî ve vicdani hislerine saygı göstermesi, bu insanların Osmanlı yönetimini kurtarıcı olarak karşılamasına sebep olmuştur. Halil İnalcık “...Orhan ve etrafındakilerin Hristiyanlara karşı ne kadar müsamahakâr davrandıklarını 1355 de Osmanlıların eline esir düşmüş olan Selânik başpiskoposu Gregory Palamas’ın mektupları açık bir şekilde göstermektedir. O, her yerde Hristiyanları tam bir serbesti içinde gördü. Orhan, Palamus ile ulema arasında umumi bir münakaşa yaptırdı.” Diye nakl etmektedir.


Türkler Anadolu’da Hıristiyan halkın varlıklarını ve idare tarzlarını bozmayarak, onları kendi nüfuzları altına nasıl aldılarsa bu durumu Rumeli’de de daha geniş suretle ve onların eski varlıklarını muhafaza etmek üzere tatbik etmişlerdir ki, bunu Osmanlı tahrir defterlerinde birçok misalleriyle görmekteyiz. Zaten baştanbaşa Hıristiyanlarla meskûn olan Balkan yarımadasında bu tarzdaki hareketin Osmanlı fetihlerini kolaylaştırarak, az zamanda o kıtayı feth sebebidir. Osmanlı Devletinin ilk dönemlerinde, gayrimüslimlere tanınan statü, büyük bir değişikliğe uğramadan Tanzimat’a kadar devam etmiştir. Özellikle Fatih’ten sonra çeşitli milletler dinlerine göre sistemleştirilerek bir dengeye varılmıştır. Tüm dinlere özgürlük tanınarak herhangi birinin asimile yoluna gidilmemiştir. Jean Bodin “padişahın” yalnız İslâm dininin başı olmakla kalmadığını, aynı zamanda Ortodoksların, Katoliklerin ve Musevilerinde başı olduğunu, bunlar arasında eşit muamele ettiğini ehemmiyetle yazmaktadır.


Tahrir ve mevkufât defterleri incelendiği zaman Türkler ile Rum, Ermeni ve Yahudilerin iç içe yaşadığını görmekteyiz. Bunun dışında bazı şehirlerde sadece Ermeni ve Yahudi mahalleleri kurulmuştur. Mal ve mülk sahibi olma haklarına kusursuz sahip olan gayrimüslim cemaatler, devletin kendi miri toprakları üzerinde halka tanıdığı “tasarruf” haklarında da Müslümanlar gibi yararlanıyorlardı. Bundan başka, cemaatler bekçi ve kethüdalarını kendi içlerinde seçerek, hükümet önünde, Türklerden ayrı cemaatler halinde temsil olunmakta idiler. Bu gibi cemaatlerin mensupları Müslüman esnafa ait ahi derneklerine giremezlerdi. Fakat kendi aralarında esnaf teşkilatı kurmalarına izin verilmiştir. Cemaat kişileri arasındaki ilişkileri düzenleyen din ve geleneklerine, ya da kendi aralarındaki anlaşmaya göre meydana gelmiş kuralları, devlet kendi kanunu imiş gibi kabullenmekte idi. Osmanlı kadıları hükümlerini bu kurallara göre vermekte idiler. Osmanlı devleti, toplum üzerindeki yetkilerini yönetim, maliye ve askerlik konularıyla sınırlandırmıştır. Bunların dışında kalan, eğitim, haberleşme, sosyal güvenlik, dinî işler gibi günümüz devletlerinin temel fonksiyonlarını, din ve mezhep esasına dayalı millet teşkilatları eliyle yürütülmek üzere reayaya ve bu amaçla kurulmuş vakıflara bırakmıştır.

Bitinya havzasında küçük bir beylik olarak ortaya çıkan Osmanlı Beyliği, yaklaşık 150 yıl zarfında bir dünya devleti haline gelmiştir. Bu devlet önce Selçuklu ve doğudaki Türk ve İslam medeniyeti mirasına daha sonra Roma’nın mirasına sahip çıkmıştır. Kısa sürede egemen olmuş olduğu coğrafyada huzur ve barışı getirmiş ve kendine has bir medeniyet kurmuştur. Ortaya koyduğu yeni kültür, anlayış, kimlik ve medeniyet XX. yüzyılın başlarına doğru birçok doğulu ve batılı bilim adamı tarafından merak konusu olmuştur. Bunun için de bu medeniyetin kurucuları ve ataları hep tarihçilerin ana araştırma konuları arasında yer almıştır. Bu konudaki araştırmalar ve tartışmalar hala da devam etmektedir.



OSMANLI TARİHİ I

Siyasi Tarih ~ Kültür ve Medeniyet (1299-1774)

Selim Hilmi ÖZKAN

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak