Altay halkları, asıl anavatanlarının- isimleri her ne kadar Altay dağlarına işaret ediyorsa da-aslında çok daha Doğuda olduğu tahmin edilmekte ve hâli hazırda Asya kıtasının geniş sahalarına-hâtta Doğu Avrupaya yayılmışlardır. Dil açısından üç ana gruba ayrılırlar; Türk-Tatar, Moğol ve Mançu-Tunguz.
Türkler/Osmanlılar ve onların en yakın akrabaları sayılan Türkistan ve Stavropol Türkmenleriyle, Doğu Türkistanın Türk boyları (Kaşgar, Aksu, Turfan, Kham ve Barkul bölgelerinde yaşayanlar) dışında İdil (Volga) Tatarları (bunların bir kısmı daha sonra Sibirya bölgesine geçmiştir), Kırım Tatarları, orta Urallar bölgesindeki Başkırlar, Kırım ve Kuzey Kafkasya Nogayları, Kafkaslardaki diğer Tatar boyları ve Kırgızlar (Kazak Kırgızları, Volga kıyılarından Altay dağlarıyla, İrtiş ırmağının kaynağına kadar uzanan bozkırlarda göçebe Karakırgızlar ise Tanrı dağlarını yüksek vadileriyle, bu dağların eteklerinde yaşarlar) bütün bunlar Türk-Tatar dil grubuna dahildirler. Türkçe konuşan bu halkların, başka halkları kendi içlerine almış olmaları da imkân dahilindedir. Bu durum, kavimler göçü esnasında Altay ve Sayan çöllerine göç eden Tatar boylarının bazıları için söz konusudur. Bu boylardan Altayların Kuzeyinde, Bija ve Katun nehirleri arasındaki balta girmemiş ormanlık alanlarda yerleşik hayata geçen Orman Tatarlarıyla (Çennevya Tatari), isimlerini Bija’nın bir kolu olan Lebed nehrinden alan Lebed Tatarları-Kumandinler- bu tarz bir ilişki içindedirler. Bu terim (Kumandin), daha çok Bija bölgesine yerleşen Lebed Tatarları için kullanılır. Ancak, buralarda da Tatar boyları başka kültürlerle temasa girmekten kaçamamışlardır. Bu konuda Altay halkları uzmanı olan Granö bunlar hakkında; “Çok öncelerde bile göçebe hayat tarzı bırakılmış, çoğunluk küçük pencereli kulübelere yerleşip, Ruslar gibi giyinmeye başlamışlardı” demektedir. Geçim kaynakları çiftçilik ve hayvancılık önde olmasına rağmen, avcılık ve balıkçılık da önemli geçim kaynakları arasındadır. İlk olarak havza sınırlarının ötesinde, Kondoma kıyılarında yaşayan Şor boyları ise -her ne kadar temel geçim kaynakları avcılık olmasına rağmen-Rus göçmenlerin hayat tarzlarını benimsemişler, bunları daha sonrasında aynı nehir havzasında yaşayan Kalarlar, Karginzler ile Abakan vadilerinde yaşayan Koyballar, Beltirler, Sagaylar takibetmiştir.
Buna mukabil, Altay dağlarının Çariştar ve yukarı Katun arasındaki bölgelerinde yaşayan asıl Altaylılarla (Altai-kizi / Altay insanları) akraba toplulukları olan ve Çulişman nehri havzasındaki Teletskoy gölü ile Katun nehrinin bir kolu olan Çuya arasında yaşayan Telengitler, Rus tesirinden uzak kalmayı başarmışlar, Kuznets bölgesinden çıkan Teleütlerse, Katun’un aşağı bölgeleriyle, Altaylılara komşu bölgelere yerleşmişlerdir. Altaylıların yerleşim bölgelerinde pek fazla orman olmadığı ve bozkırlar vadi tabanlarına kadar uzanmış olduğu için Granö’nün deyimiyle; “göçebelik esas hayat tarzı olarak, çadır ve yurtlar buralarda diğer barınma şekillerinden daha yaygın” olarak kalmıştır. Moğol tarzı keçeden yapılma altı ve sekiz köşeli ahşap yurtlar dışında, koni şekilli ve duvarları kayın veya çam ağacı kabuğundan çadırlar da kullanılmaktadır. Altaylılar ve Telengitlerin hayat tarzlarıyla, kıyafetleri ve hâtta yüz hatlarının Moğollarla benzerlik göstermesi hasebiyle Ruslar, Altaylıları “Altay Kalmukları” olarak adlandırmışlardır.
Ob ve İrtiş nehirleri arasındaki bozkırlarda yaşayan ve artık Ruslaşmış olan Çolim ve Baraba Tatarları gibi bazı Tatar kabileleri, Altay Tatarlarıyla aynı dil ailesine mensupturlar. Hâlen, Sayan dağlarının Kuzey yakasında yaşayan Karagasselerle, anavatanları Sayan’ın Yenisey nehrinin kollarıyla kesiştiği bölgeler olan Soyote kabileleri bu husutaki tetkikler açısından oldukça ilginç örnek oluştururlar. Karagasse ve Soyotelerin hayat tarzları, Kuzey Sibirya halklarını andırır; evleri, yazın kayın kabuğu, kışın ise deriyle kaplı koni şekilli çadırlardan ibaret olup, ren geyiği beslerler. Fakat bu halklar, ren geyiğini, meselâ Samoyedler gibi yük taşıma ve çekme maksadıyla değil, binek hayvanı olarak kullanırlar ve aynı bozkır bölgelerinde atların eyerlendiği gibi eyerleyip binerler. Soyote kabileleri arasında ata, genelikle Ulukem gölünün Güneyiyle, Moğol tipi keçe çadırların yoğun olarak bulunduğu bölgelerde rastlanır. Soyote ve Karagasseler kendilerine “Tuba” adını verirler ki, Çin kaynaklarında bu isim “Dubo” olarak geçer. Moğollarsa, Soyoteleri “Urjankhay” olarak adlandırırlar.
Kuzey Sibiryadaki Lena nehri ve kollarında yaşayan Yakutlar ve Doğu Rusya’da, orta İdil (Volga) bölgesinde yaşayan Çuvaşlar da bir Türk-Tatar dili konuşurlar. Kendi sözlü geleneklerine göre, Baykal bölgesinden şimdi oturdukları yerlere göç etmişler ve bu göç esnasında diğer hayvanlarıyla beraber atlarını da getirmişler, Orta Asya göçebelerinde olduğu gibi, at sütü bunlar için de önemli bir besin kaynağıdır. Kuzeydeki Yakutlar, kutup iklimi ve hayat şartlarına uyum sağlamış, hâtta ren geyiklerini ehlileştirip, evcil hale getirmişlerdir. Yakutların hayat tarzlarında, barınma alışkanlıkları ve kıyafetlerinde güçlü bir Rus etkisi gözlenmektedir. İdil Bolgarlarının soyundan gelen ve şimdilerde tarımla uğraşan Çuvaşlarsa, kültürel olarak İdil boylarındaki diğer halkalara çok daha yakındırlar.
Moğol dil grubu ise Moğollar, Kalmuklar ve Buryatlardan oluşur. Anavatanları olan Moğolistan’a da adlarını vermiş olan Moğollar, tarihleri boyunca özellikle fetihler döneminde, Türk ve diğer halklarla temas içinde olmuş ve onları kendi içlerinde eritmişlerdir. Moğollar, coğrafî konumları sebebiyle tarihin bazı dönemlerinde Çinlilere yakın olmuş ve Çinlilerin eskiye dayanan kültürleri Moğollar üzerinde derin tesir bırakmıştır. Buna rağmen Moğollar, ata babalarının hayat tarzlarına sadık kalmış, keçe çadırlarda yaşayıp, hayvanlarına otlak arazi bulmak için her mevsim göçen, göçebe karakterlerini muhafaza etmişlerdir. Çin tarzı tarım, öncelikle Güney bölgelerinde başlamıştır. Kalmuklar-veya kendilerine verdikleri isimle Oyratlar da- temel gıda maddeleri et ve süt olan sığır çobanlarıdır. Kalmuklar, Altaylar ile Tienşan arasındaki sahalarda, özellikle de Tanrı dağlarının (Tienşan) Güney vadileri ve Tibet’in Kuzey sınırlarına yakın yerlerde yaşarlar. 17.yy’daki bir iç çatışma sonucu göç eden önemli sayıda Kalmuk da o dönemden beri aşağı Volga bölgesinde hayatlarını sürdürmektedirler. Moğol dil grubuna dahil olan üçüncü halk ise, Baykal gölünün Doğu, Batı ve Güney bölgelerinde yaşayan Buryatlardır. Yukarıda adı geçen diğer halklar gibi Buryatlar da göçebe topluluklardan olup, son dönemlerde içlerinden bir bölümü tarıma dayalı yerleşik hayata geçmiştir.
Mançu-Tunguz dil grubuna mensup halklar arasında en geniş yayılımı olanlar Tunguzlardır. Tunguz boylarına, Kuzey Sibirya’nın Pasifik okyanusu kıyılarından, Yenisey nehrinin Batıdaki kollarına kadar uzanan geniş arazilerde rastlanır. Hayat alanları Kuzeyde, Kuzey Buz denizine, Güneyde ise Baykal gölü ve Çin sınırına kadar uzanır. Tunguzların zaman içerisinde Doğudan, Batıya göç etmiş oldukları, ana vatanlarının Amur vadisi olduğu tahmin edilmektedir. Amur vadisinde hâlen birbirine yakın dilleri konuşan topluluklar yeralmakta olup, bunlar arasında Kuzey Amur’da Manegreler, Amur, Sungar ve Ussur bölgelerinde Goldeler, Olçe ve Dahurlar sayılabilir. Bunun dışında bu bölgede Mançurya’nın asıl halkı olan, Çin tarihinde bir dönem oldukça etkili olmuş, ancak şu anda Çin dili ve kültürünü benimsemiş olan Mançular bulunur. Mançu dili, hâlen Mançurya’nın bazı bölgelerinde konuşma dili olarak varlığını devam ettirmektedir. Yakutlar, Tunguzların daha seyrek bir şekilde yayılmış oldukları geniş Tunguz mıntıkasına girmeden çok önce, Batı Tunguzları şu anda bulundukları bölgelere yerleşmişlerdi. Hâlen Şatanga nehri kıyılarında yaşayan ve tamamen Yakutlaşmış olan Dolganların da Tunguz asıllı oldukları kabûl edilmektedir.
Kuzey Tunguzları ve onların boylarından olan Oroçonlar, Oroklar ve Lamutların geçim kaynakları arasında avcılık ve hayvancılık (ren geyiği beslenmesi) yeralırken, bunlardan Lamutların geçim kaynakları arasında açık deniz balıkçılığı da vardır. Petsemodaki Koltlaplar gibi yaz başlarında kıyılara yerleşip, kışları, yeniden iç bölgelere göç ederler. Sayan dağlarında yaşayan Karagasse ve Soyoteler’de olduğu gibi Tunguzlar’da da ren geyiği binek ve yük hayvanı olarak kullanılır. Eşyalarını, kayın ağacı kabuğundan üzeri ren geyiği derisi ile kaplı küfelere doldurup, bu küfeleri hayvanın her iki yanına yükleyerek taşırlar. Sahalin bölgesine göçen Orokeler, ren geyiğini ayrıca koşum hayvanı olarak da kullanırlar. Ancak, bu alışkanlık daha sonraki dönemlerde yerleşmiştir. Burada ilginç olan, Orokelerin kızakların çekilmesinde köpek kullanmamalarıdır. Komşu bölgelerde yaşayan Gilyaklar veya Amur bölgesinin avcı ve balıkçı kabileleri olan Olçe ve Goldeler, ren geyikleri olmadığı için kızaklarına köpekleri koşarlar. Mançu-Tunguz dil ailesine dahil olan halklar arasında sadece Çinlileşmiş olan Mançular tarımla uğraşmaktadırlar.
Altay halklarının bu kadar geniş alana dağılmış olmaları bağımsız, göçebe hayat tarzları ve yeni bölgeleri fethetme arzularına dayanır. Bilinen tarih dönemlerinin başından beri Türk asıllı göçebe topluluklar Asya’dan Avrupa’ya doğru göç etmeye başlamışlardı. Bunlar arasında özellikle dikkâti çeken 5.yy’da, hakanları Atilla’nın öncülüğünde yağma ve fetih akınları ile korku ve dehşet salan Hunlar olmuştur. Bu akınlardan sonra Hunlar tekrar anavatanlarına döndüklerinde, bazı boylar Doğu Rusya’da kalarak, orta Volga bölgesinde “Büyük Bolgar Devleti”ni kuracaklar ve bu devlet, bölgede mukim olan Fin kökenli boyları da etkileyecektir. Daha çok erken dönemlerde Türk kökenli halklar, Asya’da güçlü devletler kurmuş olmalarına rağmen, bu devletlerin ömürleri kısa olmuştur. Baykal gölüne dökülen Selenge ırmağının bir kolu olan Orhun nehri kıyısında önemli bir merkez olan Orhun kurulmuş ve daha sonraları üzerlerinde en eski Türkçe yazılı, çok değerli anıtlar bulunacaktır. Danimarkalı araştırmacı Wilhelm Thomsen ve Finli araştırmacılar tarafından fotoğraflanıp, dünyaya tanıtılan bu taş yazıtlardaki yazıların alfabesi 1893 yılında çözülerek, içeriğini okunmuştur. Bu anıt yazıtların Türk hanedanı (Çin kaynaklarında: Tu-ki-u, M.S. 680-745) ve onları takipeden Uygur hanedanı (M.S.745-840) döneminde dikilmiş oldukları tespit edilmiştir. Uygur şehri Kara-Balasagun’un kalıntıları arasında bulunan ve üzerinde eski Türk yazısı dışında, Çince ve Soğdca yazılar da yeralan bir başka anıtta yazılanlardan, bu dönemde Uygurlar arasında Maniheizmin yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Mani dini mensuplarının ibadet dili olan Soğdca yazılmış olan bölümünde bu din; “Tanrısal öğretmen (Mar); Mani’nin öğretisi” olarak tanımlanmakta ve bu kültürün izleri Pers kalıntıları arasında meselâ, Moğolcadaki “Khurmusta (Ahura Mazda)” veya Buryat dilindeki “Arima (Ehriman)”, Kırgızcadaki “Kudai (Tanrı, Perscede (Hudai)”, Abakan Tatarlarının dilindeki “Aina (kötü ruh, Perscede Aenanh)” gibi mitolojik kelimelerde takipedilebilmektedir. Manihizm ile aynı dönemlerde, Uygurlar arasında hıristiyanlığın Nestoryan mezhebinin de yayılmış olduğu görülür. Aynı dönem bir üçüncü din olarak Budizmin’de Uygurların arasında yayılmaya başladığı dönemdir. Budizm, Orta Asya’ya Çinli rahipler vasıtasıyla, Budizmin “Bothisatwa” kavramını içeren menkıbelerin kulaktan kulağa yayılmasıyla, Çin kültürü ile beraber doğudan ithal edilir. Bu menkıbeler genellikle Tibetçe değil, Sanskritçe kökenlidir. Uygurların bir kısmı daha sonra Tanrı dağlarına/Tienşan göç edip, orada tarım ve ticaret ile uğraşmaya başladıklarında, Doğu Türkistan’da önemli bir Budizm merkezi oluşur ki, (M.S. 900-1200) bu döneme ait bakiyeler daha sonraları Turfan bölgesinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılacaktır.
Moğol hakanı Temuçin’in (Cengiz Han, M.S. 1162-1227) fetihlere başlamasıyla, büyük halk kitleleri yeni bir göç hareketine başlayacaklardır. Cengiz Han’ın Avrupaya yaptığı sefer esnasında bazı Tatar boylarının Rusya’da kalması, bunların soyundan gelenler hâlen oralarda yaşayan Tatarları oluştururlar. Eşi de Nestoriyan mezhebine mensup olan Cengiz Han, dinî konularda oldukça açık fikirli ve müsamahakâr idi. Hiç kimseye dinî inançları yüzünden baskı uygulamadığı söylenir. Ondan sonra gelenler arasında, özellikle bugünkü Çin’in başkenti Pekin’in de kurucusu olan Kubilay (M.S. 1260-1294), Buda’nın öğretisine inanarak, onun yolunu takibederse de, Moğollar arasında bu öğreti çok derin bir iz bırakmayacak ve 1368’de Çin’deki Moğol imparatorluğunun yıkılması üzerine etkisini yitirecektir. Ancak 17.yy’da bir ara Budizm, Lamaizm formunda Orta Asya’da yeniden dirilerek gerek Moğollar, gerekse Kalmuklar arasında yeni bir heveskâr inananlar zümresi ortaya çıkacaktır. Kalmuklar, Tibet’e yaptıkları akınlar esnasında etkilenip, Dalay Lama’yı kendilerine ruhanî önderleri olarak benimserler. Yoğun bir misyonerlik çalışması sonucunda Lamaizm bütün halk kesimleri arasında yayılıp, hâtta “kurban verme” gibi pagan uygulamaları cezaî müeyyidelerle yasaklanır. Siyâsî dengeler sebebiyle, eski halk geleneklerine belli bir ölçü içinde müsamaha gösterilmesi, zaman içinde bu eski geleneklerin ihtiva ettiği bazı temel fikirler yeni dinin içine de dahil olur. Böylece Moğol ve Kalmukların Şamanizmi (kara inanç), Lamaizm (sarı inanç) içinde erir. Bu yeni dinin vaizleri, yâni Lama rahipleri her tarafa yayılmış manastırları ve Tibetçe dua kitapları ile kendi inançlarını yayarak, halkın savaşçı güdülerini de törpülerler. Hemen hemen Moğolistan’ın bütün sathına yayılmış olan bir çok manastır arasında en önemlisi, zamanında 10.000 civarında Lama’yı barındırdığı tahmin edilen Urga’daki manastırlardır. Son yüzyıl içinde Lamaizm, Buryatların arasında da tutunmaya başlamış, Baykal gölünün Güney ve Doğu kıyılarında yaşayan Buryatların büyük kısmı Lamaizmi kabûl ederken, küçük bir kısmı da Ortodoks kilisesine bağlanmışlardır.
Türk-Tatar dil grubu halklarının kahır ekserisi İslâm dinini benimsemişlerdir. İslâm dini, daha 8.yy’da Turan sahasından Önasya’ya göç eden Türk boyları arasında taraftar bulmaya başlamıştı. Şu anda da Osmanlı “Türkleri” dışında, Rusyadaki Tatarlar, Başkırlar, Kırgızlar ve bazı Batı Sibirya Tatar boyları İslâm inancının takipçileri olurken, Moğolların komşuları olan Soyoteler ve Sarı Uygurlar (Nan-Şan dağlarının Kuzeylerinde yaşayan küçük bir Türk boyu) Lamaizmi benimsemişlerdir. Resmi kayıtlara göre hıristiyanlığı benimsemiş olanlar; Yakutlar, Altay bölgesi Tatarları ve Kazan Tatarlarının bir bölümüdür. Son yıllarda putperestlik ile daha üst düzey bir dinin karışımı olan Burhanizm adlı bir inanç sistemi de görülmeye başlanmıştır. Bu sistemde şamanlık ve kötü ruhlara kurban verme geleneği terk edilmiş ve “Burhan” adlı tek bir Tanrıya tapılmaya başlanmıştır.
Altay halkları arasında benimsenen dinî inançlar incelendiğinde, Ortodoks kilisesinin etkili olduğu bölgelerde pagan dönemlerinden kalma bazı inanç kalıntılarının daha bariz olduğu görülmektedir. Bunun sebebi, Ortodoks kilisesinin misyonerlik ve din yayma çabalarının diğerlerine göre nispeten daha yakın bir geçmişte başlamış olması ve kısmen de- özellikle de Altay bölgesinde-çetin arazi şartları sebebiyle bu halkların diğerlerine nazaran çok daha uzun süreli başka kültürlerle karışmadan yaşamış olmalarıdır. Zira, bozkır bölgelerinde kültürel akımlar çok daha rahat yayılma imkânına sahiptir. Bunun dışında Ortodoks kilisesinin, Lamaizm gibi tahammülsüz ve kendi dışındaki inanç ve ritüellere hiçbir şekilde müsamaha göstermeyen İslâm dini gibi tutucu olmaması, bu durumda önemli bir etken olmuştur. Günümüz Sibirya şamanizminin en eski hâliyle devam ettirildiği yerler, Batı Tunguzlarının yaşadığı, yabancıların dolaşmasının pek de tavsiye edilmediği balta girmemiş ormanlık bölgeleridir. Baykal gölünün ötesindeki bölgelerde ise Tunguzların bir bölümü Hıristiyanlığı benimsemelerine karşılık, bir bölümü de Lamaizmle tanışarak onu kabûl etmişlerdir. Bu arada adı zikredilebilecek diğer hıristiyan halklar arasında Lamutlar ve Oroçonların bir kısmından bahsetmek de mümkündür. Amur vadisindeki Tunguz boyları yoğun bir Çin etkisi altında olup, bu da inanç esasları ve kurban ritüellerinde kendisini göstermektedir. Çin kültürünün bu bölgedeki aktarıcıları ise, hiç şüphesiz ki Mançulardır.
Tunguzlara ve onlarla akraba bir çok kabileye ilâve olarak, Kuzey Yakutları, Buryatlar (özellikle de Baykal gölünün Batısındakiler), Altaylardaki bazı Tatar kabileleri, Karagasseler ve Soyoteler de hâlen Şamanizm müessesesini ve babalarından, dedelerinden kalma kurban geleneklerini devam ettirmektedirler. Bu eski miras, diğer halklar arasında da az veya çok hâlen devam etmektedir. Altay halkları, geniş bir coğrafyada birbirlerinden uzak yerlere dağılmış olmaları sebebiyle, dinî inançlarının tarihî temellerini araştıranlara çok değerli mukayese etme imkânı sunarlar. Başka kökenlerden gelmiş olmalarına rağmen, şaman kültürünü benimsemiş olan yabancı halklar da bu konuda kayda değer malzemeler sunmaktadırlar. Değişik kökenlerden gelen halklarda gözlenen pek çok benzerlik ve paralelliklere en iyi örnek Tunguz, Yenisey ve Samoyed şamanlarının kılık, kıyafet tarzları gösterilebilir. Yakutların inanç tasavvurlarına sadece Dolganlarda değil, aynı zamanda Yakutların Kuzeyinde yerleşmiş olan Jukagirlerde de rastlayabiliriz. Aynı şekilde Ugurlar arasında da hiç şüphesiz Sibirya Tatarlarından gelen bir ruhanî mirasa rastlanır. Bu konuda, Volga boylarındaki Fin kökenli halklarla, Çuvaşlar da bölgedeki Tatarlardan yoğun şekilde etkilenmişlerdir. Gözümüzü Amur vadisine çevirdiğimizde, bazı Tunguz boylarıyla, Amur kıyılarında ve Sahalin’de yaşayan Gilyaklar arasında nasıl yakın bir ilişki olduğu görülebilir. Meselâ, ayı avı ile ilgili ritüeller birbirine oldukça yakındır. Bazı konuları tartışırken, Kuzey-Doğu Sibirya halklarından, Çukçeler, Koryaklar veya Kamçadallar üzerine odaklanmak bu hususta gerekli olabilir. Her ne kadar sözkonusu bu halklar arasında sonuncuları (Kamçadallar) büyük oranda Ruslaşmış olsalar da, konu hakkında ilginç araştırma malzemelerine sahiptirler.
Altay halklarının geçmişine ait araştırmalarda, iki katmanlı bir kültürle karşılaşırız. Bunlar, kuzeyli “Orman kültürü” ve güneyli “Bozkır kültürü” olarak tanımlanabilir. Göçebe hayat üslûbunun karakteristik özelliği olan “Bozkır kültürü”ne ilişkin en eski bulgulara çeşitli bölgelerdeki mezarlarda rastlanır. “Orman kültürünün” (avcılık kültürü) mensuplarının temel geçim kaynağı avcılık olup, daha sonraki dönemlerde ren geyiği yetiştiriciliği de geçim kaynaklarının arasına girmiştir. Bu kültürün ilk barınakları kayın kabuğundan yapılan konik çadırlar olup, bu kültüre dahil olan bazı Türk boylarının ren geyiğini binek hayvanı olarak kullanmalarındaki ilham kaynağı, hiç şüphesiz bozkır kültüründe binek hayvanı olarak kullanılan at’a dayanır. Bronz çağından itibaren atın binek olarak kullanıldığını, bu döneme ait mezarlarda bulunan eyerlenmiş olarak sahibiyle beraber gömülen atlardan anlaşılmaktadır. “Orman (avcılık) kültürü”nün özelliklerinden biri olan ölülerin ağaçlara veya ağaçtan yapılmış iskeleler üzerine serilmiş kerevetlere yatırılarak defnedilme geleneğine mukabil, “Bozkır kültürü” halkları çok uzun zamandır ölülerini toprağa gömüyorlardı. Bu durumda Altaylıların öncüllerinin hangi kültüre dahil oldukları sorusunu akla getirmektedir. Eğer ilk çıkış noktaları ormanlık alanlar ise, ormanlardan çıkıp, ağaçtan mahrum bozkırlara geldiklerinde örnek alacakları her hangi bir kültürel unsur olmadan da defin alışkanlıklarını değiştirerek, toprağa gömme usûlüne dönmeleri gayet tabidir. Ancak, bozkırdan ormanlara geçiş yaptılarsa, ölülerini neden ağaçlara veya iskeleler üzerine defnettiklerini açıklamak burada güçleşir. Veya “Orman (av) kültürü” insanları, yabancı bir kökenden mi geliyorlardı ki, hem yeni bir dili, hem de bu yabancı dilin kültürünü benimsemişlerdi? Türklerle akraba bazı kavimlerin münasebet kurdukları hâlen “Orman (av) kültürü” aşamasında olan komşu halklardan (meselâ, Yakutlardan) etkilenip bazı alışkanlıkları benimsedikleri, ama bu arada kendi dillerini de muhafaza ettikleri de düşünülebilir. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, Altay ırkının bugünkü halkları iki farklı kültür dairesine dahildirler. İnançların gelişimi açısından göçebe orta Asya halklarının kurban ve süt adağı ritüelleri bu hususta ne derece ilginç bir alan sunuyorsa, Kuzey ormanlarından doğmuş olan, daha erken ve ilkel bir dönemin inanç esasları ve geleneklerini yansıtan ve Kuzey Avrasya’nın önemli bir bölümünde benzer özellikler gösteren “Orman (av) kültürü” de aynı derecede ilginç bir alan oluşturmaktadır.
Orta Asya’nın Türk kökenli halklarının inanç sistemlerine ilişkin ilk kaynaklara 13.yy’dan itibaren bu bölgelere gelen ve buralarda dolaşan Avrupalı elçi ve seyyahların hatıralarıyla, seyahatnâmelerinde rastlıyoruz. Bunlardan birisi, Papa IV. Innozenz tarafından 1245 yılında Moğolların Büyük Hanı ile görüşmek üzere Orhun kıyısındaki Karakurum şehrine gönderilen Johannes de Plâno Carpini isimli bir Fransisken papazıdır. Carpini, burada bütün bir kışı geçirmiş olduğu için, daha sonra seyahât hatıralarında anlatmış olduğu çok değerli gözlemler yapma fırsatı bulmuştur. Bir başka önemli seyahâtname ise, yine bir Fransisken papazı olan Wilhelm Ruysbroeck tarafından kaleme alınmıştır. Ruysbroeck, 1253-1255 yıllarında Kral IX. Ludwig’in temsilcisi olarak aynı bölgeye seyahât eder. Daha sonraki dönemlerde Venedikli seyyah Marco Polo’nun yazdıkları Moğolların hayatı üzerine değerli bilgiler verecektir. Marko Polo 1271 yılında Papa tarafından görevlendirilerek Kubilay Hanı ziyaretinde, Kubilay Han’ın teveccühü ve itimadını kazanarak, Moğol sarayında resmi vazife de alıp, 1292 yılına kadar Moğolistan’da kalır ve bu tarihte Han’dan izin alarak vatanına geri döner. Uzun ve maceralı seyahâtini kaleme aldığı seyahâtnamesi Ortaçağın en önemli kaynaklarından biridir. Ancak, Orta Asya’nın dini yapısı üzerine en kapsamlı bilgileri Ruysbroeck’in eserinde buluruz. Ruysbroeck, eserinde sadece putperestler ve onların büyücülerinden değil, aynı zamanda Manihizm öğretileriyle, Nestoriyen mezhebi ve kiliselerinden, Budist tapınaklarından ve sarı elbiseli rahiplerinden de bahseder. O dönemde bölgede Cengiz Han’ın savaş esiri olarak seferden dönüşünde yanında getirdiği çok sayıda Avrupalı, Macar, Rus ve hâtta Gürcü ve Ermeni’nin de bulunduğunu yine bu eserden öğreniyoruz.
Altay ırkı halklarının inanç tasavvurları hakkında bunlardan başka en eski bilgilere Çin, Arap ve Moğol kaynaklarında rastlıyoruz. Bunlar arasında en dikkât çekici olanı Ssanang Ssetsen’in 1829’da Alman araştırmacı ve akademisyen J. J. Schmidt tarafından Almancaya çevrilmiş olan “Doğu Moğollarının ve Han Sülalesi’nin Tarihi” (Geschichte der Ost-Mongolen und Ihres Fürstenhauses) adını taşıyan kroniğidir. Önde gelen bir başka eser ise, 13.yy’da Pers tarihçisi Reşidüddin’in kaleme aldığı “Moğol Devletinin Tarihi” eseridir. Bu eser aynı zamanda Türkler ve Tatarlar hakkında teferuatlı bilgiler vermesiyle de meşhurdur.
Konuyla ilgili Ortaçağ kaynakları her ne kadar tarihî önemleri sebebiyle değer taşısalar da, aslında pek çok noksanlıkları da barındırmaktadırlar. Meselâ, bu kaynaklarda bahsi geçen halkların dinleri hakkında tam bir bilgi edinmek mümkün olmadığı gibi, aynı şekilde 13.yy seyahâtnamelerinde verilen bilgiler de aynı derecede noksan olup, bunlar da tesadüfî gözlemlere dayanmaktadır. Bu konuda güvenilir bilgilerin derlenmesi ancak Rus göçmenlerin Sibirya’ya iskân edilmeleriyle mümkün olmuştur. Bu sayede aynı bölgede uzun süreli gözlemler yapılabilmiş ve bütün halklar ayrıntılı şekilde araştırılabilmiştir. Hâtta bu araştırmalara bazı bölge yerlileri de ilgi göstermiş ve çalışmaların içinde yer almışlardır.
Ata mirası inanç tasavvurları ve ritüellerin Sibirya’nın bazı bölgelerinde hâlen yaşıyor olmasıyla, araştırma konularında her geçen yıl daha da kapsamlı bilgiler edinilmiştir. Bugün artık çeşitli halklar üzerine o kadar çok sayıda araştırma var ki, “Altay Halklarının İnanç Tasavvurlarının” karşılaştırılmasına, Altay halklarının dinlerinin ortaya çıkışından itibaren başlanabilecek kadar bilgi toplanmıştır.
Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.
Çeviren: Erol Cihangir