2 Kasım 2022 Çarşamba

ALTAY HALKLARI

 Altay halkları, asıl anavatanlarının- isimleri her ne kadar Altay dağlarına işaret ediyorsa da-aslında çok daha Doğuda olduğu tahmin edilmekte ve hâli hazırda Asya kıtasının geniş sahalarına-hâtta Doğu Avrupaya yayılmışlardır. Dil açısından üç ana gruba ayrılırlar; Türk-Tatar, Moğol ve Mançu-Tunguz.


Türkler/Osmanlılar ve onların en yakın akrabaları sayılan Türkistan ve Stavropol Türkmenleriyle, Doğu Türkistanın Türk boyları (Kaşgar, Aksu, Turfan, Kham ve Barkul bölgelerinde yaşayanlar) dışında İdil (Volga) Tatarları (bunların bir kısmı daha sonra Sibirya bölgesine geçmiştir), Kırım Tatarları, orta Urallar bölgesindeki Başkırlar, Kırım ve Kuzey Kafkasya Nogayları, Kafkaslardaki diğer Tatar boyları ve Kırgızlar (Kazak Kırgızları, Volga kıyılarından Altay dağlarıyla, İrtiş ırmağının kaynağına kadar uzanan bozkırlarda göçebe Karakırgızlar ise Tanrı dağlarını yüksek vadileriyle, bu dağların eteklerinde yaşarlar) bütün bunlar Türk-Tatar dil grubuna dahildirler. Türkçe konuşan bu halkların, başka halkları kendi içlerine almış olmaları da imkân dahilindedir. Bu durum, kavimler göçü esnasında Altay ve Sayan çöllerine göç eden Tatar boylarının bazıları için söz konusudur. Bu boylardan Altayların Kuzeyinde, Bija ve Katun nehirleri arasındaki balta girmemiş ormanlık alanlarda yerleşik hayata geçen Orman Tatarlarıyla (Çennevya Tatari), isimlerini Bija’nın bir kolu olan Lebed nehrinden alan Lebed Tatarları-Kumandinler- bu tarz bir ilişki içindedirler. Bu terim (Kumandin), daha çok Bija bölgesine yerleşen Lebed Tatarları için kullanılır. Ancak, buralarda da Tatar boyları başka kültürlerle temasa girmekten kaçamamışlardır. Bu konuda Altay halkları uzmanı olan Granö bunlar hakkında; “Çok öncelerde bile göçebe hayat tarzı bırakılmış, çoğunluk küçük pencereli kulübelere yerleşip, Ruslar gibi giyinmeye başlamışlardı” demektedir. Geçim kaynakları çiftçilik ve hayvancılık önde olmasına rağmen, avcılık ve balıkçılık da önemli geçim kaynakları arasındadır. İlk olarak havza sınırlarının ötesinde, Kondoma kıyılarında yaşayan Şor boyları ise -her ne kadar temel geçim kaynakları avcılık olmasına rağmen-Rus göçmenlerin hayat tarzlarını benimsemişler, bunları daha sonrasında aynı nehir havzasında yaşayan Kalarlar, Karginzler ile Abakan vadilerinde yaşayan Koyballar, Beltirler, Sagaylar takibetmiştir.


Buna mukabil, Altay dağlarının Çariştar ve yukarı Katun arasındaki bölgelerinde yaşayan asıl Altaylılarla (Altai-kizi / Altay insanları) akraba toplulukları olan ve Çulişman nehri havzasındaki Teletskoy gölü ile Katun nehrinin bir kolu olan Çuya arasında yaşayan Telengitler, Rus tesirinden uzak kalmayı başarmışlar, Kuznets bölgesinden çıkan Teleütlerse, Katun’un aşağı bölgeleriyle, Altaylılara komşu bölgelere yerleşmişlerdir. Altaylıların yerleşim bölgelerinde pek fazla orman olmadığı ve bozkırlar vadi tabanlarına kadar uzanmış olduğu için Granö’nün deyimiyle; “göçebelik esas hayat tarzı olarak, çadır ve yurtlar buralarda diğer barınma şekillerinden daha yaygın” olarak kalmıştır. Moğol tarzı keçeden yapılma altı ve sekiz köşeli ahşap yurtlar dışında, koni şekilli ve duvarları kayın veya çam ağacı kabuğundan çadırlar da kullanılmaktadır. Altaylılar ve Telengitlerin hayat tarzlarıyla, kıyafetleri ve hâtta yüz hatlarının Moğollarla benzerlik göstermesi hasebiyle Ruslar, Altaylıları “Altay Kalmukları” olarak adlandırmışlardır.


Ob ve İrtiş nehirleri arasındaki bozkırlarda yaşayan ve artık Ruslaşmış olan Çolim ve Baraba Tatarları gibi bazı Tatar kabileleri, Altay Tatarlarıyla aynı dil ailesine mensupturlar. Hâlen, Sayan dağlarının Kuzey yakasında yaşayan Karagasselerle, anavatanları Sayan’ın Yenisey nehrinin kollarıyla kesiştiği bölgeler olan Soyote kabileleri bu husutaki tetkikler açısından oldukça ilginç örnek oluştururlar. Karagasse ve Soyotelerin hayat tarzları, Kuzey Sibirya halklarını andırır; evleri, yazın kayın kabuğu, kışın ise deriyle kaplı koni şekilli çadırlardan ibaret olup, ren geyiği beslerler. Fakat bu halklar, ren geyiğini, meselâ Samoyedler gibi yük taşıma ve çekme maksadıyla değil, binek hayvanı olarak kullanırlar ve aynı bozkır bölgelerinde atların eyerlendiği gibi eyerleyip binerler. Soyote kabileleri arasında ata, genelikle Ulukem gölünün Güneyiyle, Moğol tipi keçe çadırların yoğun olarak bulunduğu bölgelerde rastlanır. Soyote ve Karagasseler kendilerine “Tuba” adını verirler ki, Çin kaynaklarında bu isim “Dubo” olarak geçer. Moğollarsa, Soyoteleri “Urjankhay” olarak adlandırırlar.


Kuzey Sibiryadaki Lena nehri ve kollarında yaşayan Yakutlar ve Doğu Rusya’da, orta İdil (Volga) bölgesinde yaşayan Çuvaşlar da bir Türk-Tatar dili konuşurlar. Kendi sözlü geleneklerine göre, Baykal bölgesinden şimdi oturdukları yerlere göç etmişler ve bu göç esnasında diğer hayvanlarıyla beraber atlarını da getirmişler, Orta Asya göçebelerinde olduğu gibi, at sütü bunlar için de önemli bir besin kaynağıdır. Kuzeydeki Yakutlar, kutup iklimi ve hayat şartlarına uyum sağlamış, hâtta ren geyiklerini ehlileştirip, evcil hale getirmişlerdir. Yakutların hayat tarzlarında, barınma alışkanlıkları ve kıyafetlerinde güçlü bir Rus etkisi gözlenmektedir. İdil Bolgarlarının soyundan gelen ve şimdilerde tarımla uğraşan Çuvaşlarsa, kültürel olarak İdil boylarındaki diğer halkalara çok daha yakındırlar.


Moğol dil grubu ise Moğollar, Kalmuklar ve Buryatlardan oluşur. Anavatanları olan Moğolistan’a da adlarını vermiş olan Moğollar, tarihleri boyunca özellikle fetihler döneminde, Türk ve diğer halklarla temas içinde olmuş ve onları kendi içlerinde eritmişlerdir. Moğollar, coğrafî konumları sebebiyle tarihin bazı dönemlerinde Çinlilere yakın olmuş ve Çinlilerin eskiye dayanan kültürleri Moğollar üzerinde derin tesir bırakmıştır. Buna rağmen Moğollar, ata babalarının hayat tarzlarına sadık kalmış, keçe çadırlarda yaşayıp, hayvanlarına otlak arazi bulmak için her mevsim göçen, göçebe karakterlerini muhafaza etmişlerdir. Çin tarzı tarım, öncelikle Güney bölgelerinde başlamıştır. Kalmuklar-veya kendilerine verdikleri isimle Oyratlar da- temel gıda maddeleri et ve süt olan sığır çobanlarıdır. Kalmuklar, Altaylar ile Tienşan arasındaki sahalarda, özellikle de Tanrı dağlarının (Tienşan) Güney vadileri ve Tibet’in Kuzey sınırlarına yakın yerlerde yaşarlar. 17.yy’daki bir iç çatışma sonucu göç eden önemli sayıda Kalmuk da o dönemden beri aşağı Volga bölgesinde hayatlarını sürdürmektedirler. Moğol dil grubuna dahil olan üçüncü halk ise, Baykal gölünün Doğu, Batı ve Güney bölgelerinde yaşayan Buryatlardır. Yukarıda adı geçen diğer halklar gibi Buryatlar da göçebe topluluklardan olup, son dönemlerde içlerinden bir bölümü tarıma dayalı yerleşik hayata geçmiştir.


Mançu-Tunguz dil grubuna mensup halklar arasında en geniş yayılımı olanlar Tunguzlardır. Tunguz boylarına, Kuzey Sibirya’nın Pasifik okyanusu kıyılarından, Yenisey nehrinin Batıdaki kollarına kadar uzanan geniş arazilerde rastlanır. Hayat alanları Kuzeyde, Kuzey Buz denizine, Güneyde ise Baykal gölü ve Çin sınırına kadar uzanır. Tunguzların zaman içerisinde Doğudan, Batıya göç etmiş oldukları, ana vatanlarının Amur vadisi olduğu tahmin edilmektedir. Amur vadisinde hâlen birbirine yakın dilleri konuşan topluluklar yeralmakta olup, bunlar arasında Kuzey Amur’da Manegreler, Amur, Sungar ve Ussur bölgelerinde Goldeler, Olçe ve Dahurlar sayılabilir. Bunun dışında bu bölgede Mançurya’nın asıl halkı olan, Çin tarihinde bir dönem oldukça etkili olmuş, ancak şu anda Çin dili ve kültürünü benimsemiş olan Mançular bulunur. Mançu dili, hâlen Mançurya’nın bazı bölgelerinde konuşma dili olarak varlığını devam ettirmektedir. Yakutlar, Tunguzların daha seyrek bir şekilde yayılmış oldukları geniş Tunguz mıntıkasına girmeden çok önce, Batı Tunguzları şu anda bulundukları bölgelere yerleşmişlerdi. Hâlen Şatanga nehri kıyılarında yaşayan ve tamamen Yakutlaşmış olan Dolganların da Tunguz asıllı oldukları kabûl edilmektedir.


Kuzey Tunguzları ve onların boylarından olan Oroçonlar, Oroklar ve Lamutların geçim kaynakları arasında avcılık ve hayvancılık (ren geyiği beslenmesi) yeralırken, bunlardan Lamutların geçim kaynakları arasında açık deniz balıkçılığı da vardır. Petsemodaki Koltlaplar gibi yaz başlarında kıyılara yerleşip, kışları, yeniden iç bölgelere göç ederler. Sayan dağlarında yaşayan Karagasse ve Soyoteler’de olduğu gibi Tunguzlar’da da ren geyiği binek ve yük hayvanı olarak kullanılır. Eşyalarını, kayın ağacı kabuğundan üzeri ren geyiği derisi ile kaplı küfelere doldurup, bu küfeleri hayvanın her iki yanına yükleyerek taşırlar. Sahalin bölgesine göçen Orokeler, ren geyiğini ayrıca koşum hayvanı olarak da kullanırlar. Ancak, bu alışkanlık daha sonraki dönemlerde yerleşmiştir. Burada ilginç olan, Orokelerin kızakların çekilmesinde köpek kullanmamalarıdır. Komşu bölgelerde yaşayan Gilyaklar veya Amur bölgesinin avcı ve balıkçı kabileleri olan Olçe ve Goldeler, ren geyikleri olmadığı için kızaklarına köpekleri koşarlar. Mançu-Tunguz dil ailesine dahil olan halklar arasında sadece Çinlileşmiş olan Mançular tarımla uğraşmaktadırlar.


Altay halklarının bu kadar geniş alana dağılmış olmaları bağımsız, göçebe hayat tarzları ve yeni bölgeleri fethetme arzularına dayanır. Bilinen tarih dönemlerinin başından beri Türk asıllı göçebe topluluklar Asya’dan Avrupa’ya doğru göç etmeye başlamışlardı. Bunlar arasında özellikle dikkâti çeken 5.yy’da, hakanları Atilla’nın öncülüğünde yağma ve fetih akınları ile korku ve dehşet salan Hunlar olmuştur. Bu akınlardan sonra Hunlar tekrar anavatanlarına döndüklerinde, bazı boylar Doğu Rusya’da kalarak, orta Volga bölgesinde “Büyük Bolgar Devleti”ni kuracaklar ve bu devlet, bölgede mukim olan Fin kökenli boyları da etkileyecektir. Daha çok erken dönemlerde Türk kökenli halklar, Asya’da güçlü devletler kurmuş olmalarına rağmen, bu devletlerin ömürleri kısa olmuştur. Baykal gölüne dökülen Selenge ırmağının bir kolu olan Orhun nehri kıyısında önemli bir merkez olan Orhun kurulmuş ve daha sonraları üzerlerinde en eski Türkçe yazılı, çok değerli anıtlar bulunacaktır. Danimarkalı araştırmacı Wilhelm Thomsen ve Finli araştırmacılar tarafından fotoğraflanıp, dünyaya tanıtılan bu taş yazıtlardaki yazıların alfabesi 1893 yılında çözülerek, içeriğini okunmuştur. Bu anıt yazıtların Türk hanedanı (Çin kaynaklarında: Tu-ki-u, M.S. 680-745) ve onları takipeden Uygur hanedanı (M.S.745-840) döneminde dikilmiş oldukları tespit edilmiştir. Uygur şehri Kara-Balasagun’un kalıntıları arasında bulunan ve üzerinde eski Türk yazısı dışında, Çince ve Soğdca yazılar da yeralan bir başka anıtta yazılanlardan, bu dönemde Uygurlar arasında Maniheizmin yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Mani dini mensuplarının ibadet dili olan Soğdca yazılmış olan bölümünde bu din; “Tanrısal öğretmen (Mar); Mani’nin öğretisi” olarak tanımlanmakta ve bu kültürün izleri Pers kalıntıları arasında meselâ, Moğolcadaki “Khurmusta (Ahura Mazda)” veya Buryat dilindeki “Arima (Ehriman)”, Kırgızcadaki “Kudai (Tanrı, Perscede (Hudai)”, Abakan Tatarlarının dilindeki “Aina (kötü ruh, Perscede Aenanh)” gibi mitolojik kelimelerde takipedilebilmektedir. Manihizm ile aynı dönemlerde, Uygurlar arasında hıristiyanlığın Nestoryan mezhebinin de yayılmış olduğu görülür. Aynı dönem bir üçüncü din olarak Budizmin’de Uygurların arasında yayılmaya başladığı dönemdir. Budizm, Orta Asya’ya Çinli rahipler vasıtasıyla, Budizmin “Bothisatwa” kavramını içeren menkıbelerin kulaktan kulağa yayılmasıyla, Çin kültürü ile beraber doğudan ithal edilir. Bu menkıbeler genellikle Tibetçe değil, Sanskritçe kökenlidir. Uygurların bir kısmı daha sonra Tanrı dağlarına/Tienşan göç edip, orada tarım ve ticaret ile uğraşmaya başladıklarında, Doğu Türkistan’da önemli bir Budizm merkezi oluşur ki, (M.S. 900-1200) bu döneme ait bakiyeler daha sonraları Turfan bölgesinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılacaktır.

Moğol hakanı Temuçin’in (Cengiz Han, M.S. 1162-1227) fetihlere başlamasıyla, büyük halk kitleleri yeni bir göç hareketine başlayacaklardır. Cengiz Han’ın Avrupaya yaptığı sefer esnasında bazı Tatar boylarının Rusya’da kalması, bunların soyundan gelenler hâlen oralarda yaşayan Tatarları oluştururlar. Eşi de Nestoriyan mezhebine mensup olan Cengiz Han, dinî konularda oldukça açık fikirli ve müsamahakâr idi. Hiç kimseye dinî inançları yüzünden baskı uygulamadığı söylenir. Ondan sonra gelenler arasında, özellikle bugünkü Çin’in başkenti Pekin’in de kurucusu olan Kubilay (M.S. 1260-1294), Buda’nın öğretisine inanarak, onun yolunu takibederse de, Moğollar arasında bu öğreti çok derin bir iz bırakmayacak ve 1368’de Çin’deki Moğol imparatorluğunun yıkılması üzerine etkisini yitirecektir. Ancak 17.yy’da bir ara Budizm, Lamaizm formunda Orta Asya’da yeniden dirilerek gerek Moğollar, gerekse Kalmuklar arasında yeni bir heveskâr inananlar zümresi ortaya çıkacaktır. Kalmuklar, Tibet’e yaptıkları akınlar esnasında etkilenip, Dalay Lama’yı kendilerine ruhanî önderleri olarak benimserler. Yoğun bir misyonerlik çalışması sonucunda Lamaizm bütün halk kesimleri arasında yayılıp, hâtta “kurban verme” gibi pagan uygulamaları cezaî müeyyidelerle yasaklanır. Siyâsî dengeler sebebiyle, eski halk geleneklerine belli bir ölçü içinde müsamaha gösterilmesi, zaman içinde bu eski geleneklerin ihtiva ettiği bazı temel fikirler yeni dinin içine de dahil olur. Böylece Moğol ve Kalmukların Şamanizmi (kara inanç), Lamaizm (sarı inanç) içinde erir. Bu yeni dinin vaizleri, yâni Lama rahipleri her tarafa yayılmış manastırları ve Tibetçe dua kitapları ile kendi inançlarını yayarak, halkın savaşçı güdülerini de törpülerler. Hemen hemen Moğolistan’ın bütün sathına yayılmış olan bir çok manastır arasında en önemlisi, zamanında 10.000 civarında Lama’yı barındırdığı tahmin edilen Urga’daki manastırlardır. Son yüzyıl içinde Lamaizm, Buryatların arasında da tutunmaya başlamış, Baykal gölünün Güney ve Doğu kıyılarında yaşayan Buryatların büyük kısmı Lamaizmi kabûl ederken, küçük bir kısmı da Ortodoks kilisesine bağlanmışlardır.


Türk-Tatar dil grubu halklarının kahır ekserisi İslâm dinini benimsemişlerdir. İslâm dini, daha 8.yy’da Turan sahasından Önasya’ya göç eden Türk boyları arasında taraftar bulmaya başlamıştı. Şu anda da Osmanlı “Türkleri” dışında, Rusyadaki Tatarlar, Başkırlar, Kırgızlar ve bazı Batı Sibirya Tatar boyları İslâm inancının takipçileri olurken, Moğolların komşuları olan Soyoteler ve Sarı Uygurlar (Nan-Şan dağlarının Kuzeylerinde yaşayan küçük bir Türk boyu) Lamaizmi benimsemişlerdir. Resmi kayıtlara göre hıristiyanlığı benimsemiş olanlar; Yakutlar, Altay bölgesi Tatarları ve Kazan Tatarlarının bir bölümüdür. Son yıllarda putperestlik ile daha üst düzey bir dinin karışımı olan Burhanizm adlı bir inanç sistemi de görülmeye başlanmıştır. Bu sistemde şamanlık ve kötü ruhlara kurban verme geleneği terk edilmiş ve “Burhan” adlı tek bir Tanrıya tapılmaya başlanmıştır.


Altay halkları arasında benimsenen dinî inançlar incelendiğinde, Ortodoks kilisesinin etkili olduğu bölgelerde pagan dönemlerinden kalma bazı inanç kalıntılarının daha bariz olduğu görülmektedir. Bunun sebebi, Ortodoks kilisesinin misyonerlik ve din yayma çabalarının diğerlerine göre nispeten daha yakın bir geçmişte başlamış olması ve kısmen de- özellikle de Altay bölgesinde-çetin arazi şartları sebebiyle bu halkların diğerlerine nazaran çok daha uzun süreli başka kültürlerle karışmadan yaşamış olmalarıdır. Zira, bozkır bölgelerinde kültürel akımlar çok daha rahat yayılma imkânına sahiptir. Bunun dışında Ortodoks kilisesinin, Lamaizm gibi tahammülsüz ve kendi dışındaki inanç ve ritüellere hiçbir şekilde müsamaha göstermeyen İslâm dini gibi tutucu olmaması, bu durumda önemli bir etken olmuştur. Günümüz Sibirya şamanizminin en eski hâliyle devam ettirildiği yerler, Batı Tunguzlarının yaşadığı, yabancıların dolaşmasının pek de tavsiye edilmediği balta girmemiş ormanlık bölgeleridir. Baykal gölünün ötesindeki bölgelerde ise Tunguzların bir bölümü Hıristiyanlığı benimsemelerine karşılık, bir bölümü de Lamaizmle tanışarak onu kabûl etmişlerdir. Bu arada adı zikredilebilecek diğer hıristiyan halklar arasında Lamutlar ve Oroçonların bir kısmından bahsetmek de mümkündür. Amur vadisindeki Tunguz boyları yoğun bir Çin etkisi altında olup, bu da inanç esasları ve kurban ritüellerinde kendisini göstermektedir. Çin kültürünün bu bölgedeki aktarıcıları ise, hiç şüphesiz ki Mançulardır.


Tunguzlara ve onlarla akraba bir çok kabileye ilâve olarak, Kuzey Yakutları, Buryatlar (özellikle de Baykal gölünün Batısındakiler), Altaylardaki bazı Tatar kabileleri, Karagasseler ve Soyoteler de hâlen Şamanizm müessesesini ve babalarından, dedelerinden kalma kurban geleneklerini devam ettirmektedirler. Bu eski miras, diğer halklar arasında da az veya çok hâlen devam etmektedir. Altay halkları, geniş bir coğrafyada birbirlerinden uzak yerlere dağılmış olmaları sebebiyle, dinî inançlarının tarihî temellerini araştıranlara çok değerli mukayese etme imkânı sunarlar. Başka kökenlerden gelmiş olmalarına rağmen, şaman kültürünü benimsemiş olan yabancı halklar da bu konuda kayda değer malzemeler sunmaktadırlar. Değişik kökenlerden gelen halklarda gözlenen pek çok benzerlik ve paralelliklere en iyi örnek Tunguz, Yenisey ve Samoyed şamanlarının kılık, kıyafet tarzları gösterilebilir. Yakutların inanç tasavvurlarına sadece Dolganlarda değil, aynı zamanda Yakutların Kuzeyinde yerleşmiş olan Jukagirlerde de rastlayabiliriz. Aynı şekilde Ugurlar arasında da hiç şüphesiz Sibirya Tatarlarından gelen bir ruhanî mirasa rastlanır. Bu konuda, Volga boylarındaki Fin kökenli halklarla, Çuvaşlar da bölgedeki Tatarlardan yoğun şekilde etkilenmişlerdir. Gözümüzü Amur vadisine çevirdiğimizde, bazı Tunguz boylarıyla, Amur kıyılarında ve Sahalin’de yaşayan Gilyaklar arasında nasıl yakın bir ilişki olduğu görülebilir. Meselâ, ayı avı ile ilgili ritüeller birbirine oldukça yakındır. Bazı konuları tartışırken, Kuzey-Doğu Sibirya halklarından, Çukçeler, Koryaklar veya Kamçadallar üzerine odaklanmak bu hususta gerekli olabilir. Her ne kadar sözkonusu bu halklar arasında sonuncuları (Kamçadallar) büyük oranda Ruslaşmış olsalar da, konu hakkında ilginç araştırma malzemelerine sahiptirler.


Altay halklarının geçmişine ait araştırmalarda, iki katmanlı bir kültürle karşılaşırız. Bunlar, kuzeyli “Orman kültürü” ve güneyli “Bozkır kültürü” olarak tanımlanabilir. Göçebe hayat üslûbunun karakteristik özelliği olan “Bozkır kültürü”ne ilişkin en eski bulgulara çeşitli bölgelerdeki mezarlarda rastlanır. “Orman kültürünün” (avcılık kültürü) mensuplarının temel geçim kaynağı avcılık olup, daha sonraki dönemlerde ren geyiği yetiştiriciliği de geçim kaynaklarının arasına girmiştir. Bu kültürün ilk barınakları kayın kabuğundan yapılan konik çadırlar olup, bu kültüre dahil olan bazı Türk boylarının ren geyiğini binek hayvanı olarak kullanmalarındaki ilham kaynağı, hiç şüphesiz bozkır kültüründe binek hayvanı olarak kullanılan at’a dayanır. Bronz çağından itibaren atın binek olarak kullanıldığını, bu döneme ait mezarlarda bulunan eyerlenmiş olarak sahibiyle beraber gömülen atlardan anlaşılmaktadır. “Orman (avcılık) kültürü”nün özelliklerinden biri olan ölülerin ağaçlara veya ağaçtan yapılmış iskeleler üzerine serilmiş kerevetlere yatırılarak defnedilme geleneğine mukabil, “Bozkır kültürü” halkları çok uzun zamandır ölülerini toprağa gömüyorlardı. Bu durumda Altaylıların öncüllerinin hangi kültüre dahil oldukları sorusunu akla getirmektedir. Eğer ilk çıkış noktaları ormanlık alanlar ise, ormanlardan çıkıp, ağaçtan mahrum bozkırlara geldiklerinde örnek alacakları her hangi bir kültürel unsur olmadan da defin alışkanlıklarını değiştirerek, toprağa gömme usûlüne dönmeleri gayet tabidir. Ancak, bozkırdan ormanlara geçiş yaptılarsa, ölülerini neden ağaçlara veya iskeleler üzerine defnettiklerini açıklamak burada güçleşir. Veya “Orman (av) kültürü” insanları, yabancı bir kökenden mi geliyorlardı ki, hem yeni bir dili, hem de bu yabancı dilin kültürünü benimsemişlerdi? Türklerle akraba bazı kavimlerin münasebet kurdukları hâlen “Orman (av) kültürü” aşamasında olan komşu halklardan (meselâ, Yakutlardan) etkilenip bazı alışkanlıkları benimsedikleri, ama bu arada kendi dillerini de muhafaza ettikleri de düşünülebilir. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, Altay ırkının bugünkü halkları iki farklı kültür dairesine dahildirler. İnançların gelişimi açısından göçebe orta Asya halklarının kurban ve süt adağı ritüelleri bu hususta ne derece ilginç bir alan sunuyorsa, Kuzey ormanlarından doğmuş olan, daha erken ve ilkel bir dönemin inanç esasları ve geleneklerini yansıtan ve Kuzey Avrasya’nın önemli bir bölümünde benzer özellikler gösteren “Orman (av) kültürü” de aynı derecede ilginç bir alan oluşturmaktadır.


Orta Asya’nın Türk kökenli halklarının inanç sistemlerine ilişkin ilk kaynaklara 13.yy’dan itibaren bu bölgelere gelen ve buralarda dolaşan Avrupalı elçi ve seyyahların hatıralarıyla, seyahatnâmelerinde rastlıyoruz. Bunlardan birisi, Papa IV. Innozenz tarafından 1245 yılında Moğolların Büyük Hanı ile görüşmek üzere Orhun kıyısındaki Karakurum şehrine gönderilen Johannes de Plâno Carpini isimli bir Fransisken papazıdır. Carpini, burada bütün bir kışı geçirmiş olduğu için, daha sonra seyahât hatıralarında anlatmış olduğu çok değerli gözlemler yapma fırsatı bulmuştur. Bir başka önemli seyahâtname ise, yine bir Fransisken papazı olan Wilhelm Ruysbroeck tarafından kaleme alınmıştır. Ruysbroeck, 1253-1255 yıllarında Kral IX. Ludwig’in temsilcisi olarak aynı bölgeye seyahât eder. Daha sonraki dönemlerde Venedikli seyyah Marco Polo’nun yazdıkları Moğolların hayatı üzerine değerli bilgiler verecektir. Marko Polo 1271 yılında Papa tarafından görevlendirilerek Kubilay Hanı ziyaretinde, Kubilay Han’ın teveccühü ve itimadını kazanarak, Moğol sarayında resmi vazife de alıp, 1292 yılına kadar Moğolistan’da kalır ve bu tarihte Han’dan izin alarak vatanına geri döner. Uzun ve maceralı seyahâtini kaleme aldığı seyahâtnamesi Ortaçağın en önemli kaynaklarından biridir. Ancak, Orta Asya’nın dini yapısı üzerine en kapsamlı bilgileri Ruysbroeck’in eserinde buluruz. Ruysbroeck, eserinde sadece putperestler ve onların büyücülerinden değil, aynı zamanda Manihizm öğretileriyle, Nestoriyen mezhebi ve kiliselerinden, Budist tapınaklarından ve sarı elbiseli rahiplerinden de bahseder. O dönemde bölgede Cengiz Han’ın savaş esiri olarak seferden dönüşünde yanında getirdiği çok sayıda Avrupalı, Macar, Rus ve hâtta Gürcü ve Ermeni’nin de bulunduğunu yine bu eserden öğreniyoruz.


Altay ırkı halklarının inanç tasavvurları hakkında bunlardan başka en eski bilgilere Çin, Arap ve Moğol kaynaklarında rastlıyoruz. Bunlar arasında en dikkât çekici olanı Ssanang Ssetsen’in 1829’da Alman araştırmacı ve akademisyen J. J. Schmidt tarafından Almancaya çevrilmiş olan “Doğu Moğollarının ve Han Sülalesi’nin Tarihi” (Geschichte der Ost-Mongolen und Ihres Fürstenhauses) adını taşıyan kroniğidir. Önde gelen bir başka eser ise, 13.yy’da Pers tarihçisi Reşidüddin’in kaleme aldığı “Moğol Devletinin Tarihi” eseridir. Bu eser aynı zamanda Türkler ve Tatarlar hakkında teferuatlı bilgiler vermesiyle de meşhurdur.


Konuyla ilgili Ortaçağ kaynakları her ne kadar tarihî önemleri sebebiyle değer taşısalar da, aslında pek çok noksanlıkları da barındırmaktadırlar. Meselâ, bu kaynaklarda bahsi geçen halkların dinleri hakkında tam bir bilgi edinmek mümkün olmadığı gibi, aynı şekilde 13.yy seyahâtnamelerinde verilen bilgiler de aynı derecede noksan olup, bunlar da tesadüfî gözlemlere dayanmaktadır. Bu konuda güvenilir bilgilerin derlenmesi ancak Rus göçmenlerin Sibirya’ya iskân edilmeleriyle mümkün olmuştur. Bu sayede aynı bölgede uzun süreli gözlemler yapılabilmiş ve bütün halklar ayrıntılı şekilde araştırılabilmiştir. Hâtta bu araştırmalara bazı bölge yerlileri de ilgi göstermiş ve çalışmaların içinde yer almışlardır.


Ata mirası inanç tasavvurları ve ritüellerin Sibirya’nın bazı bölgelerinde hâlen yaşıyor olmasıyla, araştırma konularında her geçen yıl daha da kapsamlı bilgiler edinilmiştir. Bugün artık çeşitli halklar üzerine o kadar çok sayıda araştırma var ki, “Altay Halklarının İnanç Tasavvurlarının” karşılaştırılmasına, Altay halklarının dinlerinin ortaya çıkışından itibaren başlanabilecek kadar bilgi toplanmıştır. 


Uno Harva'nın Altay Panteonu adlı kitabında alıntılanmıştır.

Çeviren: Erol Cihangir


Ergan Dağı Kayak Merkezi / Erzincan

 





Gözün Yapısı

  

En Mükemmel Göz Damlası: Gözyaşı

 

Çoğu insanın "yalnızca ağlandığında akan tuzlu su" zannettiği gözyaşı, çeşitli görevler için farklı karışımlarla oluşturulmuş son derece özel bir sıvıdır.

Gözyaşının ilk görevi gözü mikroplara karşı korumaktır. İçinde bulunan "lizozim" enzimi birçok bakteri türünü parçalayabilme ve mikrop öldürme özelliğine sahiptir. Lizozim sayesinde göz, enfeksiyonlardan korunur. Bu madde, binaları mikroplardan temizlemek için kullanılan kuvvetli dezenfektanlarda kullanılan maddelerden bile daha etkilidir.

Gözyaşının % 98.2'si sudur. Geri kalan kısımda kan plazmasıyla aynı oranda üre ve plazmadakinden daha az oranda glikoz, tuzlar ve organik maddeler bulunur. Lizozim ise geriye kalan maddenin küçük bir kısmını oluşturur. Yani gözyaşı, içinde farklı oranlarda farklı maddeler bulunan son derece özel bir sıvıdır.

Gözyaşı farklı maddeleri içeren katmanlardan oluşur. Bu katmanlardan yağ salgılayan bezlerin bulunduğu yüzeysel kat çok incedir. Görevi ise gözyaşının dışarı akmasını ve buharlaşmasını engellemektir. Bu, gözün yapısındaki şaşırtıcı ayrıntılardan başka bir tanesidir. Gözyaşının üzerindeki son derece ince bir tabaka, göz yaşını buharlaşmaya karşı korumaktadır.

Gözyaşının üretimi de son derece hassas bir ölçü ile yapılır. Gözyaşı, sadece korneayı kurumaktan kurtaracak ve göz küresinin yüzeyinin kayganlığını kaybettirmeyecek miktarda üretilir. Böylece, göz hareket ettiğinde göz kapağının iç kısmı konjonktiva ile gözün üstü arasında sürtünmeden kaynaklanan bir rahatsızlık meydana gelmez.

Gözyaşı yeterli miktarda üretilmeseydi, göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur ve gözün her hareketi bizim için bir eziyet haline gelirdi. Örneğin gözyaşı kuruluğu olan hastalarda, gözlerde sürekli bir yanma ve gözün içinin kum dolu olduğu hissi duyulur. Gözler şişer, kızarır ve hastalığın ileri aşamalarında hasta gözünü kaybedebilir.

Uyarıcı bir durum söz konusu olduğunda, mesela göze toz gibi yabancı bir madde kaçtığında, gözyaşı üretimi otomatik olarak artar. Bu bir yandan antiseptik amaçla daha çok lizozim enzimi üretilmesini diğer yandan da uyarıcı maddenin dışarı atılabilmesi için bol miktarda sıvı oluşmasını sağlar.

 

 

Korumadaki Estetik

 

Gözün çok hassas bir yapısı vardır. İşte bu yüzden vücudun en iyi korunan organlarından biridir. Burada dikkat çeken nokta korumanın aynı zamanda son derece estetik bir görünüm içerisinde sağlanmasıdır. Düşünün ki; gözün korunması için etrafında son derece sert, zırhımsı bir kabuk da olabilirdi. Oysa, gözün çevresinin kemik yapısı, gözkapakları, kaşlar, kirpikler son derece estetik ve simetrik bir görünüm meydana getirirler.

 

Göz kapağının sınırından çıkan kirpikler gözü toz ve yabancı maddelerden korurlar. Koptukları veya kesildikleri zaman tekrar uzarlar. Uzama kirpik eski boyutuna geldiğinde biter.

Kirpikler düzgün, yumuşak ve yukarı doğru hafifçe kıvrıktırlar. Bu şekil hem kullanışlı hem de son derece estetiktir. Zeis adlı bezlerin salgıladıkları yağlı bir salgı ile kirpikler yağlanır, kavisli elastik bir yapı kazanırlar. Eğer bu ince bakım yapılmasaydı kirpikler son derece sert, fırça gibi olacak, her göz kırpmada rahatsızlık verici bir karışma ve takılma hissi meydana gelecekti.

Kaşlarımız da alnımızdan akan terlerin gözün içine girmesine engel olur. Ayrıca güneş ışınlarını kırarak gözün içine yansımasını engeller. Bunun yanı sıra insan gözünün estetik görünümünü tamamlayan çok önemli birer unsurdurlar.

 

Yıpranmayan Kaslar

 

Göz kasları vücudun en çok çalışan kaslarındandır. Bu kaslar sayesinde göz, günde yaklaşık 100.000 kere hareket eder. İnsanın yaşam süresi düşünüldüğünde bu sayı milyarları bulur. Fakat kaslar bu kadar ağır ve sürekli bir iş yapmalarına rağmen hiç kimse görmekten dolayı yorgunluk duymaz. Değil bu kasların yorgunluğunu hissetmek insanların çoğunun bu kaslardan haberleri bile yoktur. Yaşlı kimselerde bile bu kaslar genç bir insandaki gibi işlevlerini görürler.

Göz çevresinde 6 kas bulunur. Bu kaslar gözlerin sağa-sola, aşağı-yukarı ve diğer açılara dönmesini sağlar.  Her gözdeki 6 kas, 3 kas çiftinden oluşur. Her çift, kendi içinde zıt yönlere hareketi sağlar. Bir cismin kusursuz ve net olarak algılanabilmesi için görüntünün retinanın merkezine odaklanması gerekir. Bunun için gözdeki kaslar, birlikte mükemmel bir uyum içinde çalışmalıdırlar. Bu yüzden iki göz aynı anda aynı noktaya doğru bakar. Gözlerin ortak çalışmasında bir problem olması halinde görüntü çift olur.  

Bu kasların birbirleriyle uyum içinde çalışmaları sağlanamazsa, çift görmenin yanısıra, yüzün ifadesinde de birçok bozukluklar meydana gelebilir. Örneğin, gözde şaşılık veya kayma olduğu zaman yüz ifadesinin değişmesi gibi.

Eğer bu kaslar hiç olmasalardı göz hareketsiz donuk bir cam gibi kalacak ve yüzde anlamsız bir ifade olacaktı. Bir şeye bakmak için kafanın tamamen o yöne dönmesi gerekecek, günlük yaşamda sahip olduğumuz hareket kabiliyeti büyük oranda azalacaktı.

 

 

Konjonktiva, Ömür Boyu Bakım

 

Gözü sürekli yıkayan ve mikroplardan arındıran bir gözyaşı sisteminin yanısıra gözde bir yağlama sistemi de mevcuttur. Bu sistem günde yaklaşık yüzbin defa, dört ayrı yöne dönen gözün, bu hareketlerin sonucunda yıpranmasını engeller. Bu sayede göz sürekli yağlanarak sürtünme etkisine ve yabancı maddelere karşı korunmuş olur.

Göz küresi, üst üste birçok doku katından oluşur. Bu dokulardan konjonktiva gözün üst tabakasını yağlama görevi yapar. Konjonktiva, göz kapağının altından gözün en üst tabakasına kadar olan aralıkta yer alır ve göz küresinin büyük bir bölümünü kaplayan sert beyaz bir zar olan sklera (göz akı) ile birleşir. Bu iki tabaka da canlıdır ve gözü besleyen minik kan damarlarıyla beslenirler. Şeffaf bir tabakanın canlı olması ve gözle görülemeyen damarlarla beslenmesi dikkat çekicidir.

Bu tabaka göz küresinin alt ve üst kısımlarına kadar uzar, böylece göz kırpıldığında veya hareket ettiğinde konjonktivanın iki yüzeyi birbiri üstüne geçer.

Konjonktiva gözyaşı bezleriyle temel gözyaşı salgılanmasını yapar. Aynı zamanda göz kapaklarının iç yüzeyini ve göz küresini örter. Bu ince tabaka mukus (mukoza salgısı) üreten küçük bezeler de içerir. Mukus gözyaşıyla birleşerek yağlama işlemini gerçekleştirir. Bu yağ o kadar kaygandır ki göz hareket ettiğinde hiçbir rahatsızlık hissedilmez.

 

Kornea, Gözün Penceresi

 

Göz, ışığın girdiği öndeki çıkıntı dışında, küre biçimindedir. Bu kürenin en dışında göz akı (sklera) denen sert, çok dayanıklı ve süt gibi donuk beyaz renkli bir katman bulunur. Göz akı gözü çepeçevre kuşatır ve göz içindeki dokuların korunmasını sağlar. Gözün ortasındaki renkli bölümü çevreleyen beyazlık da bu katmanın görünen bölümüdür.

Göz akı, yumuşak ve jölemsi bir yapıya sahip olsaydı gözün korunması gerektiği gibi sağlanamayacaktı. Ayrıca göze toz veya herhangi bir yabancı madde kaçtığında bu cisim göze yapışacağı için çıkarması zorlaşacak, büyük zararlar verecekti. Oysa göz akı sert olduğu için gözyaşının da yardımıyla yabancı maddeler kolaylıkla gözden temizlenir.

Göz üzerindeki sert ve dayanıklı beyaz dokunun yapısı, gözün önündeki çıkıntılı bölüme gelince değişir. Bu çıkıntılı bölüm kornea denilen, ışığı geçiren saydam bir tabakadan oluşur. Birbirlerinin devamı oldukları halde göz akı ve korneanın yapıları tamamen farklıdır ve kesin bir sınırla ayrılırlar. Göz akı bir binanın dış cephesini kaplayan sert granit kaplamaya, gözün önündeki şeffaf kornea da bu binanın penceresine benzetilebilir.

Eğer korneayı oluşturan ince doku gözün bütününü kaplasaydı göz dış etkilere karşı son derece savunmasız ve güçsüz kalacak, sonuç körlük olacaktı.

Eğer göz akını oluşturan sert ve mat doku gözün önündeki saydam tabaka üzerinde devam etseydi, ışık merceğe ulaşamayacak ve görüntü oluşamayacaktı.

Kornea denen saydam bölüm ışık ışınlarını kırarak, bu ışınların mercekten geçip, gözün arkasındaki retinaya ulaşmalarını sağlar. Odaklama için gerekli olan ışığın kırılımının üçte ikisi bu sayede sağlanır. Kırılmanın geri kalan üçte birlik bölümünü ise, gözün iç kısmında bulunan mercek gerçekleştirir.

Nesneleri net görebilmek için korneanın her zaman saydam ve çok duyarlı olması gerekir. Çünkü saydamlığını yitirdiği anda göze yeterince ışık giremediği için görüntü bulanıklaşır. Gözün dışarıya açık olan bölümündeki bu katmanın çok duyarlı olması da göze kaçan küçük bir toz parçasının bile hemen fark edilip temizlenmesini sağlar.

Korneanın bu derece saydam olmasının sebebi, kendisini oluşturan liflerin hassas bir düzen içerisinde sıralanmalarıdır. Bu sıralanmaya yapılacak herhangi bir müdahale korneanın kararmasına ve görüntünün bulanıklaşmasına sebep olur.

Fotoğraf makinesi için objektif ne kadar önemliyse göz için de kornea aynı önemi taşır. Dahası kornea o kadar şeffaftır ki, ancak çok yakından dikkatle bakıldığında görülebilir. Aynı zamanda vücuttaki en hassas yapılardan biridir.

Kornea yüzeyi gözle görülmeyen sinirlerden ve lenf damarlarından oluşur. Ancak bunlar görüntüyü bozmazlar. Bu sinirler en hafif dokunuşa veya dokunma tehlikesine karşı harekete geçip, reflekslerle göz kapağı gibi koruyucu mekanizmaları yardıma çağırırlar. Göz kapağı, kornea üstüne yapışan herhangi bir şeyi derhal dışarı atar ve göz kapağının kapanması korneayı diğer muhtemel tehlikelerden korur.

Kornea bir anlamda arkasında gözün çalıştığı bir penceredir. Rüzgarın savurduğu bir kum tanesi veya talaş parçası korneayı çizebilir. Kornea bu tür sebeplerle çizilirse ya da hasara uğrarsa kendi kendini tamir edebilir. Gözün hızlı bir kendini yenileme kabiliyeti vardır.

Korneayı oluşturan hücreler gözyaşındaki glikoz ve havadaki oksijen ile beslenirler. Burada kan damarları bulunmaz. Gece ise uykuda, göz kapaklarının altındaki zengin kılcal damarlardan beslenirler.

Kornea vücuttan tamamen izole edilmiştir. Bu özelliği korneanın bir vücuttan diğerine naklini kolaylaştırır. Nakledilen doku vücut tarafından reddedilmez. Çünkü kanda üreyen antikorlar buraya ulaşamazlar.

 

Gözdeki Sıvılar

 

Gözün iç boşluğu üç bölüme ayrılmıştır. Gözün önünde iki oda vardır. Bunlardan ön oda göz akının ön parçası olan korneanın arka yüzü ile iris arasındadır. Arka oda ise irisle göz merceği arasında kalan dar bir aralıktır. Gözün ortasında ve göz merceği arkasında geniş bir boşluk bulunur. Bu odaya karanlık oda denir. Burası saydam, renksiz, parlak bir sıvı ile doludur. Bu sıvı camsı sıvı olarak adlandırılır.

Jelatinimsi kıvamlı bu sıvı, retina ile mercek arasındaki boşluğu doldurarak merceğin yerinde kalmasını sağlar. Yine irisle mercek arasındaki arka odacıkla, irisle kornea arasındaki ön odacık da sıvı ile doludur. Bu sıvı ise kirpiksi cisim tarafından devamlı salgılanır. Odacıklardaki sıvının görevlerinden biri, kan damarlarından yoksun olan kornea ve merceğin beslenmesini sağlamaktır.

Göz içi sıvısı gözün içindeki organellerin beslenmesi için gerekli maddeleri (tuzlar, şekerler, mikrop öldürücü maddeler gibi) içerir. Bu maddeler kirpiksi yapı içerisinde bulunan mikroskobik pompalar aracılığıyla damarlardan emilir ve sıvının içine karışır.

Göze hayat veren bu besin kaynağı sıvı, durağan ve hareketsiz değildir. Aksine, sürekli bir dolaşım halindedir. Ufacık boşluktaki bu sıvı aynen okyanuslardaki temel su akıntısı prensibi doğrultusunda bir sirkülasyon gerçekleştirir. (Soğuk akım aşağıdan, sıcak akım yukarıdan akar.)

Bu muhteşem mekanizma sadece besini ve mikrop öldürücüleri eşit olarak dağıtmakla kalmaz. Aynı zamanda son derecede hassas ve mikroskobik bir kontrolle atıkların dışarı atılmasını sağlar. Odacıklardaki sıvının ikinci görevi ise iç basınç oluştururak göz küresinin şeklinin sabit kalmasını sağlamaktır.

 

 

Göz İçi Basıncı

 

Göz, esnekliği çok sınırlı bir küre gibi düşünülebilir. İçerdiği peltemsi sıvı küreye bir miktar iç basınç yapar. Bu iç basıncın şiddetini ise saydam sıvının miktarı belirler.

Saydam sıvı, kirpiksi cisim tarafından salgılanır. Sıvı, kirpiksi cisimden arka odaya (saydam tabakaya), daha sonra da gözbebeğinden geçerek ön odaya gelir ve korneanın arka yüzüyle irisin ön yüzü arasındaki dokular tarafından geri emilir. Bu salgılama ve boşaltım işlemlerinde dengesizlik olması göz içi basıncını etkiler.

Üretilen ve emilen saydam sıvı miktarı eşit olduğunda, sürekli bir sıvı akışı sağlanır, böylece gözün içindeki sıvı hacmi değişmez. Ama saydam sıvının üretimi artar, emilimi azalır ya da akışı engellenirse göz içi basıncı yükselir.

 

İris, Gözün Işık Ayarlayıcısı

 

Korneanın (saydam tabakanın) arkasında yer alan iris, retinayı gereksiz ışınlardan korur. Çevresinde bulunan iki kas sayesinde gözbebeğinin boyutunu ışık şiddetine göre ayarlar. Kaslardan biri tıpkı bir kese bağı gibi gözbebeğini daraltır. Göz bebeğinin etrafında papatya yaprakları gibi dışa uzanan diğer kaslar ise ışığın şiddeti azaldığında göz bebeğini büyütürler. Bu sayede gözün içine giren ışık miktarı sabit tutulur.

Uzun süre aydınlık bir ortamda bulunduktan sonra karanlık bir ortama geçildiğinde gözde meydana gelen kamaşmanın iki nedeni vardır. Birincisi, karanlıkta retina duyarlılığının artmasıdır; ikincisi ise, iristeki kasların harekete geçmeleri için kısa bir sürenin gerekmesidir. Karanlık bir yerden birden aydınlık ortama geçildiğinde, göz bebeği kısa bir süre genişliğini korur. Göz ışıkta kaldıktan ancak 0.04-0.05 saniye sonra göz bebeği iristeki kasların yardımıyla daralmaya başlar ve bu daralma 0.1 saniyede maksimuma ulaşır.

İris, sahip olduğu pigmentli hücreler sayesinde aynı zamanda göze rengini veren organdır. İrisin rengi tıpkı deride olduğu gibi mevcut pigment çeşidine ve miktarına bağlıdır. Açık renk derili insanların gözleri mavi, yeşil ya da açık gridir. Koyu renk derili insanların gözleri ise genelde koyu kahverengi veya siyahtır.

 

 

Göz Bebeği

 

Gözbebeği dediğimiz şey aslında iris içindeki bir çukurdur. Gözbebeği kasılarak ve genişleyerek gözün içine girecek ışık miktarını çok kısa bir sürede ayarlar. Genel olarak, her iki göz de aynı miktarda ışık alır; fakat gözlerden birine düşen ışık miktarı değiştirildiğinde, sadece bir gözün gözbebeğinde değişiklik olmaz, diğeri de hemen buna katılır.

Göze giren ışık miktarı, gözbebeği açıklığının derecesine göre yaklaşık 30 kat değişebilir. Örneğin bir flaş patlaması ile 0.1 saniyede yapılacak değişim sonucunda gözbebeği hemen ayarlanıp ışığı kırar.

Işık göze girdiği zaman, bu sinirsel bir uyarı olarak beyne gider. Beyne sadece ışığın varlığı değil aynı zamanda şiddeti de bildirilir. Beyin de hemen geri sinyal göndererek göz bebeğini çevreleyen kasların ne kadar kasılacaklarını veya ne kadar genişleyeceklerini bildirir. Bütün bu haberleşme, hesaplama ve fonksiyonlar ise saniyeden daha alt birimlerdeki bir zaman aralığında gerçekleşir.

 

 

Aydınlığa ve Karanlığa Uyum

 

Karanlık bir yere ilk girdiğiniz anda etrafınızdaki eşyaları çok zor seçebilirsiniz. Bunun sebebi, retinanızın duyarlılığının o an için çok düşük olmasıdır. Fakat 1 dakika gibi kısa bir süre içinde duyarlılık 10 kat artar. Retina daha önce uyarılması için gereken ışık şiddetinin onda biriyle uyarılabilir. 20 dakika sonra duyarlık 6.000 kat artar ve 40 dakika sonra yaklaşık 25.000 kat yükselir. Göz, ışığa duyarlılığını 500.000 ile 1.000.000 kat gibi büyük sayılar arasında değiştirebilir. Duyarlılık aydınlanma derecesine göre otomatik olarak ayarlanır.

 

 

Göz Merceği, Gözün Objektif Ayarı

 

Göz merceği, iris ile gözbebeğinin hemen arkasında yer alır. Görevi göze gelen ışık ışınlarını kırarak ağ tabakaya odaklamaktır. Şeffaf, katı, elastik ve sarımsı renkte olup protein liflerinden oluşmuştur. İki kenarı da dışbükey olan bu saydam yapının şekli büyüteç merceklerine benzer.

Lensin (göz merceği) şekli, etrafında bulunan kaslar yardımıyla değişebilir. Bu sayede göze farklı açılardan gelen ışık sürekli ağ tabakaya odaklanır. Örneğin, yakına bakıldığında göz merceğinin çevresindeki kaslar kasılır, merceğin ortası bombeleşir. Uzağa bakıldığında kaslar gevşer, mercek uzayarak incelir ve uzaktaki nesnelerin görüntüleri netleştirilir.

Lenste de korneada olduğu gibi kan damarları bulunmaz ve lens göz sıvısı ile beslenir.

Lens insan hayatı boyunca büyümeye devam eder (ama gittikçe yavaşlayan bir oranda) ve bu süreç sonunda elastikiyetini kaybeder. En yaşlı kısımlarda hücre katmanları tamamen izole olup yeterli besin ve oksijenden mahrum kalır ve ölürler. Sonunda mercek sertleşir ve kavisleşmesi zorlaşır. Yakın mesafe görüşüne adapte olabilme kabiliyeti kaybolur. Bu durumda insanlar gazeteyi okuyabilmek için yazıyı bir kol boyu uzak tutmaya çalışırlar. Yakın mesafe görüşlerini desteklemek için de gözlük kullanılmaya başlanır.

 

 

Retina

 

Retina, kornea ve mercekten kırılarak geçen ışınların düştüğü tabaka, diğer bir deyimle görüntünün oluştuğu bölgedir. Buraya düşen görüntü elektrik sinyallerine çevrilerek beyne gönderilir.

Kamera için film ne demekse göz için de retina aynı anlamı taşır. Tıpkı fotoğraf filminin objektifin arkasında bulunması gibi, retina gözün arkasında bulunur ve odaklanan nesnenin görüntüsü burada oluşur.

Fotoğraf makinelerinde bir imajın görüntüsü kaydedildikten sonra film bir sonraki kareye geçer. Buna karşın üzerine her an farklı bir görüntü düşen retinanın değiştirilmesine gerek yoktur çünkü kendi kendini yeniler. İnsanın yaşamı boyunca oluşan, sayılamayacak kadar farklı imajı, eskimeden ve bozulmadan görüntüler, üstelik bir ömür boyu kullanılır.

Retinanın yapısı ise oldukça ilginçtir. Retinadaki hücreler üstüste yerleşerek son derece ince, 11 ayrı tabaka oluştururlar. Görüntünün düştüğü nokta 9. kattadır. Bu noktanın çapı yaklaşık 1 milimetredir. İnsan bir bakışta kilometrelerce karelik alanı bu nokta üzerinde görür.

Retinanın arka tarafında, ışığı algılayan çubuk ve koni hücreleri bulunur. Bu iki tip hücrenin görevi, üzerlerine düşen ışığı elektrik sinyallerine çevirmektir. Mikroskop altındaki biçimleri nedeniyle bu isimlerle adlandırılırlar. Çubuk hücrelerin sayısı 120 milyon, konilerin sayısı 6 milyondur. Yani gözde bir koni hücresine karşılık 20 çubuk hücresi vardır.

Sadece dış görünüşleri ve sayıları değil, bu hücrelerin algılama şekilleri de farklıdır. Çubuk hücreleri hafif ışığa bile yanıt verebilirler. Koni hücrelerinin çalışabilmeleri için ise daha güçlü ışık gerekir.

Çubuk hücreler yalnızca ışığa karşı duyarlıdır. Yani nesnelerden gelen ışığa göre ancak siyah-beyaz bir görüntü oluştururlar. Çubuk hücreleri az ışıkta bile görev yapabilecek kadar duyarlıdırlar. Ancak nesnelerin ayrıntılarını çözümleyip, renklerini saptamazlar.

Gece yıldızlara bakarken ya da karanlık bir sinemada koltuk bulmaya çalışırken gözümüzün retinasındaki çubuk hücrelerin sağladıkları görüntü sayesinde hareket ederiz. Retinadaki çubuklar yalnızca ışığa karşı hassas oldukları için oluşan görüntüde sadece şekiller belirgindir, renkler ise belirgin olmaz. Bu yüzden karanlıkta bütün nesneler siyah ve grinin tonları şeklinde algılanır.

 

Retinanın Dört Algısı

 

Retinanın uyarılması sonucunda görüntü hakkında dört tip özellik algılanır. Bunlar ışık, kontrast, şekil ve renktir.

 

- Işık:

Çubuk hücreleri düşük şiddette ışığı koni hücrelerinden daha iyi algılarlar. Örneğin alacakaranlıkta çubuk hücreleri sayesinde görürüz. Parlak ışıkta ise koniler devreye girerler. Gece gören hayvanlarda bu yüzden çubuk hücreleri çok daha fazladır.

 

- Şekil:

Cisimlerin şeklini algılamada önemli rolü koni hücreleri oynar. Şekil hissi keskinliği, konilerin birbirine yakın olarak yer aldığı fovea adlı noktada en yoğundur.

 

- Kontrast:

Kesin sınırlarla ayrılmamış bölgeler arasındaki küçük aydınlatma değişikliklerini algılama yeteneği son derece önemlidir. Birçok hastalıkta kontrast duyarlılığı kaybı görülür ve bu durum hastayı görme keskinliği kaybından daha fazla rahatsız eder.

 

- Renk:

Işığın farklı dalga boylarının beyin tarafından ayrı ayrı yorumlanması sonucunda renk kavramı doğar. Gözün içinde bulunan ışık alıcısı retina, dalga boylarını ayırt ederek renkleri görmemizi mümkün kılar.

 

 

Ana Renkler

 

Işığın belli renklerine özellikle yoğun biçimde reaksiyon veren üç ana koni grubu bulunmakta olup bunlar mavi, yeşil ve kırmızı koniler olarak sınıflandırılırlar.

Kırmızı, mavi ve yeşil, doğada bulunan üç ana renktir. Bu renklerin farklı kombinasyonlarda ve tonlarda biraraya gelmeleri sonucunda diğer renkler oluşur. Kırmızı ve yeşil renk karıştırıldığında ortaya sarı renk çıkar. Pigment hücreleri de bu temel fizik kuralına göre çalışırlar; kırmızıya ve yeşile duyarlı olan konilerin eşit ölçüde uyarılmaları sarı renk algısını yaratır. Kırmızı, mavi, yeşil konilerin eşit uyarılması beyaz renk algısını yaratır. Üç ana rengi algılayan hücrelerin farklı şiddetlerde ve kombinasyonlarda uyarılmaları ile insan hayatındaki bütün renkler ortaya çıkar. Yalnız buraya kadar anlatılanlar retina ile ilgili bölümü kapsar ve bir teori olmaktan öteye gitmez. Kaldı ki beynin gelen sinyalleri nasıl deşifre ettiği halen bilinmemektedir.

Görüldüğü gibi renkleri ayırt etmek son derece karmaşık bir iştir. Eğer günümüz teknolojisinden bir örnek verirsek bu işlemin zorluğu daha iyi anlaşılacaktır. Renkli televizyon ekranları da tıpkı gözdeki sisteme benzer bir şekilde çalışır. Farklı dalga boylarındaki renkler yanyana yakın bir oranla yerleştirilirler. Eğer televizyon ekranından alınan bir resme yakından bakılacak olursa görüntünün kırmızı, yeşil ve mavi renklerde çok küçük alanların birleşmesinden oluştuğu görülür. Biraz geriden bakıldığında renkler tekrar birleşir ve ekrandaki normal renkler ortaya çıkar.

 

Görme Keskinliği

 

Nokta büyüklüğünde bir toz taneciğine veya yüksek bir tepeden uçsuz bucaksız bir manzaraya bakın hiç fark etmez. Binlerce kilometrenin de, birkaç milimetrenin de görüntüsü retina üzerindeki 1 milimetrekare genişliğinde, sarımtrak bir bölge (macula lutea) üzerine düşer.

Bu bölgenin çapı yarım milimetreden (0.4 mm.) daha küçük olan merkez bölümünde retina incelmiştir ve hafif bir çukurluk gösterir. Bu yere sarı nokta (fovea centralis) adı verilir. Burası görüntünün en net olduğu merkezdir. Bu alan tamamen koni hücrelerinden oluşur. Bilindiği gibi koniler görüntünün ayrıntılarını görmeye yarayan özel bir yapıya sahiptirler. Görüntü içindeki yüzlerce renk, şekil ve derinlik bu küçücük bölgede en keskin halini alır. Foveanın dışında görme keskinliği 5-10 kat düşer.

Bir cisme dikkatle bakıldığında, gözler bu cisimden gelen ışınları fovea üzerine düşürecek şekilde hareket ederler. Gözün hareketli olması da buna yardımcı olur.

Maksimum göz keskinliğine sahip bir kişi, iğne ucu kadar parlak iki nokta arasındaki bir milimetrelik mesafeyi on metreden algılayabilir.

 

 

Hayat Damarı Koroid

 

Göz akıyla retina arasındaki parçaya koroid denir. Bu bölüm büyüklü küçüklü birçok damardan ve gözle görülmeyen milyonlarca kılcal damardan oluşur. Bu kılcal damarlar aracılığıyla retinanın koni ve çubuk hücrelerinden oluşan hassas bölgesine besin taşınır.

 

 

Retinanın Boyası

 

Göze giren ışık, koni ve çubuk hücrelerini uyarabilmek için iki tabakadan geçer. Bu hücrelerin arkasında siyah bir pigment içeren melanin tabakası bulunur. Melanin, retinadan geçen ışığı emer, böylece ışığın geri yansımasını ve göz içinde dağılmasını engeller. Eğer bu tabaka olmasaydı gözün içine giren ışık her yana dağılır ve görüntü oluşmazdı. Pigment tabakasının görevi, kamera ve fotoğraf makinelerinin objektiflerine sürülen siyah boyanın (magnezyum tabakası) görevi ile aynıdır.

 

Görme Alanı

 

Gözün dış dünyayı gördüğü toplam açıya görme alanı denir. Görme alanının en geniş yeri dıştadır ve önünde görüşü kısıtlayacak engel bulunmaz. İç tarafa doğru görme alanı daralır. Bu daralmanın son derece hikmetli bir sebebi vardır: İki gözün arasında bulunan burun, bu daralma yüzünden görme alanına girmez.

Eğer görme alanı iç tarafa doğru daralmasaydı ne olurdu? Böyle bir durum söz konusu olsaydı, burun görme alanı içine girerek son derece rahatsız edici bir engel teşkil edecek, insanlar gün boyu kendi burunlarının görüntüsü ile muhatap olacaklardı.

 

 

Gözdeki Kimlik

 

Parmak izleri kişiden kişiye farklılık gösterir. Tıpkı parmak izleri gibi, her insanın irisi üzerindeki izler de, diğer bir insanın irisi üzerindeki izlerden farklıdır. Bu farklılığın nedenleri; bağ dokusundan oluşan ağ, temel doku lifleri, kirpiksi yumurtalar, kasılma izleri, damarlar, halkalar, renk ve lekelerdir.

Dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın her birinin gözü farklı yapıdadır. Hatta her ne kadar çok benzeseler de aynı insana ait iki kahverengi göz, hiçbir zaman birbirlerinin aynısı değildir.

 

Alıntıdır.

1 Kasım 2022 Salı

Cam Teras / Safranbolu / Karabük

 


AK HUN DEVLETİ (367-557)

 Ak Hunlar, tarih kaynaklarında Eftalitler olarak da bilinirler. M.S. 350’li yıllardan sonra Juan-juan Devleti’ne bağlı Hun kalıntısı Uar ve Hun adlı iki Türk kabile grubu Altaylar havalisindeki yerlerini terk ederek Güney Kazakistan bölgesine geldi. Burada yaşayan daha önceden gelmiş olan Hun kitlelerini Avrupa’ya ittiler. Daha sonra güneye yönelerek Afganistan’ın Toharistan civarına geldiler (367). Daha sonra Maveraünnehir ve Çu havalisini ele geçirdiler. Arkasından hâkimiyetlerini Hazar Denizi doğusu ve güneyine kadar genişlettiler. Onların ilk hücumları neticesinde Sasanî İmparatorluğu büyük sarsıntı yaşadı ise de, daha sonra iki ülke arasında barış yapıldı.


359 yılında Amid’i (Diyarbakır) kuşatan Iran ordularının yanında yardımcı olarak Ak Hun kuvvetleri de bulunmuştu. 420 yılından sonra Ak Hun-Sasanî ilişkileri yeniden bozuldu. Ak Hunların Eftal (Abdel) hanedanından Kün-han, İran’ın iç işlerine karışarak nüfuzu altına aldığı veliaht Firuz’u Sasanî hükümdarı yaptı (459). Daha sonra Kuzey Hindistan istikametine yönelip, Gupta Devleti’ni dağıttı (470 dolayları). Ancak, Sasanî Devleti üzerine Ak Hun baskısı durmuyordu. 484 yılında Ceyhun Nehri kıyılarında mağlup edilen Sasanîlerin Herat bölgesi Ak Hunların eline geçmişti. Bundan sonraki devirlerde Sasanîlerin iç işlerine karışan Ak Hunlar, Şah Kubad’ın yeniden tahta çıkmasını sağladılar.


Hoten, Kuça, Aksu ve Kaşgar tarafları da Ak Hunların eline geçmişti. Kabil’de oturan Tegin unvanlı Toramana adındaki kumandan tarafından bütün kuzey Hindistan zapt edilmişti. Ak Hun Toramana’nın oğlu Mihiragula ordusunda sürekli yedi yüz savaş fili bulunduruyordu. Kuvvetli oluşundan dolayı Mihiragula (515-545) en büyük Ak Hun hükümdarı görünmektedir.


ipek Yolu’nu elinde tutan Ak Hun Devleti’nin topraklarında doğuda Gök-Türk-lerin, batıda ise İranlıların gözü vardı. Her iki devletin ortak hareketi neticesinde, 557 yılında Ak Hun Devleti yıkıldı. Topraklarının büyük bir kısmı ve İpek Yolu Gök-Türklerin eline geçerken, diğer kısmı İran hükümdarı Anûşirvân’a bağlandı.


Afganistan’da bulunan Ak Hun hükümdarı Hakan unvanını taşıyor, Kuzey Hindistan’a uzanan bölgeyi idare eden prenslerine ise Tegin unvanı veriliyordu. 520 yılında Ak Hun hükümdarının Bedehşan’daki yazlık merkezini ziyaret eden ünlü Budist rahip Sung Yün, Ak Hunların şehirlerde oturmadıklarını, merkezlerinin seyyar bir karargâh olduğunu, su ve otlak aramak için yer değiştirdiklerini, yazın serin yerlere, kışın ılıman bölgelere göç ettiklerini, hükümdar çadırının duvarlarına yünlü halılar serildiğini ve hükümdarın ipekten işlemeli bir elbise giydiğini yazmıştır.


Çin’den çıkarak Akdeniz dünyasına kadar ulaşan ipek Yolu’nun en önemli kesimi Ak Hun Devleti topraklarındaydı. Bazı kaynaklara göre Ak Hunlar keçeden yapılmış veya ipekten elbiseler giyiyorlar, çadırlarda oturuyorlardı. Ak Hunlar yaşadıkları coğrafi mevki bakımından Budist ve eski İran sanatlarından etkilenmişlerdi. Ak Hun sikkelerinde inci dizisi motiflere, insan portrelerine ve ay-yıldız gibi tasvirlere rastlanır.


Alıntıdır.


Göbekli Tepe / Şanlı Urfa

 


Hippokrates'in İskitlerin Yaşayışı Hakkında Verdiği Bilgilerin Türkçesi

 LXXXXIX. Avrupa'da İskit kavmi bulunur. Azak denizi çevresinde otururlar. Diğer kavimlerden farklıdırlar. Sauramatlar diye de adlandırılırlar. Bunların kadınları kızoğlankız kaldıkları sürece ata biner, ok atar, at üstünde kargı savurur ve düşmanla savaşırlar. Üç düşman öldürmedikçe evlenmezler. Töre gereğince hayvan kurban etmeden kocalarıyla aynı evde oturmazlar. Bir kız kocaya varınca, genel bir seferberlik zorunluluğu ortaya çıkmadığı sürece, ata binmeyi bırakır.




XC. Kadınların sağ memeleri yoktur. Çünkü kızlar daha çocukken anaları, bu iş için yapılmış tunçtan bir aleti şiddetle kızdırıp sağ memeye bastırarak dağlarlar. Böylece memenin büyümesi önlenir. Bütün kuvvet sağ omuz ve kola gider.


XCI. İskitlerin diğer kısımları birbirlerine ne kadar benzerler ise, diğer kavimlerden de o kadar farkları vardır. Bunların çehre hatlarının bir örnek olmasının sebebi, Mısırlılarda olduğu gibi açıklanabilir. Bu söz, İskitlerin soğuktan, Mısırlıların sıcaktan kavrulduğunu saymazsak, Mısırlılar için de geçerlidir.


XCII. İskit çölü denilen yer, otlakları bol, yüksek ve rutubeti az bir ovadır. Çünkü bu ovanın ortasından geçen büyük ırmaklar suyu köylerin dışarısına götürürler.


XCIII. İskitler buralarda yaşarlar. Bunlara göçebe derler. Çünkü sabit bir ikametgâhları yoktur. Bunlar arabalar içerisinde otururlar. Arabaların en küçüklerinin dört, diğerlerinin ise altı tekerleği vardır. Arabaların dört bir yanı ve üstleri keçe ile kaplanmıştır. Bir kısmının iki, bir kısmının da üç odası bulunmaktadır. Bu evler yağmura, kara ve yele karşı korunaklıdır. Arabaların bazılarını iki çift, bazılarını ise üç çift öküz çeker. Öküzlerin boynuzu yoktur, çünkü soğuk yüzünden boynuzları çıkmaz.


XCIV. Bu arabalarda kadınlar çocuklarla birlikte yaşarlar. Erkeklerse at üstünde onların yanlarında giderler. Bunları koyun sürüleri, sığır ve atlar izler. Bir yerde hayvanlarına ot bulabildikleri sürece kalırlar. Otların hepsi bitince başka yerlere giderler. İskitler pişmiş et yerler ve kısrak sütü içerler. Bu sütten bir de "hippace" denilen peynir yaparlar. İskitlerin âdetleri ve yaşayış tarzları bunlardır.



İlhami Durmuş'un İskitler adlı kitabından alıntılanmıştır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak