4 Kasım 2022 Cuma

Nuh A.S. Kabri / Cizre

 


HİTİTLERDE MİMARİ

 HİTİT Krallığı mimarisi, eski Doğu Yapı Sanatı içinde, hem Batı Anadolu, hem de Mezopotamya mimarlığından ayrılan, önemli ve kendine özgü bir gelişim gösterir. Bu mimarlığın kökenleri Anadolu yaylasının yapı geleneklerine dayanır ve en geç İ.Ö. 3. binde, İlk Tunç Çağı'nda belirgin biçimini almıştır. İ.Ö. 2. bin sonunda, Batı Anadolu'nun özgün ev biçimi olan bağımsız uzun dikdörtgen, önavlulu evi, (Megaron) İç Anadolu'ya ne denli az girebilmişse Hititler'in büyük taş bloklarından örülmüş bindirme kemer yapma sanatı da taş yönünden zengin olan Troya'da o denli az kullanılmıştır. Mezopotamya da çok bol sayıda zorlayıcı bir bakışımlılık sistemiyle yapılmış tapınak ve saray mimarlığı da yine İç Anadolu'daki Hitit Krallığının ana ülkelerinde görülmez. Bir yandan karşılıklı canlı bir ticaret, öte yandan komşu ülkelerle belirgin bir kültür ilişkisi kurulmuş olmasına karşın, mimarlık alanında karşılıklı etkilenme çok kısıtlı bir ölçüde gerçekleşmiştir. Yalnız, kısa bir süre sonra Hitit egemenliği altına girecek olan Kilikya - Kuzey Suriye bölgesinde karışık mimarlık öğeleri ortaya çıkmaktadır. Bu öğeler Hitit Krallığı sona erdikten sonra 1. bin Geç Hitit - Arami Küçük Krallıkları döneminde de varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Bugün, 3. binyıl ve 2. binyıl başına tarihlenen çok sayıda büyükçe yerleşmenin varlığı bilinmesine karşın, bunların yalnız birkaçı araştırıldığından, yapı sistemleri, görünüşleri ve özellikle yapıları üstünde konuşmak olanağı yoktu?. Tüm Önasya'da olduğu gibi, burada da genellikle en eski yerleşme yerleri varlığını sürdürmüştür. Bu yerleşmeler ovalara ya da koyaklara açılan dağ sırtlarında, çevrenin kolaylıkla gözlenebileceği yerlere kurulmuştur. Bu Höyük ya da Teli olarak adlandırılan yerleşmelerin özgün bir örneği Fırat'ın yukarı kesiminde Altınova'daki Norşuntepe'dir. Bu höyük üstünde İç Anadolu'nun Son Tunç Çağına ilişkin şimdiye dek bilinen tek sarayı kazılarak ortaya çıkarılmıştır. Bu sarayda en büyük bölümün erzak depolarına ayrılmış olması çok ilgi çekicidir. Bu döneme tarihlenen başka belirgin tapınak ya da kutsal alan şimdiye değin bulunmamıştır. Savunma sisteminde bir yenilik yoktur: Tarsus'taki testere biçimli sur duvarlarıyla ağır bir savunma sistemi oluşturan İlk Tunç Çağı sistemi II, 5. binyılda görülen Mersin sistemi ile (Tabaka XVI) karşılaştırılabilir. Konutlar kural olarak dikdörtgen, ender olarak da yamuk planlı, gelişigüzel yanyana dizilmiş odaları kapsamaktadır. Her avlunun kendi dış duvarı vardır. Yapı gereci olarak çamur ve kerpiç kullanılmıştır, ancak 3. binyıl sonuna doğru taştan alçak temellere rastlanır.

2. binyılın ilk yüzyıllarındaki örnekler, öncelikle Eski Asur Ticaret Kolonilerinin evleri, iş yerleri ve bunların kurulmasında destek sağlamış yerli prenslerin sarayları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaneş, Karahöyük ve Acemhöyük sarayları, bugün bildiğimiz kadarıyla bir orta mekân ya da avlu çevresine dizilmiş odalardan oluşmuştur. Kültepe'deki temelleri bulunmuş bir yapının sağlam köşe çıkmaları, yapı ustalarının anıtsal yapı kurma yeteneğini kanıtlamaktadır. Boğazköy'de de daha sonra Hitit kral sarayının kurulacağı Büyükkale tepesinde yerli bir prensin konağı (Tabaka IV d) bulunmaktadır. Bu prensin desteklediği Asurlu tüccarların kurduğu Karum Hattuş bu kale tepesinin eteğindedir. En eski tabakalarındaki mimarlık Batı Anadolu bölgesi kapsamı içine giren Beycesultan'da hem Girit mimarlığı hem de yukarıda adı geçen ve daha geç döneme tarihlenen Hitit sistemleriyle bir dizi benzerlik gösteren bir saray bulunmaktadır (Tabaka V). Karum Kaneş ticaret kolonisi evleri tüm yapılarıyla Orta Anadolu geleneğindedir: Dörtgen bir avlu çevresinde az ya da çok gelişi güzel dizilmiş değişik sayıda odalar. Şimdiye değin avlunun bir bölümünün üstünün, bir ön avlu oluşturacak bir biçimde kapalı olduğu görülmüştür, ancak bu Batı Anadolu'daki örneklere benzemez. Yapıların kurulmasında ahşap önemli bir yer tutmaktadır. Duvarların önüne dikilmiş olan ahşap destekler kerpiç ve kırıktaş duvarların beslenmesine ya da sık sık rastlanan üst katın ağırlığını taşımaya yarıyordu. Bu dönemin kült yapılarının varlığı yazılı kaynaklarla kesinlikle kanıtlanmışsa da, görünüşleri konusunda birşey bilinmemektedir. Bunlar kurallara uygun tapmak yapısı olamazlar, daha çok biçimi eve benzeyen kült hücresi ya da bir evin bir odası olabilirler. 

İ.Ö. 1600 dolaylarında Hitit Krallığının kurulmasıyla yapılarda da birtakım yenilikler" gözlemlenmektedir. Evlerde oda düzenlemeleri ve yapı gereçleri genellikle değişmemiştir, ama savunma yapılarında yenilikler vardır. Alişar'da daha çok önce, yanyana dizilmiş, çok hafif karşılıklı kaydırılmış, düzenli aralıklarla burçlarla desteklenmiş sandık duvarlardan oluşmuş anıtsal bir duvar sistemi ortaya çıkmıştı. Bu yapıya Konya Karahöyük'de ve Korucutepe'de daha belirginleşmiş olarak rastlanmaktadır; burada Hitit Krallığı'nın tipik sandık duvar sisteminin tüm öğelerinin temel çizgilerinin kurulduğu görülüyor. Bu kenemden Boğazköy ve Alacahöyük'de saraylar bilinmektedir, ancak bunlar daha sonra Büyük Krallık dönemindeki geniş yapı girişimleri sırasında geniş ölçüde yıkılmıştır. Alacahöyük'de 14 ve 13. yüzyıllara özgü ayaklı geçitlerle çevrili orta avlu ve bunu çeviren ayrı oda topluluklarından oluşan evlerin bu dönemdeki örneklerine yapı kalıntılarında rastlanır. Bunların duvar yapısında bol ocak taşı kullanılmıştır. 

14 ve 13. yüzyıllarda, daha doğrusu Hitit Büyük Krallığı çağında mimarlık kesin ve yerleşmiş özellikler gösterir. Hattuşa merkezi bir yönetim sisteminin başkenti olarak mimarlık ve sanat yaratıcılığının odak noktasıdır. 

Burada, hem işlevleri açısından (savunma sistemleri, tapmak, saray) hem de yapı tekniği ve kuruluşu açısından (duvar yapısının yapısal ve biçimsel kuruluşu), yapı sanatının en etkileyici örneklerine rastlanır. Yukarıdaki Büyükkale ile kentin en alt terası arasında 14. yüzyılda kurulmuş, Poterneli Sur adını taşıyan kent duvarının yeniden yapımı sırasında, yığma toprak üstünde iki kabuklu, taş örgüsünden oluşmuş bir sandık duvar kurulmuştur. Bu duvar düzenli aralıklarla dizilmiş burçlar ve kulelerle doldurulmuş ve poternelerle donatılmıştır. Bu poterneler, kenti ana duvarlar altından öndeki araziye bağlayan, Dindirme tekniğinde sağlam kemerlerden tünel gibi yapılmış, duvarların önündeki hendeğe açılan gizli kapılardır (huruç kapısı) . Biraz değişik bir yapıda olmakla birlikte, buna benzer daha eski bir poterneye Alişar'da, daha sonra da Korucutepe, Alacahöyük ve Büyükkaya tepesinde (Boğazköy) ve ayrıca Kuzey Suriye'deki birkaç savunma sisteminde rastlanmıştır. Hitit başkentinde, 13. yüzyılda bir kez daha bu tür poternlere kentin rahatça genişletildiği yukarı kentin savunma sisteminde rastlanmıştır. Bu dönemin birkaç kapı sistemi başka bir görünümdedir: Hattuşa ve Büyükkale Yukarı Kent kapıları, Alacahöyük Sfenksli Kapısı, Alişar Güney Kapısı bir ön avlu bir oda ve iki anıtsal kule arasında çift kapı kanadından oluşur. Bunların duvarı ya büyük taş bloklarından çokgen oluklu örülmüştür ya da kesme taş olarak tabakalanmıştır; iki çeşidin birbirine karıştığı da görülür. Kapı söveleri ortostatlıdır, bunun üstüne ya tek bir taştan yontulmuş kapı kirişi uzatılmıştır ya da Hattuşa Yukarı Kentindeki dört kapıda olduğu gibi bindirme tekniğinde parabol biçimli bir kemer oturtulmuştur. Bu kemer biçimi, kabartma duvar süsleri, duvarın kente bakan yüzündeki geniş duvar ayakları ve kapıların bakışımlı planı Hitit mimarlarının yaratıcılığını kanıtlar. Büyük Hitit Krallığı saraylarda bu konuda benzer kanıtlar vermiştir. Büyükkale ve Alaca Höyük'de saraylardaki bağımsız yapılarda düzgün bir oda planlaması uygulanması ve bağımsız kurulmuş geçitlerle çevrili avlular çevresine toplanmış bağımsız yapıların ustalıkla birleşmesi gibi özellikler görülür. Büyük Hitit tapınakları da aynı özellikleri gösterir. Şimdiye değin bulunmuş beş yapı da krallığın başkentindedir, hepsi aynı oda gruplarından oluşmuş ve aynı düzende kurulmuştur. Dış görünüşleri bakımından birbirlerinden kesinlikle ayrılmaları ise, yapı ustalarının katı yapı kurallarına bağlı kalmadıklarının yeterli bir kanıtıdır. Kapı, avlu, önavlu, cella, cella ön odası ve yan odaları tüm yapılarda kullanılmış öğelerdi?. Kapıdan geçen yol doğru-dan doğruya avluya girer. Cella'ya hiçbir zaman doğrudan doğruya Önavludan girilmez, ancak önavluya açılan birkaç yan odadan girilir. Kült odalarından oluşan grup tüm yapının içinde belirgin olarak ayrılır. Odalara ve oda gruplarına ne de tüm yapıya bir bakışım düzeni egemen değildir. Yalnız Tapınak Tin kapısı ve depoların oluşturduğu çembere giriş bakışımlı yapılmış ve bu nedenle de kent kapıları gibi anıtsallık kazanmıştır. 

Temiz bir işçilikle yerleştirilmiş .ve birleşme olukları iyice kapanmış yer yer beş metreyi geçen kireçtaşı bloklardan kurulmuş ortostatlı duvar döşeğinin yapı özellikleri el becerisi, ustalık, etkileyici bir görünüme ve dayanıklılığa ulaşma isteği belirtir. Tapınağın ve depoların tüm dış duvarlarını bölen geniş duvar çıkıntıları da özgün biçimlendirme öğeleridir. Kütlesel temel döşekleri üstünde bugün de görüldüğü gibi, bu çıkıntılar kerpiç duvar boyunca dama kadar yükselmekteydi. Bunun dışında bu çıkıntılara ya da duvar ayaklarına hem birtakım odaların iç duvarlarında hem de Hattuşa Yukarı Kent surlarının kapı ve kulelerinde rastlanmaktadır. Bu, başkentin büyük devlet yapılarında birkaç katı kapsayan yüksek duvarlarında kullanılmış bir yapı türü, ahşap hatıl sistemiyle desteklenmiş kerpiç duvar yapısıdır. Bu tür duvarların ayrıntılı biçimi konusunda kanıtlar azdır. Keramikler üstündeki betimler ve kabartmalar duvarların bölümlenmesi, pencere burç ve mazgalların biçimleri için ipuçları verir. Yazılı belgelerde üstüne çıkılabilen düz damdan sık sık söz edilmektedir. Bu anıtsal tapınaklar dışında şimdiye değin çok az sayıda Hitit kült yeri kanıtlanmıştır. Yazılıkaya, bir grup doğal kaya odasının kabartmalarla süslenip ek yapılarla genişletilmesi sonucunda oluşmuş bir doğal kutsal alandır. Eflatunpınar anıtı bir kaynak kutsal yeridir. Alacahöyük'deki sarayın bir bölümü de tapınak olarak yorumlanabilir, çünkü Hitit Büyük Krallık Çağında bile konutlarda tek odalı kült hücreleri olduğu varsayılmalıdır. Yapı sanatının Anadolu yaylası dışına yansıması sınırlı olmuştur. Hatti krallığına sıkı sıkıya bağlı Kilikya'da Mersin savunma sistemi ve Tarsus sarayları başkent mimarlığıyla kesin ilişkiler gösterirken, Kuzey Suriye bölgesinde benzer etkilerin önemsiz kaldığı gözlemlenmektedir. Kargamış ve Sam'alda 2. binyıl tabakalarında yapı üslubu daha kazılarda ortaya çıkarılmadığından bu sav şimdilik çekingenlikle geçerlidir.

İ.Ö. 1200'de Büyük Hitit Krallığının yıkılmasından sonra İç Anadolu Batı'nın etkisine girer. Bu, bundan sonraki yüzyılların mimarlığına yansıyan bir gelişmedir. Güneydoğuda Geç Hitit-Arami beylikleri kurulmuştur. Kuzey Suriye, Hitit ve Arami özelliklerinin birleşmesi sonucu mimarlıkta kısa süreli bir olgunluk çağı yaşanmıştır. Karkamış'tan iki örnekte görüldüğü gibi, tapınak yapısında Kuzey Suriye'nin küçük tek odalı sisteminin geleneği sürdürülmektedir. Hatay bölgesinde Teli Tayinat'daki önavlu, adyton (en kutsal oda) ve cella planıyla Ege bölgesinin Megaron'unu anımsatan uzun dikdörtgen tapınağın bu bölgede İ.Ö. 2. binyıl içine tarihlenen öncüleri vardır. Saraylar genellikle ön avlu, buna genişlemesine yerleştirilmiş ana oda ve birkaç yan odayla Hilani olarak karşımıza çıkmaktadır. Hilaninin kapalı biçimi, genişlemeyi olanaksız kılıyordu, ancak birkaç Hilaninin birleştirildiği büyük yapılar vardır. Önyüzü iki ya da üç sütunla bölünmüş olan Hilani önavlusu Büyük Krallık döneminin tapınaklarının önavlusuna, Hilammar'a benzerlik göstermektedir. Savunma sistemlerinde, örneğin Sam'al'da Anadolu yaylasının iki yüksek kule arasında dar kapı odalı kapı tipine rastlanırsa da, ana kapı arkasına genişlemesine yerleştirilmiş odası olan kapı daha yaygındır. Bu sistemde, Karatepe'de elverişsiz arazide olduğu gibi, kapı odasının kulelerden uzağa çekildiği de görülmüştür. Kent planının, örneğin" Sam'alda olduğu gibi, geometrik bir biçim alması da değişik bir özelliktir. Bu dönemin mimarlığında, özellikle çok sayıda resmi yapı, saray, tapınak ve anıtsal kapılardaki ortostatlarda görülen kabartma süslemelerde bakışımlı düzenlemelerin kullanılmış olması değişik bir yaratıcılık gücünü göstermektedir. Buna karşılık Hitit ana ülkesinden yalnız Alaca Höyük'de Sfenksli Kapı'da bu tür kabartma süslerin varlığı bilinmektedir. Kuzeydeki 2. binyıl süssüz sütunlan yerine, Torosların bu tarafında 1. binyılda yontularla ve geometrik bezemelerle süslü tabanlara oturtulmuş sütunlar ortaya çıkmıştır. Büyük Hitit Kralları'nın başkentinin ağır ve içe dönük yapı sistemleri karşısına güneyde 400 yıl sonra süslü, bağımsız yapılardan oluşmuş hafif dokuda bir mimarlık çıkmıştır.


Alıntıdır.


Sümer Mitolojisinde İbadet ve Ritüeller

 Sümerlerde ibadet genel olarak dua, kurban, sunu ve dini merasimlerden oluşmuştur. Dini uygulamaların amacı ölümden sonraki hayatla değil, yeryüzünde sürdürülen yaşamla ilgilidir. Ölümden sonraki hayatın, yeryüzünün kötü bir yansıması olduğu düşünülmüştür. İnsan burada sıkıntı, keder, yokluk ve kasvetten başka bir şeyle karşılaşamayacaktır. Bu yüzden ibadet ve ritüeller, sadece yeryüzündeki ihtiyaç ve beklentilerin karşılanması amacıyla gerçekleştirilmiştir. Yapılan ibadetler ve tanrılara gösterilen saygı, daha iyi bir hayata ulaşmak ve hastalık, yokluk gibi istenilmeyen durumlarla karşılaşmamak içindir. İbadet esaslarında temizlik önemli bir yere sahip olmuştur. Sümerlerin yaşadığı ve hayatlarıyla ilişkilendirdiği tüm unsurlarda bu anlayışın oluşturduğu bir kutsiyet yer almıştır. Bu düşünceye göre tanrıların yardımının temin edilebilmesi için içten bir kutsiyete ihtiyaç duyulmuştur. Bu kurallara uyulmadığı takdirde şehirlerdeki düzen ve yaşayış sisteminin yok olacağına inanılmıştır. Manevi temizlik diğer temizlenme biçimleriyle de ilişkilendirilmiştir. İlk dönemlerde din görevlilerin dini ritüellerini gerçekleştirirken soyunmaları, maddi âlemden sıyrılıp saf bir şekilde manevi bir temizliğe kavuşma düşüncesiyle ilişkilendirilmiştir. Dini ritüeller genel olarak tapınaklarda gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte bazı törenlerin kutsal arazi ve dağlarda yerine getirildiği de görülmektedir. Sümer dininde ibadetler kişinin unvanına ve ibadetin unsurlarına göre değişiklik arz etmiştir. Kralların ve din adamlarının kendi konumları nedeniyle sorumlulukları diğerlerine nazaran bazı farklılıklar taşımıştır. Bir kralın dini açıdan, ülkesinde manevi temizliği sağlamak, insanların tanrılara olan bağlılıklarını arttırmak, tanrıların ikametgâhı olan tapınakları yapmak ve bu tapınakların ihtiyaçlarını karşılamak gibi önemli görevleri olmuştur. İnsanlar ise tanrılara ve tapınaklara karşı sorumluluklarını, adaklar, kurbanlar ve dualar aracılığıyla ayin ve törenlere katılımla göstermişlerdir. Tapınaklarda yapılan ibadetler din adamlarının öncülüğünde gerçekleştirilmiştir. Her kentte koruyucu tanrıların farklı olması, bu tanrılar için özel tapınakların inşa edilmesi ve her tapınakta dini otorite olarak kabul edilen rahiplerin bulunması, ibadetlerin kentlere göre farklılıklar göstermesine neden olmuştur. Fakat bütün ibadetlerin, dua ve yakarışlar etrafında gerçekleştirildiği de anlaşılmaktadır.


Dini ayin ve ritüellerin tamamında, lirik bir tarzda yazılmış dua, yakarış ve terennümler yer almıştır. Yazılış tarzı ve yapısı bakımından birbirinden oldukça büyük farklarla ayrılan bu lirik ürünlerin en önemlisini ise yuğlar oluşturmuştur. Yuğlar, genellikle tanrıları methetmek ve yapılan hatalar sonucunda insanların içine düştüğü pişmanlığı göstermek için okunmuştur. Ayrıca dini açıdan önemli görülen bayramlarda da bu şiirler terennüm edilmiştir. Lagaş’ın ana tanrıçası Gatumdug’a yapılan bir dua “Kraliçem, berrak gökyüzünün kızı, ne iyi ise, sen onu tavsiye edersin ve onu Gökyüzü’nün birinci katına kabul edersin, memlekete hayat veren sensin, sen Lagaş’ı meydana getiren kraliçesin, anasın! Senin gözettiğin halkın kuvveti artar; koruduğun dindarın ömrü uzar. Benim annem yoktur; Anam sensin. Benim babam yoktur: Babam sensin... Beni mabette sen doğurdun. İlahem Gatumdug, sen bütün iyiliklere vakıfsın... İçime hayat nefesini sen bıraktın. Anamın himayesinde, senin gölgen altında, saygı hisleri ile dopdolu kalmak istiyorum...” şeklindedir.  Tapınaklarda yapılan arkeolojik kazılarda, dua ve terennüm konumunda bulunan heykeller gün yüzüne çıkartılmıştır. Özellikle Lagaş kralı Gudea zamanında yapılan rahip heykelleri, ibadet ve ayin esnasında vücudun nasıl bir konumda olması gerektiğini göstermektedir. Buna göre tanrının tasviri karşısında ya dik bir vaziyette durulmuş ya da diz çökerek oturulmuştur. Eller göğüs kafesinin üzerine gelecek şekilde kenetlenmiş, dua ve yakarışlar bu şekilde edilmiştir.


Dualardan sonra tapınaklarda gerçekleştirilen en yaygın ibadetler adak ve kurbanlardır. Bunlar, kanlı ve kansız olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Adak ve kurbanlar, tanrının hoşuna giden ve onu teskin eden tanrısal yiyecekler olarak görülmüştür.


Kanlı kurbanlar, tanrıların memnuniyetlerini kazanmak, ilgi ve yardımlarını elde etmek ve herhangi bir felakete maruz kalmamak için bazı hayvanların boğazlanmasıyla yapılmıştır. Tanrının en çok hoşuna gidecek kurbanın küçükbaş hayvan olduğuna inanılmıştır. Bu yüzden kesilen kurbanlar genellikle koyun, kuzu ve oğlak olmuştur. Fakat bunun yanında diğer hayvanların da kurban olarak kesildiği anlaşılmaktadır. Tanrılara büyük kurbanların takdimi, gösterişli merasim ve törenlerle yapılmıştır. Kutsal kabul edilen boğa, özel ritüel ve belli merasimlerde kurban edilerek sunulmuştur. Kansız kurban ise meyve, sebze, çeşitli bitkiler ve tarım arazilerinden yetiştirilen ürünlerden, şarap, su, zeytinyağı, meyve nektarları ve çeşitli sıvı özlerden, güzel koku veren ot, ağaç dalları ve tütsülerden oluşmuştur.


Kurban uygulamasının ritüel boyutunu adak ve sunular meydana getirmiştir. Tapınaklarda, tanrının heykeli için bir niş ve bunun tam önüne kerpiçten yapılmış sunak yer almıştır. Hayvanlar bu sunakta boğazlanmış, adak ve sunular burada sunulmuştur. Tanrıyı tasvir eden heykellerin önünde gerçekleştirilen bu uygulamalar, o tanrıya gösterilen itaat ve saygının bir ifadesi olarak kabul edilmiştir.




Ele geçirilen tabletlerin birisinde Uruk kralı Lugalzaggisi’nin tanrı Enlil’e saf su ve ekmek takdim ettiği anlatılmaktadır. Bir başka tablette ise Lagaş kralı Gudea’nın tanrılar için bir sofra kurdurduğu ve bütün Lagaş tanrılarının buna icabet ettiği belirtilmektedir. Tanrılara, giyecek malzemelerinin de yiyecek ve içecekler gibi sunulduğu anlaşılmaktadır. Arkeolojik açıdan büyük bir öneme sahip olan Uruk Vazosu’nda ise tanrılara sunulan adak ve sunular betimlenmiştir. Bütün bunlar, dini yapı içerisinde adak ve sunuların büyük bir öneme sahip olduğunu göstermiştir. Elde edilen bir diğer tablette ise tanrılar için hazırlanacak olan kusursuz bir takdimin nasıl olması gerektiği belirtilmiştir. Buna göre takdimde, sadece arpa ile beslenmiş iki yaşında yirmi bir koç, sütle beslenmiş dört koyun, otla beslenmiş yirmi beş koyun, iki boğa, bir süt danası, sekiz kuzu, altmış adet çeşitli kuş, üç piliç, yedi ördek, dört tane de yaban domuzunun bulunması gerekmiştir.


Toplumda kurban, adak ve sunu gibi dini önem atfedilen, halkın genelinin katıldığı çeşitli kutlama ve merasimler yapılmıştır. Bu merasimler, tanrının temsilcisi olarak kabul edilen idarecilerin, tapınakların idaresinden sorumlu olan başrahiplerin ve çeşitli konularda uzmanlaşmış diğer rahiplerin idaresinde gerçekleşmiştir. Yapılacak olan kutlamalar için takdis, dini temizlik, yıkanma, yağ sürme, günahlar için kurban kesme, çeşitli perhizlere girme ve kutsal elbiseleri giyme gibi çeşitli ön hazırlıklar yapılmıştır. Belli zamanlarda gerçekleştirilen törenler, Ningirsu’nun arpasını yeme ayı, Ceylan yeme ayı, Şulgi bayramı ayı gibi çeşitli zaman dilimlerine de isimlerini vermiş ve her yıl tekrarlanmıştır. Günlerce süren bu kutlamalar dualar, kurbanlar ve ritüellerle başlamış, geçit törenleri, ziyafetler ve müzikli eğlencelerle devam etmiştir. Ayrıca her ayın birinde, yedisinde ve on beşinde kutlanılan çeşitli törenler de gerçekleştirilmiştir. Orta Babil döneminden itibaren ayın dördünde, sekizinde ve on yedisinde kutlanan bu üç güne es-seu denilmiş ve törenler de bu isimle anılmıştır. Kanlı kurbanların da sunulduğu bu törenler, gökyüzünde bulunan ayın evreleriyle ilişki olmuştur. Bu evreler uğursuz ve tabu kabul edilmiş, burada gelebilecek bazı felaket ve belalar, gerçekleştirilen esseu törenleriyle ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Bu törenlerde çeşitli kehanetlerde de bulunulmuştur.


Halk, din adamlarına özel olan uygulama ve törenlerin haricindeki bütün ritüellere katılabilmiştir. Yapılan törenin önemi ve büyüklüğü, katılım oranını da etkilemiştir. Esseu törenleri içerisinde yer alan Yeni Ay Bayramı’nın ilk günündeki Kurban Töreni’ne ve on beşindeki Dolunay Töreni’ne diğer önemli dini bayramlarda olduğu gibi yoğun bir katılım gerçekleşmiştir. Böyle önemli bayram ve törenlerde, diğerlerine nazaran kurban sayısı arttırılmış, koro ve orkestralar oluşturularak tanrılara ilahi ve methiyeler okunmuş, şehir ve kutsal mekânlar temizlenerek süslenmiştir. Ayrıca en önde tanrı ve tanrıça tasvirlerinin bulunduğu yaya geçitleri düzenlenmiş, ziyafetler düzenlenerek halkın coşkuyla bu törenlere katılması sağlanmıştır. Bu törenlerde başrahipler, şehrin ve insanların geleceği ile ilgili kehanetlerini sunmuşlardır. Dikkatle dinlenilen bu kehanetler, dini törenlerin vazgeçilmez unsurları olarak görülmüştür. Tören esnasında bütün vazifeler durdurulmuş, çeşitli hayvan kostümlerine bürünen müzisyenler halkı eğlendirmiştir. Fakat bu bayramların en önemlisi baharın gelişinin kutlandığı ve kutsal evlilik törenlerinin gerçekleştirildiği yeni yıl bayramları olmuştur.


Yukarıda genel hatlarıyla belirtilen ibadet ve ritüellerin kaynağının ne olduğu da önemli bir problemdir. Bu sorunun cevabı insanın yaratılışını anlatan antropogoni mitlerinde saklıdır. Bunlar Enki ve Ninmah ile Sığır ve Tahıl isimli mitlerdir. Bu hikâyelerde insanın yaratılışı farklı şekillerde belirtilmiş olsa da yaratılıştaki amaç her iki metinde de aynıdır. Buna göre antropomorfik özellikler taşıyan tanrılar, bazı ihtiyaçlar içerisindedir. Bir tanrının başka bir tanrıya hizmet etmesi de kabul edilebilecek bir çözüm yolu değildir. Bu yüzden tanrıların ihtiyaçlarının giderilmesi için kendilerinden daha alt seviyede bir varlığın yaratılması gerekmiştir. Bu problem karşısında ise yaratılan varlık insandır.




 



Antropogonilerden Enki ve Ninmah adlı mit, tanrıların karşılaştıkları güçlükler nedeniyle Enki’nin annesinin, onu uykusundan uyandırmasıyla ve diğer tanrıların sıkıntılarını anlatarak yardım istemesiyle başlar. Enki bunun üzerine kusursuz insanı yaratır ve bir şölen tertip eder. Bu şölende Enki ve Ninmah sarhoş oldukları için rekabete girişirler. Ninmah deniz diplerinden kil getirir ve Enki’ye meydan okuyarak altı tane farklı ve eksik insan şekli oluşturur. Enki yazgılarını belirlediği bu yaratıklara yemeleri için ekmek verir ve bütün kusurlarına rağmen onlara uygun birer iş bulur. Bunu üzerine Enki kendisi için bedensel ve ruhsal açıdan zayıf bir varlık yaratır ve Ninmah’ın bu varlığa uygun bir iş bulmasını ister. Ninmah, hiçbir hareketine tepki veremeyen bu varlığa uygun bir iş bulamaz. Bunun üzerine Ninmah, Enki’nin üstünlüğünü ister istemez kabul eder ve böyle zayıf bir varlık yarattığı için Enki’ye lanet okur. Bu şekilde farklı yapı ve düşünüş içerisinde olan insanlar yaratılmış olur.


İnsanın yaratılışıyla ilgili hikâyelerden bir diğeri ise Sığır ve Tahıl adlı mittir. Bu mite göre, An’ın çocukları olan Anunnakilerin yeme içme ve giyim kuşamları için iki tanrı –Sığır tanrısı Lahar ve tahıl tanrısı Aşnan-yaratılmıştır. Fakat Anunnakiler, bu iki tanrıdan istifade edememiştir. Bunun üzerine insan yaratılır. Bu mitte insanın yaratılışı tarım ve hayvancılık faaliyetleri ile ilişkilendirilmiştir.


Yukarıda belirttiğimiz ifadelerden sonra karşımıza şöyle bir soru çıkar: İnsanın yaratılmasına neden olan “tanrıların ihtiyaçları” nelerdir ve bunun ibadet ve ritüeller ile ne gibi bir ilgisi bulunmaktadır? Birinci sorunun cevabı Enki ve Ninmah adlı mitte yer almaktadır. Bu mitte, antropomorfik özelliklere sahip tanrıların, insanlar gibi barınacak yer bulmak, çalışmak, yiyecek temin etmek ve bunları hazırlamak gibi mecburiyetlerle karşı karşıya oldukları anlatılmaktadır. Mitlere göre insani bir betimlemeyle tasvir edilen tanrılar, insana ait olması gereken problemlerle uğraşmak zorunda kalmışlardır. İbadet ve ritüeller ise mitolojiden kaynaklanan problemlere sunulan somut çözümlerden başka bir şey değildir. Mitlerde yer alan tanrıların barınma ihtiyacı, tanrıların ikametgâhı olarak kabul edilen tapınakların inşasının bir ibadet olarak görülmesine neden olmuştur. Benzer şekilde tanrı ve tanrıçaların yiyecek temin etme ve bunları hazırlama sorunu, kurban, adak ve sunuların ortaya çıkmasını ve bunların bir ibadet haline gelmesini sağlamıştır. İnsanlar, dönemin en kıymetli yiyecek ve içeceklerini, insani vasıflara büründürdükleri tanrılarına sunarak dini sorumluluklarını yerine getirdiklerini düşünmüşlerdir.


Mitolojide, dua, terennüm ve yakarışın da izlerinin bulunduğu birçok örnek yer almaktadır. Özellikle yer altı sularının ve bilgeliğin tanrısı Enki’yle ilgili mitlerin tamamında bu izler görülebilmektedir. Bu mitlerde başı sıkışan, çaresiz bir şekilde ne yapacağını bilemeyen, içine düştüğü kötü durumdan kurtulmak isteyen bütün tanrılar Enki’ye saygıyla gelerek terennümde bulunmuşlar ve kendi durumlarını belirterek yardımını istemişlerdir. Enki’nin merkezde olduğu bu mitler insanlara, dua, yakarış ve terennümün nasıl yapılacağını, arzu ve isteklerin tanrılara nasıl ifade edileceğini göstermiştir.


İbadet ve ritüeller arasında belirttiğimiz bir diğer uygulama olan törenlerin, mitolojiyle olan irtibatı diğerlerine nazaran daha da fazladır. Soyut bir düşünüşün ürünü olan mitoloji, tören ve kutlamalar vasıtasıyla canlandırılmış, mitsel argümanlar, ibadet aracılığıyla “gerçek hayata” aktarılmıştır. Bu durumun en açık örneği hiç şüphesiz “kutsal evlilik törenleri”dir. Mitlere göre ay tanrısı Nanna-Sin, yer altı dünyasında doğmuştur. Kralların yaptığı işleri denetleyen, yer altı dünyasında ölüleri yargılayan, yazgıları belirleyen ve “dinlenme gününde” ölüler âlemine giden şefkatli bir tanrı olarak düşünülmüştür. Nanna-Sin’e atfedilen bütün bu özellikler, onun adalet, ceza, kader ve yer altı dünyasıyla ilişkilendirilmesine neden olmuştur. Bu nedenle ayın çeşitli evreleri, insanların ve şehirlerin yazgılarının belirlendiği zaman dilimleri olarak düşünülmüş veya insanlara karşı merhametli olan Nanna-Sin’in yokluktan tekrar var oluşa geçtiği sıkıntılı ve felaketlere gebe bir dönem olarak görülmüş olabilir. Esseu törenleri, tabu olarak görülen Nanna-Sin’in yokluğu nedeniyle karşılaşılabilecek felaketlere yönelik ritüellerin yapıldığı, tekrar gökyüzünde parlamasıyla kentine yeniden dönmesinin çeşitli kurban ve uygulamalarla kutlandığı bir tören olmuştur. Bu tören Nanna-Sin’in, mitolojide yer alan yukarıda belirttiğimiz özellikleri ve başka diyarlara yaptığı yolculuklarıyla ilgilidir.


Kaynağını mitlerden alan ibadet ve ritüeller kim tarafından şekillendirilmiştir? Bu sorunun cevabı siyasi ve dini otoritedir. Siyasi otorite, ellerinde bulundurdukları yetkileri, o kentin tanrısı adına uygulamış ve onun vekilliğini yapmıştır. Ayrıca siyasi otoritenin, bizzat kentin kült tanrısı tarafından belirlendiğine inanılmıştır. Tanrıların, emir ve talimatlarını idareciler aracılığıyla bildirdiği düşünülmüştür. Kentlerin rahip krallar tarafından yönetilmesi, siyasi otoritelerin, dini güç kazanmalarını da sağlamıştır. Aslında eskiçağ Mezopotamya toplumlarında siyasi otorite ile dini otoritenin görev ve sorumlulukları iç içe geçmiştir. Önemli dini tören ve ritüeller bizzat krallar ve şehir idarecileri tarafından yönetilmiştir. Bununla birlikte kurumsallaşmış rahip sınıflarının, idari mekanizmalarda da aktif rol oynadıkları görülmüştür. Krallar, tanrıların desteğini din adamlarının belirttiği şekilde almak zorunda kalmış, din adamlarının desteklerini idarecilerin üzerinden çekmeleri büyük bir otorite sorunu olarak görülmüştür. Vergiler görevli rahipler tarafından toplanmış, bu vergiler mabetlerde bulunan özel odalarda muhafaza edilmiştir. Ningirsu tapınağının başrahibi Enetarzi örneğindeki gibi bazı din adamları, yönetimi ele geçirmiş ve siyasi otoriteye ait unvanları kullanmıştır. Aralarında büyük bir etkileşim ve çatışmanın yaşandığı siyasi ve dini otorite, ibadet ve ritüellerde de belirleyici rol oynamıştır.


Lagaş kralı Gudea, yeni yıl bayramlarında Lagaş mabetlerine ne kadar balık, öküz, koyun, kuzu ve keçi verileceğini tespit etmiştir. Ur kralı Dungi ise Enlil adına her ay kesilen kurbanların düzenli bir şekilde hazırlanabilmesi için diğer şehirlerin valilerinden belli bir miktar vergi istemiştir. Ayinlerde takdim edilen kurbanların türü, adedi ve özelliği, tapınağın sahip olduğu gelir ve ekonomik güce göre rahipler tarafından belirlenmiştir. An tapınağında tanrılara, sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa, on sekiz altın kapla sunulan farklı içecek, ekmek, meyve ve etten oluşan yemekler takdim edilmiştir. Sabahları ise mermerden yapılmış bir kapla süt sunulmuştur. An’a sunulan yiyecekler diğerlerine göre fazla olmuştur. Kült tapınağında, buğday ve arpa oranları bile önceden tespit edilmiş olan günlük otuz adet ekmek takdim edilmiştir. Kendi tapınaklarında aşk ve bereket tanrıçası İştar için on iki, Nina için ise on kap şarap takdim edilmiştir. Fakat ikisine de An’a verildiği gibi otuzar adet ekmek sunulmuştur. Tapınaklarda tanrılara sunulan yiyecek, içecek ve giyeceklerden oluşan kurban, sunu ve adaklar, başrahipten en alt seviyedeki bir çalışana kadar bütün tapınak görevlileri arasında paylaştırılmış ve dağıtılmıştır. Bunun sonucunda dini otorite, ibadetin maddi unsurları noktasında belirleyici ve şekillendirici olma özelliğini her zaman elinde bulundurmuştur.



Sümer Mitolojisi Bağlamında Otorite Tarafından Şekillendirilen İbadet ve Törenler Kitabından Alıntılanmıştır.


ABDULLAH ALTUNCU

Kahramanmaraş

 


Sultanahmet Meydanı ve Camii / İstanbul

 


Vücudumuzdaki Hormonlar

  

 

Büyüme Hormonu

 

Bir yaşını dolduran bir bebek, doğduğu güne oranla yaklaşık olarak iki kat daha ağır, %50 daha uzundur. 1 yıl içinde olağanüstü bir hızla kilo alır, uzar ve vücudu orantılı bir şekilde büyür. Yaklaşık 3 kg ağırlığında 50 cm boyunda yeni doğan bir bebeğin, yirmi-yirmi beş sene içinde 80 kg ağırlığında 1.80 m uzunluğunda yetişkin bir insan olmasını sağlayan nedir?

Bu sorunun cevabı, hipofiz bezinden salgılanan mucize bir molekülde, büyüme hormonunda saklıdır.

Küçük bir bebeğin yetişkin bir insan olması için büyümesi gerekir. Büyüme işlemi de iki farklı şekilde gerçekleşir. Bazı hücreler hacimlerini artırırlar. Bazı hücreler de bölünerek çoğalırlar. İşte bu iki işlemi de sağlayan ve yöneten büyüme hormonudur.

Büyüme hormonu hipofiz bezinden salgılanır ve bütün vücut hücrelerine etki eder. Her hücre hipofiz bezinden kendisine gelen mesajın anlamını bilir. Eğer büyümesi gerekiyorsa büyür, bölünerek çoğalması gerekiyorsa çoğalır.

Örneğin yeni doğmuş bir bebeğin kalbi yetişkin halinin yaklaşık olarak 16'da biri kadardır. Buna karşın toplam hücre sayısı yetişkin kalbindekilerle aynıdır. Büyüme hormonu gelişme döneminde kalp hücrelerine teker teker etki eder. Her hücre, büyüme hormonunun kendisine emrettiği kadar gelişme gösterir. Böylece kalp de büyüyerek yetişkin bir insan kalbi haline gelir.

Sinir hücrelerinin çoğalması da bebek henüz anne karnındayken, 6. ayın sonunda biter. Bu aşamadan doğuma ve doğumdan yetişkinliğe kadar olan devrede sinir hücrelerinin sayıları sabit kalır. Büyüme hormonu sinir hücrelerine de hacimsel olarak büyümelerini emreder. Böylece sinir sistemi büyüme çağının bitimiyle beraber son halini alır.

Vücutta bulunan diğer hücreler  –örneğin kas ve kemik hücreleri- gelişme dönemi boyunca bölünerek çoğalırlar. Bu hücrelere ne kadar bölünmeleri gerektiğini bildiren yine büyüme hormonudur.

 

 

Prolaktin Hormonu

 

Hipofiz bezinden salgılanan bu hormon, kadınlarda anne sütünün üretilmesi için göğüste bulunan süt bezlerini uyarır. Üretimi hipotalamus bölgesinin kontrolü altındadır.

 

Oksitosin Hormonu

 

Bu hormon hipotalamus tarafından üretilir ve hipofizin arka bölümünde depolanır. Gerektiği zaman hipotalamustan gelen sinirsel bir emirle hipofiz tarafından salgılanır. Görevi, süt kanallarının kasılmasını sağlamaktır.

Oksitosin hormonunun anne sütü üretimi dışındaki bir başka görevi de doğum yaklaştığı zaman rahim kaslarının kasılmasını sağlamaktır. Böylece doğumun kolay gerçekleşmesini sağlar. Doğum yaklaştığında oksitosin üretimi hızla artar. Çok ilginçtir ki, aynı anda rahim kasları, oksitosin hormonuna karşı olağanüstü bir duyarlılık kazanır. Doğum sırasında, bazı kadınlara, ağrının dinmesi ve doğumun daha kolay olması için damardan oksitosin verilmektedir.

 

 

Anne Sütü: Prolaktin ve Oksitosin Hormonları

 

Yeni doğmuş bir bebeğin beslenme ihtiyaçları yetişkin bir insanın beslenme ihtiyaçlarından çok farklıdır. Ayrıca bebeğin savunma sistemi yetişkin bir insanınkine göre zayıf olduğu için, savunma sisteminin dışardan takviye edilmesi gerekmektedir. Yeni doğmuş bir bebeğin bütün bu ihtiyaçlarına cevap verecek en ideal besin "anne sütü"dür. Yapılan çalışmalar anne sütü ile beslenen bebeklerin çok daha sağlıklı olduklarını ve vücutlarının daha iyi geliştiğini göstermiştir.

Anne sütünün bir başka mucizevi özelliği, gelişme aşamalarında bebeğin değişen ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde, içerdiği besinlerin de değişmesidir. Bebek maması üreten büyük şirketler milyonlarca dolar harcayarak yaptıkları araştırmalarda, bir bebeğin sağlıklı gelişimi için en ideal karışımı tespit etmeye çalışmışlardır. Ancak ulaştıkları son noktada böyle bir karışımın mevcut olmadığını, bebeğin değişen ihtiyaçlarına göre her aşamada özel bir karışımın hazırlanması gerektiğini tespit etmişlerdir. Ardından en ileri teknolojilere sahip laboratuvarlarda anne sütünün benzeri yapay mamalar üretme yoluna gidilmiştir. Ancak hiçbir yapay besin anne sütünün yerini tutmamaktadır.

Annenin göğsünde bulunan süt bezlerini harekete geçiren çok özel bir hormon vardır. Bu hormon prolaktin hormonudur. Prolaktin hormonu hipofiz bezinden salgılanır.

Ancak hamilelik döneminin başında prolaktin hormonunun salgılanmasını kısıtlayan bazı faktörler vardır. Bu faktörleri yokuş aşağı inen bir arabanın fren pedalına basılması gibi düşünebiliriz. Araba aşağı doğru hareket etme eğilimindedir, ancak frene basılı olduğu sürece hareket edemez. Yani süt üretimi frenlenmiş olur.

Prolaktin hormonunun frenlenmesi çok yerinde bir karardır. Çünkü bebek daha doğmadığı için annenin erken süt salgılamasının bir yararı yoktur. Peki bu frene nasıl basılır? Prolaktinin gereğinden erken salgılanması nasıl engellenmiştir? Beynin hipotalamus bölgesi, prolaktin hormonunun üretimini engelleyen bir hormon salgılar. PIH (Prolaktin Inhibiting Hormon- Prolaktin Engelleyici Hormon) olarak isimlendirilen bu hormon prolaktin üretimini yavaşlatır, yani bir anlamda frene basar.

Bebeğin süt emmesi, annenin göğüs bölgesinde bulunan bazı sinir hücrelerinin hipotalamusa bir sinir uyarısı göndermelerine neden olur. Bu uyarı hipotalamusu etkiler ve hipotalamusun prolaktin üzerinde uyguladığı freni kaldırmasını sağlar. Böylece prolaktin üretimi artar ve süt bezleri süt üretmeleri için uyarılmış olurlar.

 

 

Kanınızdaki Su Miktarını Ayarlayan Sistem: Antidiüretik Hormon

 

Vücudunuzda ne kadar su bulunması gerektiğini biliyor musunuz? Her gün yediğiniz besinler ve içtiğiniz sıvılarla vücudunuza kaç gram su aldığınızı ve bu suyun ne kadarını vücudunuzdan atmanız gerektiğini hesaplayabilir misiniz? Günün her saniyesi kanınızda kaç gram su bulunduğunu, kan basıncınızı, dokularınızdaki su oranını hesaplayabilir misiniz?

Eğer bu hesaplamaları teker teker yapma görevi bir insana verilmiş olsaydı, başka hiçbir işle ilgilenmeden bütün zamanını bu göreve ayırmak zorunda kalırdı. Bu çok önemli bir görevdir; çünkü insan bedeni su kaybetmemek zorundadır. Eğer su kaybı mevcut suyun %10'u gibi bir rakama ulaşırsa bunun ardından ölüm gelir.

Ancak insanın, bedeninde bulunan su miktarını ölçmeye ihtiyacı olmaz. Çünkü her insanın bedeninin derinliklerine, vücudunda bulunan su miktarını ayarlayan ve düzenleyen çok özel bir sistem yerleştirilmiştir.

Eğer terleme ya da su içmeme nedeniyle bir miktar su kaybına uğrarsak, kandaki su yoğunluğu düşecektir.

Beynin hipotalamus bölgesine çok özel algılayıcılar yerleştirilmiştir. Bu algılayıcılar her saniye, hatta siz bu yazıyı okurken dahi, kanınızda bulunan su miktarını ölçerler. Eğer kanda bulunan su miktarının düştüğünü tespit ederlerse hemen alarma geçerler.

Hipotalamusta bulunan algılayıcı hücreler, kandaki su miktarının düştüğünü tespit ettikleri anda, dahiyane bir yola başvururlar. Hipofiz bezinde saklı tutulan antidiüretik hormon (ADH) çok özel bir mesajcı molekülü kullanmaya karar verir. Bu mesaj, böbrekteki milyonlarca mikro kanalcığın etrafında bulunan hücreler için yazılmıştır. Ve bu hücrelere "idrar sıvısında bulunan su moleküllerini yakalayın" emrini vermektedir.

Bu haberleşme sistemi sayesinde idrarda bulunan su moleküllerinin büyük bir bölümü arıtılır ve tekrar kana karıştırılır. Sonuçta idrar miktarı azaltılmış ve vücuda belli ölçüde su kazandırılmış olur.

Eğer gereğinden fazla su içmişsek bu sefer mekanizma tam tersine işler. Kandaki su yoğunluğu yükselir. Bu yükselme sonucu hipotalamusta bulunan algılayıcılar, ADH hormonunun salgılanması işlemini yavaşlatırlar. ADH hormonu azalınca böbreklerde suyun geri emilimi de azalır. İdrar sıvısı artar ve kandaki su miktarı dengede tutulmuş olur.

ADH hormonunun bir özelliği de kan damarlarını kasabilmesi ve böylece kan basıncını artırabilmesidir. Kalbin kulakçık bölgesinin içine ve kalbe gelen damarların içine kan basıncını ölçen çok özel alıcılar yerleştirilmiştir. Bu alıcılardan çıkan kablolar da –sinirler- hipofiz bezine bağlanmışlardır. Normal kan basıncı altında bu alıcılar sürekli olarak uyarılmakta ve hipofiz bezine durmaksızın bir elektrik akımı göndermektedirler. Bu elektrik sinyallerinin hipofize ulaşması, ADH hormonunun salgılanmasını engellemektedir.

Bu sistemi, kızıl ötesi ışınlar kullanarak yapılan alarm sistemlerine benzetebiliriz. Eğer hırsız farkında olmadan bu ışın demetlerinden birine temas ederse ışık kaynağı ve alıcı arasındaki bağlantı kesilir ve alarm çalmaya başlar.

Tıpkı bu örnekte olduğu gibi; kalbin ve damarların içine yerleştirilen alıcılardan hipofize sinyal ulaştığı sürece herşey normal ve yolunda gidiyor demektir. Peki alarmın çalışması nasıl gerçekleşir?

Ciddi bir kanama durumunda insan çok kan kaybeder ve damarlarında bulunan kan miktarı azalır. Bu da kan basıncının düşmesi anlamına gelir ki, düşük kan basıncı hasta açısından çok tehlikelidir.

Kan basıncı düştüğü anda damarların ve kalbin içinde bulunan reseptörlerin hipofize gönderdikleri sinyal de kesilir. Bu da hipofizin alarm durumuna geçmesine ve ADH hormonu salgılamasına neden olur. ADH hormonu derhal kan damarlarının etrafında bulunan kasların kasılmasına neden olur ve bu işlem kan basıncının yükselmesini sağlar.

 

 

Zaman Ayarlaması ve Cinsiyet Ayrımı Yapabilen Hormonlar

 

Belki ilk okunduğu anda inanması güç gelecektir ancak, bedeninizin içinde birçok saat bulunmaktadır. Bilim adamlarının biyolojik saat olarak da tanımladıkları bu kavram, bedenin farklı bölgelerine yerleştirilmiş ve her biri kendi görevine göre zaman ayarlı olarak programlanmış birçok mikro saatten oluşur. Bu mikro saatlerden biri de beynin hipotalamus bölgesine yerleştirilmiştir.

Herkes insanların çocukluktan yetişkinliğe giden aşamada bir değişim yaşadıklarını, ergenlik dönemi geçirdiklerini ve bu dönemde insan vücudunda belirli değişimlerin yaşandığını bilir. Ergenlik çağına geçiş kadınlarda 8-14, erkeklerde 10-16 yaşları arasında yaşanır.

Beynin hipotalamus bölgesi doğumdan itibaren çok özel bir işlemi yerine getirmek için yıllarca bekler. En doğru zaman, yani çocukluktan ergenlik çağına geçme zamanı geldiğinde hipotalamusun içinde adeta bir saat alarmı çalar. Bu, hipotalamusun yeni bir göreve başlama alarmıdır.

Aslında bu saat benzetmesi, bilim adamlarının mevcut bir olayı açıklamak ve anlaşılır bir hale getirmek için kullandıkları bir açıklamadır. Hipotalamus içinde elbette bir saat yoktur. Ancak bir et parçası yıllarca bekleyip, en doğru an geldiğinde harekete geçiyorsa, bunun için en uygun benzetme hipotalamusun içinde bir saat olduğudur.

Söz konusu alarmın çalışmasıyla birlikte hipotalamus özel bir hormon (GnRH) salgılar. Bu hormon da hipofiz bezine iki hormonun salgılanması emrini verir. Çünkü hormonların salgılanması için en ideal zaman gelmiştir. Salgılanan hormonlar Folikül Uyarıcı Hormon (FSH) ve Luteinleştirici Hormon (LH)'dur.

Bu iki hormonun çok önemli görevleri ve mucizevi yetenekleri vardır. Her ikisi de erkek ve kadın bedeninin farklılaşma ve fiziksel olgunlaşma sürecini başlatırlar. Bu çok önemli bir ayrıntıdır; çünkü FSH ve LH hormonları bu değişimi sağlayacak bölgelere uygun olarak tasarlanmışlardır. Ve iki hormon da ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilircesine hareket ederler.

FSH hormonu kadın bedeninde, yumurtalığın içinde bulunan yumurta hücrelerinin olgunlaşmalarını ve gelişmelerini sağlar. Bir başka görevi de, bu bölgeden çok önemli bir başka hormonun, östrojen hormonunun salgılanmasını sağlamaktır.

FSH hormonu yine aynı formülle erkek bedeninde de salgılanır. Ancak bu sefer bambaşka etkilere yol açar. Testis hücrelerini uyarır ve sperm üretimini başlatır.

LH hormonunun kadın bedenindeki görevi, olgunlaşan yumurtanın serbest bırakılmasını sağlamaktır. Ayrıca kadınlarda progesteron isimli bir başka hormonun salgılanmasını sağlar.

LH hormonunun erkek bedeninde  farklı bir görevi vardır. Testislerde bulunan bir grup özel hücreyi (leyding hücreleri) uyarır ve testosteron isimli hormonun salgılanmasını sağlar.

 

Alıntıdır.

Silivri / İstanbul

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak