4 Eylül 2022 Pazar

TÜRKLERDE HAYVAN SEMBOLİZMİ VE DİN İLİŞKİSİ

  

 

 

Günümüzde yaygın bir şekilde kullanım alanı bulan hayvan sembolleri, Türklerde önemli bir yer tutmaktadır. Bu sembollerin oluşması ve anlamlandırılmasında dinlerin çeşitli ölçülerde etkisi olmuştur. Özellikle İslam, bu semboller üzerinde en etkili tesiri yapmıştır.

 

Türklerin kullandığı hayvan sembollerinden bazıları, onların geçmiş inançlarını sembolize ederken bazıları Hıristiyanlık ve Budizm gibi bir dini sembolize etmektedir. Güç, kuvvet, hâkimiyet ve hükümdarlığı sembolize eden hayvan sembollerinin yanı sıra olumsuz özellikleri ile öne çıkan hayvan sembolleri de Türklerde kullanılmıştır.

 

 

 

Dünyanın en eski ve köklü milletlerinden biri olarak Türkler, çok geniş bir coğrafyada, oldukça değişik kültürler, medeniyetler, toplumlar ve dünyanın büyük dini sistemleri ile temasa geçmişlerdir. Sonuçta çok renkli ve son derece zengin bir kültür mirasına sahip olmuşlardır. Bu zengin kültür mirası bilimsel ve objektif bir anlayışla ele alınıp değerlendirildiğinde, milli ve kültürel varlığımızın tarihi temellerini daha doğru bir biçimde aydınlatma imkânını sağlayacak ve hatta değişen sosyo-kültürel şartlara, buhranlara ve çatışmalara sahne olan toplumumuzun kültürel kimliğinin yeniden inşasına önemli katkılarda bulunacaktır.

 

Semboller gerek içerdikleri anlam zenginliği, gerekse insanlık tarihinin algılamalarından aktarılan gelen unsurlara sahip olmaları yönüyle insan hayatında kelimelerden daha işlevsel ve etkileyici bir rol üstlenebilmiştir. Bu sembollerden öne çıkanlardan birisi de hayvanlarla ilgili olanlardır.

 

I-   Türklerde Hayvan Sembolizmi

 

Burada tüm hayvanları saymak ve bir değerlendirme yapmak pek de mümkün değildir. Bu sebeple bazı hayvan sembolleri ve anlamları üzerinde durulacaktır. Doğaüstü ve Yırtıcı hayvanlar ile vahşi ve evcil hayvanlar çalışmamızın iki başlığını oluşturmaktadır. Ayrıca Türk Hayvan Takvimine değinilecektir.

 

A-Doğaüstü ve Yırtıcı Hayvanlar

 

Phoenix, Simurg, Anka, Garuda, Grifon: Söz konusu hayvanlar farklı kültürlerde yer almakla birlikte birbirlerinden türemiş oldukları düşünülmektedir. Phoenix karanlıktan çıkan ışığın sembolü olarak Mısır, Simurg ise İran mitolojisinde görülmektedir. Simurg, İran etkisiyle Türk mitolojisinde yer almıştır. Simurg, Kimi zaman iyilik timsali olarak kahramanların koruyucusu, kimi zaman da kötülüğün timsali olarak görülmektedir. Bunun Arap-İslam kültüründeki yansıması anka’dır. Garuda Hint mitolojisinde yer alır. Hint mitolojisinde garuda, ilahi güce sahip bir varlık olarak Tanrı Vişnu’nun bineği olarak tasvir edilmiştir. Buna karşılık kara kuş (kartal) Türk kültürü ve mitolojisine aittir. Grifonlar göğü, tan ağarışını, ilim ve kuvvet gibi kavramları simgelerler. Türk sanatında özellikle kartal başlı grifonlar yaygın olarak görülmektedir. Burada bahsedilen doğaüstü hayvanlar Türk sanatında geniş tasvir alanı bulmuştur.

 

Simurg ve Garuda İslamiyet’ten sonra da Türkler arasında yaygın olarak kullanılan semboller olmuştur.

 

Ejderha: Çin mitolojisine ait kabul edilmişse de Türk mitolojisinde de yer almakta buna bağlı olarak geniş bir uygulama alanı bulmaktadır. Türkler için önceden bereket, refah, güç ve kuvvetin sembolü kabul edilen bu hayvan, Ön Asya kültürüyle ilişkiye geçildikten sonra bu anlamları zayıflayarak alt edilen kötülüğün sembolü olarak algılanmıştır. Hunlar ejder festivali düzenlemiştir. Bunun yanı sıra Çin’de imparatorluk sembolü olan ejderha, Türkleri bu yönüyle etkilemiş ve Türk hayvan takviminde de yıl sembolü olarak yer almıştır. Türkler arasında ejderin sembolik anlamları İslamiyet’ten sonra da devam etmiştir.

 

Kartal ve Avcı Kuşlar: Kartal, Türklerde önemli bir yer edenmiş ve Türklerin milli sembollerinden biri olmuştur. Özellikle Göktürk ve Uygurlarda kartal ve diğer yırtıcı kuşlar hükümdar veya beylerin koruyucu ruhu ve hukuki sembolü olmuştur. Güneş, güç ve kudreti de temsil eden söz konusu hayvanlar, mücadelelerde zafer kazanmanın işareti olmuştur. İslamiyet’ten sonra da kartal, hükümdarlık, güç ve kuvveti temsil etmiş, zaman zaman arma olarak kullanılmıştır.

Kurt: Coğrafi şartlar hayvanlarla ilgili inançların oluşmasında etkili olan unsurlardandır. Özellikle hayvancılık ve avcılıkla geçinen insanlar en çok kurttan korkmuştur. Sonuçta ona tabiatüstü güçler atfedilmiştir.

 

Kurt ile ilgili olarak zamanla gelişen hayvan ata kavramı devlet, hükümdarlık vb. gibi unsurların sembolü olmuştur. Çin kaynaklarında egemenlik ve yiğitliği sembolize etmiştir. Türklerin kendi hayat tarzları ile benzerlikler kurduğu kurt, Uygur Oğuz Kağan Destanı’nda ve Başkurt Türklerinde, yol gösterici bir unsur olarak tasvir edilmiştir. Kurt, Türk mitolojisinde gök unsuruna bağlı olarak aydınlığın sembolü olmuş, biçim değiştirme temasıyla da ilgili olmuştur. Birçok hayvan sembolünde olduğu gibi, kurtlar da İslamiyet’ten sonra, eski tanrısal konumlarını büyük ölçüde kaybetmiş, yiğitlik veya güç sembolü olarak algılanmaya devam etmiştir.

 

Arslan: Arslan sembolü geçmiş milletlerin birçoğunda genellikle güç ve ihtişamın sembolü olarak kullanılmıştır. Müslümanlar arasında Hz. Ali’nin unvanı ve sembolüdür. Türk sanatında arslan figürleri daha çok Budizm ile birlikte görülmekle beraber, Altaylar’da da bu figürün görülmesi daha erken dönemlerden beri arslan sembolünün Türklerde kullanıldığını göstermektedir. Arslan savaş, zafer, iyinin kötüyü yenmesi, kuvvet ve kudret sembolü olmuştur. Budizm’de arslan, bazen tanrı sembolü ve bazen de hükümdarın kendisini veya oturduğu tahtı simgelemiştir. Arslan sembolü Türker’in İslam’ı tanımasından sonra da anlamını yitirmemiştir.

 

Kaplan: Türklerde kaplan, Çin’dekine paralel anlam kazanmıştır. Kaplanlar, Türk kabilelerinin ve yiğitlerinin (Alp) en eski tözlerindendir. Kaplanın güç ve yiğitlik sembolü olduğuna işaret eden birçok sanat eseri, Orta ve İç Asya’daki kazılarda ele geçirilmiştir. Kaplan postu, Budist devirlerde de Budizm’in gücünü ve dolayısıyla hükümdarların kudretini ifade etmiştir. Aslan gibi kaplan da taht sembolü olmuştur. İslamiyet’ten sonra da kaplanla ilgili semboller büyük oranda anlamlarını devam ettirmiştir.

 

Ayı: Çinliler için güç ve cesaretin sembolü olmuştur. Türk mitolojisinde önemli bir figür olmasına rağmen hiçbir zaman kartal, at veya kurt kadar ağırlık kazanmayan bu sembol genellikle orman kültüründe yaşayan Türklerde görülmektedir. Başkurtlar onu ata saymıştır. Ayı tipi elbiseler şamanlar tarafından kullanılmış, onun farklı kısımlarından alınan kemiklerde şaman elbiselerine dikilmek suretiyle şamanın göğe seyahatinde yardımcı ruh olarak işlev gördüğüne inanılmıştır. Ayı, Türk destanlarında aptal ve kötü hayvan olarak nitelenmiştir. Bu sembol İslamiyet’ten sonra anlamında bazı değişikliklerle kaba kuvvetin ve kötü insanın simgesi haline gelmiştir.

B-Vahşi ve Evcil Hayvanlar

 

At: Türklerin hayvanlarla ilgili inançlarını, yaşadıkları göçebe bozkır hayatı ve kültürü şekillendirmiştir. Bu hayatın temel unsurunun at olması, ona Türklerin önem vermesini sağlamıştır. Şamanist gelenekte at, şamanın gökyüzüne çıkacağı bineği ve kurban hayvanı olarak önem kazanmıştır. Gök Tanrı’nın sembolü de olan at, Altay Türklerinde Gök Tanrı’ya sunulan en değerli kurban olmuştur. Şamanın göğe çıkmasına imkân veren at kanatlı olarak düşünülmüştür. İslamiyet’ten önce kurgan denilen Türk mezarlarında öteki dünyada ölüye hizmet etmek üzere gömülmüş at kadavralarına rastlanmıştır. Türklerle ilgili birçok efsane, destan ve hikâyede at sahibinin yakın arkadaşı, zafer ortağı, en değerli varlığı sayılmıştır. Savaştaki yararları sebebiyle kuvvet ve kudretin simgesi olmuş, at sürüleri zenginliğin belirtisi olarak görülmüştür. Budist dönemde de atların mitolojik özellikleri devam etmiş, beyaz at ise anlamını yitirerek Buda’nın sembolü haline gelmiştir. Türk Hayvan Takviminde at (yont), yıl sembolü de olmuştur.

 

İslamiyet’ten sonra kendisine yeni özellikler eklenen at, Türkler için önemini her zaman koruyan bir hayvan olmuştur. Ayrıca at, uzun ömür, mutluluk, refah, doğruluk, şöhret, iyilik ve soyun devamlılığının sembolü olmuştur.

 

Geyik: Türklerde kullanılan en erken sembollerden biri olan geyik, şaman törenlerinde biçimine girilen hayvan ata veya ruh olarak karşımıza çıkmaktadır. Şaman elbisesinde veya davulu üzerinde simgesel olarak kullanılmıştır. Göktürklerde avlanarak kurban edilen geyik aynı zamanda hükümdarlığın sembolü olmuştur. Budist mitolojide ak geyik Buda’nın sembolü olmuştur. Geyiğin birçok anlamı İslamiyet’ten sonra da devam etmiştir. Bolluk ve bereketin sembolü olan bu hayvan kimi zaman yol gösterici kimi zaman mübarek bir binek kabul edilmiştir.

 

Balık: Eski Suriye’de kutsal hayvan olarak görülen balık, tanrı Dagon’un tasviri olmuştur. Çinliler için bereket, Hıristiyanlar için İsa-Mesih’in sembolüdür. Budist mitolojisinde bazı tanrılar balık üzerinde tasvir edilmiştir. Özellikle göl ve nehir kıyılarında yaşayan Türklerde bereket, refah ve bolluğun simgesi olmuştur. Altay yaratılış efsanesinde balık, dünyayı taşıyan bir varlık olarak sembolize edilmektedir. Balıkla ilgili çeşitli inanışlar İslamiyet’ten sonra da devam etmiş ve bu hayvan burç sembolü olarak kullanılmıştır.

Boğa (Öküz, İnek): Boğa, vahşi gücün ve tenasül gücünün sembolüdür. Yunanistan, Hindistan ve İran’da ise ineğe saygı gösterilmiştir. Hint mitolojisinde tanrılarla ilgili bir sembol kabul edilmiş, İran mitolojisinde ise iyi ve kötü yönleriyle öne çıkmıştır. Eski Türklerde boğa veya öküz destanlarda önemli bir yer edinmiş ve Alplik sembolü olmuştur. Kuvvet ve kudretin simgesi olarak hükümdarlığı temsil etmiştir. Hint mitolojisinin etkisiyle Türklerde dünyayı taşıyan hayvanlar arasında kabul edilmiştir. Dede Korkut hikâyelerinde boğa güç, kuvvet ve yiğitlik sembolü olmuştur. Burç sembolü olan boğa, aynı zamanda Türk hayvan takviminde yıl sembolüdür.

 

Deve: Türk mitolojisinde Alplik sembolü olan diğer bir hayvan devedir. Özellikle buğra denen erkek develer kahramanlar tarafından töz olarak kabul edilmiştir. Dede Korkut hikâyelerinde kahramanın kuvvet gösterisi için yendiği develer, kuvvetin sembolü olmuştur. Günümüzde yapılan deve güreşleri bunun göstergesidir.


 

Fil: Türkler Budizm’in etkisiyle bu sembolü kullanmaya başlamıştır. Hindistan’da birçok tanrının bineğidir. Beyaz fil Buda’nın sembolüdür. Hükümdarlığın ihtişamını ve yiğitliği temsil etmektedir. İslamiyet’ten sonra güç, kuvvet, hükümdarlık ve hâkimiyetin sembolü olmaya devam etmiştir.

 

Horoz ve Tavuk: Birçok kültürde horoz, güneşin ve gururun sembolü olarak algılanmış, onun ötüşüyle güneşin doğuşu arasında ilişki kurulmuştur. İran mitolojisinde mitra inancına bağlı olarak yeniden dirilişin ve ışığın habercisi olan horoz, Zerdüştilikte ateşi ve güneşi temsil eder. Yahudilik’te günahlardan kurtulmanın aracı olarak kefaret ayinlerinde kullanılır. Hıristiyanlar onu, İsa-Mesih’in sembolü kabul ederler. Türklerde horozla ilgili inançlarda şamanizmin etkisi bulunmaktadır. Horoz, kötü ruhları kovan ve koruyucu olan bir hayvan olarak algılanır. Genel olarak altın tavuk (ya da horoz) hükümdar ailesini, gümüş tavuk ise hükümdar ailesinden olmayan soylu kişileri temsil etmiştir. Aynı zamanda horoz barışı simgelemektedir. Tavuk, Türk Hayvan Takviminde yıl sembollerinden birisidir.

 

Türk kültüründe, özellikle Bektaşi ve Alevi zümrelerde, horozla ilgili inanışların yaygınlığı, bu inanışların bir geleneğin devamı olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Kaplumbağa: Eski Çin ve Hint inanışlarından Türklere geçen bu sembol uzun ömür, refah, barış ve mutluluğun sembolü olarak görülmüştür. Göktürk döneminde hanedan sembolü olmuştur. Fakat şansızlık, sıkıntı ve zorluğu da temsil ettiğine de inanılmıştır.

 

Koyun, Koç ve Keçi: Koyun ve özellikle beyaz koç eski Türklerde Gök Tanrı’ya sunulan kurbandır. Güç, kuvvet ve Alpliğin sembolü olan koç, kimi zaman hanedan arması olmuştur. Taoizm’de ölümsüzlüğü temsil eden keçi, Budizm’de tanrılarla ilgili olduğu düşünülmüştür. Ayrıca Koyun, Türk Hayvan Takvimi’nde yıl sembollerinden biridir. İslamiyet’ten sonra koyun sakinliği, huzur, barış, bolluk ve bereketi temsil ederken, koç gücü, hâkimiyeti kuvveti ve yiğitliği temsil etmiştir. Hz. İsmail’in kurban olarak Allah’a adanması ile koç, kurban ve ölümü de temsil eden bir anlam kazanmıştır.

 

Yırtıcı Olmayan Kuşlar: Genellikle kuşlar ruh sembolü olarak görülmüştür. Cenneti de temsil eden bu hayvanlar, şamanın biçimine girdiği ve onu koruduğu düşünülmüştür. Kuğu, kaz, ördek, sülün, saksağan, turna, karga, ördek, tavus, güvercin ve bıldırcını bu grupta sayabiliriz. Bunlardan bıldırcın, yiğitliği, sülün güzellik ve iyi şansı, saksağan iyi haberi, turna ölümsüzlüğü zenginliği ve uzun hayatı, altın veya kırmızı karga güneşin, kara karga şeytanın ve kötülüğün, ördek (Budist dönemde) mutluluk ve refahın, tavus güzellik, itibar ve şerefi, güvercin uzun hayatı, kaz erkeklik, evlilik ve başarının sembolü olmuştur. Kaz ve kuğu gibi kuşlar Türklerde ayrıca kut ve beyliği temsil etmiştir. Bahsi geçen kuşlar eski Hint ve Budist mitolojisinde önemli bir yer tutmakta bu da Budist Türklerin inançlarını etkilemiştir. İslamiyet’ten sonra da kuşlarla ilgili bu anlamlandırmalar tanrılarla ilgili olanlar dışında devam etmiştir.

 

Köpek: Budizm’in yeniden doğuş inancına göre günahkâr insanların üçüncü kez doğduklarında gövdesini aldıkları hayvanlardan birisidir. Eski Hint mitolojisinde ölüler diyarının muhafızı ve talihsizliğin sembolüdür. Türklerde köpek sembolü kurt veya kartal gibi ulusal bir sembol olmamıştır. Şaman ayinlerinde güçlü şamanlar kurt, kartal gibi hayvanların biçimine girerken zayıf şamanlar köpek şekline giriyordu. Köpek yer altına inerken kullanılıyor ve bu olumsuz anlamı sebebiyle cenaze merasimlerinde kurban edilen bu hayvan ölümü temsil ediyordu. Çin ve Moğol kültürlerinin etkisiyle köpekten türeme Türklerde de görülmüştür. Genelde olumsuz anlamlarına rağmen köpek, İslamiyet’ten sonra avcılığa verilen önem sebebiyle dostluk, sadakat ve sabır gibi olumlu anlamlar yüklenmiştir.

 

Domuz: Türkler başlangıçtan beri domuz yemiyor ve geleneklerinde de bu hayvan iyi bir yer tutmuyordu. Domuz kötü ruhları çağrıştıran bir hayvan olarak sembolize edilmiş ve İslamiyet’ten sonra da bu devam etmiştir.

 

Maymun: Hint mitolojisinin ve kültürünün malı olan maymun, Türk inançlarında yaygın bir şekilde yer almamaktadır. Budist olan Türklerde görülmektedir. Türk Hayvan Takvimi’nde yıl sembolüdür. İslamiyet’ten sonra maymunun sembolik anlamları genel olarak kaybolmuş ve olumsuz özellikleriyle öne çıkmıştır.

Tavşan: Budist mitolojide Buda ve tanrılarla ilişkili bir hayvan kabul edilir. Türklerde fazla yer tutmayan sembollerden birisi de tavşandır. Erken dönem Türk mitolojisinde beyaz tavşan gök unsurlarına, siyah tavşan yer unsurlarına ait olmuştur. Altaylar ve Yakutlarda duvar ve sarıklara başka hayvanların yanı sıra tavşan derileri asılmakta ve bir töz kabul edilmektedir. Şamanın yardımcı ruhlarından birisi de tavşandır. Türk Hayvan Takvimi’nde yıl sembolüdür. Göktürklerde av hayvanı olması sebebiyle uğurlu sayılmış ve bolluğun simgesi olmuştur. İslamiyet’ten sonra Türk inanışlarında bolluk, kurnazlık ve iyi şansın sembolü olmuştur. Alevi Türkler arasında ise uğursuz kabul edilmektedir.

 

Tilki: Japon Şintoizm’inde halkın sevdiği bir ilahtır. Çin’de iyi şansın, uzun ömrün ve kurnazlığın sembolüdür. Altaylılar ve Yakutların tözleri arasında yer alır. Türklerde hilekâr ve kurnaz özellikleriyle öne çıkmaktadır. Şaman başlığında tilki postu yer almaktadır. İslamiyet’ten sonra Türk kültüründe korkaklık, kurnazlık ve yalnızlık özellikleriyle öne çıkmıştır.

 

Yılan: Eski Mısır ve Hint mitolojisinde kutsal ve tanrısal özellikleriyle öne çıkan yılan Yunan, Roma ve Hıristiyan topluluklarında önemli bir yere sahiptir. Budizm’de Buda’nın suretine büründüğü hayvanlardan birisidir. Türk Şamanizm’inde yer altı tanrısı Erlik ile ilgili bir semboldür. Bazı şamanlar yılan biçimine girerek onun hareketlerini taklit etmiştir. Türklerde genellikle olumsuz anlamlar içeren bu sembol diğer kültürlerin etkisiyle kimi zaman olumlu anlamlarda kullanılan bir sembol olmuştur. İslamiyet’ten sonra bazı eski Anadolu ve Mezopotamya mitolojilerinin Asya ile birleşen etkileri sebebiyle yılan, kötülüğün sembolü sayılmamıştır. Mısır ve Anadolu mitolojisinde koruyucu özelliği sebebiyle sağlık alanında günümüze dek gelen bir sembol olmuştur. Türk Hayvan Takvimi’nde yıl sembolüdür.

Türk Hayvan Takvimi

 

Bu takvim Türklerde Hun İmparatorluğu döneminden itibaren kullanılmıştır. Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar, Kırgızlar, Türk Bulgarlar gibi, birçok Türk topluluğunda geçerlidir. Özellikle yıl simgesi olan hayvanların yaygın karakteri ve sembolizmine göre o yılı değerlendirmek bir ölçüde mitoloji ile olan bağları göstermektedir. Göktürklerden önce, ay yılına göre, sonra ise güneş yılına göre hesaplanan bu takvimde 12 yıllık devreyi şu hayvanlar oluşturmaktadır. 1.Sıçgan (fare), 2.Ud (öküz veya sığır), 3.Bars (pars, kaplan, aslan) 4.Tabışkan (tavşan), 5. Luu veya nek (ejderha bazen balık), 6.Yılan, 7.Yunt/Yont (at), 8.Koy/Kon (koyun ve koç), 9.Biçin (maymun), 10.Takagu/Takıgu (tavuk ve horoz), 11.Köpek, 12.Tonguz (domuz). Bir yıl 365 gün, 5 saat, 50 dk ve 47 saniyedir. Takvim 12 aydan oluşmaktadır.

II- Türklerde  Hayvan  Motiflerinin  Oluşumunda  Etkili  Olan

Dinler

 

Yüzyıllar boyu belli bir kültüre sahip olmuş ve onun içinde yoğrulmuş sonra bir takım sebeplerle başka bir dine veya kültüre geçmiş insan topluluklarının, bu geçiş sırasında ve hatta çok uzun zaman sonra bile eski kültürleri ile ilgilerini tamamen kesmedikleri, ona ait bazı unsurları olduğu gibi, bazılarını da yeni kültürün kalıplarına uydurarak muhafaza ettikleri bilinmektedir.

 

Türklerde hayvanlarla ilgili inanç motifleri, vaktiyle Orta Asya’dan, Anadolu’ya intikal eden Türk nüfusu arasında varlığını koruyabilmiş ve bazı durumlarda yeni inançlara uydurulmuş motifler olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu motiflerin tasnifi bizi Budizm, Manihaizm, Zerdüştilik, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi vaktiyle Türklerin mensup oldukları çeşitli dinlere götürmektedir. Türklerden söz konusu dinleri kabul edenler olmuş fakat bu hiçbir zaman genele şamil olmamıştır. Çünkü Türkler, İslam dışında temasa geçtikleri dinlerin hiçbirisini, kendi inanç ve kültürleriyle bağdaştıramamıştır.

 

Yaşadıkları geniş coğrafi sahanın bir gereği olarak Türkler, bir yandan doğuda budist Çin kültürünün etkisine girerken, bir yandan da batıda Zerdüşti İran’ın inançlarıyla haşır neşir olmuşlar, nihayet Maniheizm ve Mazdeizm’i de tanımışlardır. Değişik coğrafya ve iklimlerin kültürlerin mahsulleri olan bu dinler bazen aynı Türk toplumunda birbirlerine halef olurken, bazen da yan yana var olmuşlardır. Böyle durumlarda karşılıklı etkilenmeler ve tedâhüller vukû bulmuş, zikredilen bu dinler bu suretle Türklere mahsus birer biçim almışlardır. Anadolu’ya yerleştikten sonra Türkler, putperestlik ve Hıristiyanlığın etkisinde oluşan yeni bir kültürle temasa geçmişler, çeşitli vesile ve vasıtalarla az da olsa bununla karşılıklı alış verişte bulunmuşlardır. Nihayet bunların yerini, daha önce hiçbir dinin yapamadığı bir biçimde çok geniş kitlelere yayılarak İslâmiyet almıştır. İşte bu uzun macera sebebiyle inceleme konusu yaptığımız Türklerde hayvan sembolizmi bütün bu inançlardan etkilenmiş, çok çeşitli ve âdeta bu uzun dini macerayı belgeleyen motifler haline gelmiştir.

 

A-Geleneksel Türk Dini

 

Türkler, tarihlerinin bilebildiğimiz en uzak devirlerden beri yaşadıkları, içtimai ve iktisadi şartların belirlediği, kendilerine mahsus bir din ortaya koymuşlardır. Şamanizm, animizm ve totemizme ait bazı özellikleri de içinde barındıran bu sistem, nihayet Gök Tanrı kültü ile ulaşabileceği en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Ancak, bunlar yalnız başına bir din olarak algılanmamış; geleneklerde, dini inanışlar içinde, bazı teknikler şeklinde varlığını sürdürmüştür. Geleneksel Türk Dini olarak adlandırdığımız bu din Türklerin yaşattığı inanç, ibadet ve geleneklerinin tümünü içine almaktadır.

 

B-Uzak Doğu Dinleri

 

Budizm: Ana vatanı Hindistan olan Budizm, Türkleri etkileyen dinlerden birisi olmuştur. Doğu Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar arasında yayılmıştır. Türkler arasında Budizm’in Mahayana ve Lamaizm kolları yayılmıştır.

 

Budist mitolojisi Türklerin hayvanlarla ilgili inançlarına tesir etmiştir. Özellikle fil sembolünün anlamlandırılmasında budizmin etkisi büyüktür. Beyaz fil Buda’nın sembolüdür. Boğa budanın sesinin güçlülüğünü temsil etmiştir.

Taoizm ve Konfüçyanizm: Tarihin her devrinde Çinliler ile çok yakın münasebetlerde bulunan Türklerin Taoizm’i ve Konfüçyanizm’i tanımamış olmaları pek de mümkün gözükmemektedir. Bu dinler Türkler arasında kısmi etkisi olmuş ve genelde hiçbir Türk zümresinin dini olmamıştır.

C-İran Dinleri

 

Zerdüştilik ve Mazdeizm: Çin ve Hindistan ile olduğu gibi Orta Asya’nın İran ile de ilişkileri çok eski dönemlere dayanmaktadır. Bu çerçevede Zerdüştilik, mazdeizm ve manihezim gibi İran dinlerinin mensupları Orta Asya’ya gitmiş ve buralarda söz konusu dinler yayılmıştır. Mazdeizm batı Göktürklerde görülmüştür. Gerek Zerdüştilik gerekse Mazdeizm Türkler arasında geniş bir taraftar kitlesi elde edememiştir.

 

Zerdüştiliğin en önemli sembolü olan horoz ve cennet kuşu, ateş ve güneşin sembolü olarak kabul edilmektedir. Bu semboller Türkleri etkilemiştir.

 

Maniheizm: Tarihi kaynaklar Maniheizm’in Türkler arasında Uygurlardan önce de etkili olduğunu göstermektedir. Uygur hükümdarı Böğü Kağan (759–779) döneminde (763) maniheizm resmi din olmuştur. Türkler Maniheizm ve eski Türk inanç ve gelenekleri ile bu yeni din arasında bir sentez oluşturmuşlardır.

D-Evrensel Dinler

 

Yahudilik: Türkler arasında Yahudiliği kabul edenler Hazarlar olmuştur. Yahudiliğin Karaim koluna bağlı bu Türkler, 4–5 bin civarında bir nüfusa sahiptir. kendilerine has değerleri de yaşatmaya devam etmektedirler.

 

Hıristiyanlık: Türklerin Hıristiyanlıkla temasının tarihi çok eskilere dayanmaktadır. Bununla ilgili bir tarih vermek güçse de Hıristiyanlığın Orta Asya’daki varlığı IV. yüzyıldan önceye gitmediği düşünülmektedir. Türkler, genelde Doğu Kiliseleri ile karşılaşılmış ve başarılı çalışmaları Nesturi Hıristiyanlar yapmıştır.

Hıristiyanlığı kabul eden Türk boyları milli benliklerini kaybetmiştir. Bulgarlar, Kumanlar, Kıpçaklar, Uzlar bunun örnekleridir. Milli benliklerini kaybetmeden günümüze ulaşabilenler Gagauzlar ve Çuvaşlar’dır. Gagauzlar, 250– 300 bin civarında bir nüfusa sahiptir. Mevcut Hıristiyanlıktan farklı bir din anlayışına sahiptirler. Onlar, eski Türk kültürünü devam ettirmekte ve bu kültürü Hıristiyanlığa hâkim kılmaktadırlar. Çuvaşlar, Rus Ortodoks misyonerleri tarafından Hıristiyanlaştırılmışlardır. Fakat onlar da Gagavuzlar gibi, Türk kültürüne ait bazı unsurları yaşatmaya devam etmektedirler.

 

Hıristiyanlıkta balık, İsa-Mesih’i, Phoenix, ölümsüzlüğün ve yeniden dirilmeyi, Kartal, göğe yükselmeyi ve bazı azizleri temsil etmektedir.

 

İslamiyet: Türkler, belli bir dönemden itibaren geleneksel dinlerinden yavaş yavaş koparak, evrensel dinlere ve özellikle de İslamiyet’e tabi olmaya başlamıştır. Bundan sonra Türklerin geleneksel inançlarında yer alan birçok sembol, İslam’ın motifleriyle kaynaşmış ve hayatiyetlerini devam ettirmiştir.

 

 

Dr. Resul ÇATALBAŞ

 

 

 

Şanlı Urfa

 


3 Eylül 2022 Cumartesi

HİTİTLER

  

 

      Hititler ile ilgili bilgilerimiz daha bu yüzyılın başlarına dayanır. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar, Hititlerin tarih içindeki konumu bilinmiyordu. Gerçi Mısır metinleri ve Tevrat bir kavimden söz ediyordu ama bu kavmin Anadolu kökenli olabileceği kimsenin aklına gelmemişti. 


      İç Anadolu’nun İlk Çağ tarihi ile ilgili yapılan araştırmalar , On dokuzuncu yüzyılda buraları gezen Charles Texier , William Hamilton gibi gezginlerin izlenimlerinden öteye gitmemiştir. 


      Daha sonra “Yozgat Tabletleri” adı verilen , Boğazköy arşivine ait eserler bulunmuş ve ünlü Çek bilgini Hronzy tarafından 1917 yılında çözülmüştür. 


      Bu tabletlerde Anadolu’nun bu bölgesinden Hatti Ülkesi diye sözedildiği görüldüğünden bu uygarlığı yaratanlara , Tevrat’taki isimle de uyuşturarak Hititler denmiştir. 


      Hititleri tanımak Anadolu uygarlığını, hatta Anadolu’nun bugününü tanımak demektir. 


      Anadolu toprakları üzerinde Hititler’in mirasçısı olan bizler , bu kültürü tanıdıkça, inançlarını öğrendikçe, bugünkü kültürümüzü daha iyi anlayabiliriz. 


      M.Ö. yaklaşık 1750'den sonra Orta Anadolu'da bir krallık, M.Ö. XIV. ve XIII. yy'larda da Yakındoğu'nun büyük bölümünü egemenliği altına alan güçlü bir imparatorluk kurmuş olan Hint-Avrupa kökenli eski halktır. Başlangıçta Karadeniz'in kuzeyinde göçebe hayvancılıkla geçinen bir halk olan Hititler, M.Ö.2300'de Anadolu'ya göçerek, daha önce bölgeye yerleşmiş olan Hattilerle kaynaştılar. M.Ö.1640'a doğru kral Labarna l (ya da Tabarna), krallığını Akdeniz'e kadar genişletti (Tabarna adı, sonraki bütün hükümdarlar tarafından krallık unvanı olarak benimsendi; eşi Tavanana'nın adı da kraliçelerin unvanı oldu). Bu arada Suriye'de ve Mezopotamya'nın bir bölümünde, Hint-Avrupa kökenli başka devletler de kurulmuştu. Aralarından en güçlüleri, Mitanniler ile Halepliler'di. Labarna'nın oğlu Hattuşili l, krallığın merkezini Hattuşaş'a (Boğazköy) aktararak, Eski Krallık Dönemini başlattı. Halep'e savaş açtıysa da, büyük başarı sağlayamadı. Oğlu Murşil l'se, Halep'i ele geçirip, Hammurabi'nin kurmuş olduğu Babil sülalesine son vermeyi başardı. Hitit Krallığı, M.Ö. XVIII. yy'ın ikinci yarısından, M.Ö. XVI. yy'a kadar sık sık iç ve dış savaşlarla çalkalandı. Ünlü krallarından Telipinu, imparatorluğu yeniden düzenlemeye çalıştıysa da, başarıya ulaşamadı. Tuthalya II'yse, Hurri-Mitanni ve Halep krallıklarına büyük bir darbe indirip, M.Ö.1440'a doğru Yeni Krallık Dönemini başlattı. 


      M.Ö.1371 'e doğru tahta çıkan Hititlerin en büyük hükümdarı Şuppiluliuma, bazen kaba kuvvete, bazen de diplomasi oyunlarına başvurarak yurdunu askerlik ve siyaset açısından Ortadoğu'nun en güçlü ülkesi haline getirmeyi başardı, Hurri-Mitanni Krallığı'nı da parçaladı. Ayrıca Mısır'a bir sefer düzenleyerek, ilk Hitit-Mısır çatışmasını başlattı. Yerine geçen oğlu Murşil II (M.Ö.1344'e M.Ö.1315), babasının izinden yürüyüp, birçok başarılı sefer düzenleyerek egemenliğini yaygınlaştırdı. Murşili'nin oğullarından Muvatallis'in, Ramses II'yle Suriye'yi paylaşarak, Mısır tehlikesini önlemesinden sonra öbür oğlu Hattuşili III'de, Ramses II'yle M.Ö.1283'te, her iki krallığın saygınlık ve etkisini artıracak bir antlaşma (tarihte bilinen en eski yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması) imzaladı. Yerine geçen oğlu Tuthalya IV, çeşitli savaşlarla topraklarını batıya doğru genişletti. Bütün bu başarılara karşın, Hitit imparatorluğu M.Ö.1190'a doğru "Deniz Halkları" adı verilen halklar tarafından ortadan kaldırıldı ve yerinde küçük krallıklar kuruldu. Zaman içinde yıkılan bu Hitit kent devletlerinin sonuncusu olan Kargamış devleti de, M.Ö.717'de Asur kralı Sargon II'ye boyun eğmek zorunda kaldı. 


      Hitit uygarlığında şiddet yerine hoşgörü egemendi. Adalet işleri kısasa kısas yerine, cezayı ödeme ilkesine göre işlerdi. Kadınları, yarı kölelikten kurtulmuş, büyük saygınlık kazanmıştı. Akkad, Sümer ve Hitit dilinde yazılmış tabletler yardımıyla uzun çalışmalardan sonra çözülen Hitit hiyeroglifleri, eski Hattuşaş'ta (Boğazköy) pek çok metnin anlaşılmasını sağlamıştır. Gene belgelerden öğrenildiğine göre Hitit halkı, bir tapınağa, bir saraya ya da beylik topraklarına bağlı, ama özgürdü. Soylu diye adlandırılabilecek kesim, genellikle krallık soyundan gelenlerden oluşuyordu ve üyeleri, sarayda askeri ve yönetici işlerle görevliydiler. 


      Tanrının "sevgili kulu" sayılan kral, hem siyasal önder, hem de din adamıydı. Kralın yanı sıra kraliçenin de dinsel törenlerde önemli görevleri vardı. Hükümdarlar öldükten sonra tanrılaştırılırdı. Hititlerin dini, yabancı tanrılara da açık, bağdaştırıcı nitelikte bir dindi, imparatorluk döneminde, ilkel tanrılar (verimlilik, fırtına, güneş ve cehennem tanrıları) ile büyük önem taşıyan eski totemlere (boğa, aslan, geyik) aynı derecede saygı gösterilirdi.


Yazılıkaya Tapınağı  

 



      Hattuşaş örenyerinin 2 km. kuzeydoğusunda yer alan Yazılıkaya Tapınağı, önünde Hitit mimari özelliklerinin yansıtıldığı iki kaya odadan oluşmaktadır. 


      Yazılıkaya Tapınağı'nın kayalığa yapılmış olan bu odaları "Büyük Galeri" (A odası) ve "Küçük Galeri" (B Odası) adıyla anılmaktadır. 


      Büyük Galeri'nin (A odası) batı duvarı tanrı kabartmalarıyla, doğu duvarı ise tanrıça kabartmalarıyla bezeli olup her iki duvardaki figürler, doğu ve batı duvarlarının kuzey duvarı ile birleştiği ana sahnenin yer aldığı kısma doğru yönelmektedir. Tanrıların genel olarak sivri bir külâhı, belden kuşaklı kısa bir elbisesi, kalkık burunlu papuçları ile küpeleri vardır. Çoğu zaman kıvrık bir kılıç ya da topuz taşırlar. Tanrıçaların hepsi uzun bir etek giyer, başlarında silindir biçimli bir başlık vardır. Doğu ve batı duvarının birleştiği kuzey duvarında, ana sahneyi oluşturan baş tanrılar yer almaktadır. Burada dağ tanrıları üzerinde duran Hava tanrısı Teşup ve karısı tanrıça Hepatu ile arkasında oğulları Şarruma ve çift başlı kartal yer almaktadır. Kral IV. Tuthalia'nın kabartması ise doğu duvarda yer almakta olup, galerinin en büyük kabartmasıdır. 


      Ayrı bir girişi bulunan Küçük Galeri'yi (B odası) girişin iki yanında bulunan aslan başlı, insan gövdeli kanatlı cinler korumaktadır. B odasının batı duvarında sağa doğru sıralanan oniki tanrı, doğu duvarında ise Kılıç Tanrısı ile Tanrı Şarruma ve himayesindeki kral IV. Tuthalia yer almaktadır. Bu kısımda iyi korunmuş kabartmalar dışında kayaya oyulmuş üç adet niş bulunmakta olup, bu nişlere bir takım hediyelerin veya Hitit kral ailesinin ölü küllerinin saklandığı kapların konulduğu düşünülmektedir. 

 

Boğazköy (Hattuşaş) Örenyeri  

 



      Boğazköy (Hattuşaş) örenyeri, Çorum İli'nin 82 km. güneybatısında yer almakta olup Ankara'ya uzaklığı ise 208 km'dir. Hitit devletinin eski çekirdek bölgesinin merkezinde bulunan Boğazköy (Hattuşaş) örenyeri Budaközü Çayı vadisinin güney ucunda, ovadan 300 m. yükseklikteki sayısız kaya kütleleri ve dağ yamaçlarının bölünmesiyle çevrili olarak kuzey ve batıda derin yamaçlarla sınırlandırılmıştır. Şehir kuzeye doğru açık olup kuzey kısmı dışında diğer kısımları surla çevrilidir. 


      Hattuşaş örenyeri ilk kez 1834 yılında Charles Texier tarafından gezilmiş ve dünyaya tanıtılmıştır. Bu kalıntılarla Hitit devleti arasında ilk kez bir bağ kuran kişi Sayce'tır. Bu zamana kadar Hitit'lerin merkezinin Suriye olduğu sanılmaktaydı. 1882'de Carl Human, Otto Puchstein ile Boğazköy'e birlikte gelmiş ve ilk kez toplu bir plan çalışması yapmıştır. Halen Pergamon Müzesinde bulunan Yazılıkaya'nın kalıplarını da çıkarmışlardır. E. Chantre ilk test kazısını 1893-1894'te gerçekleştirmiş, 1905 yılında ise Makridi ve H. Winckler Boğazköy'ü gezmişler ve 1917 yılına kadar devam eden kazı çalışmalarını yürütmüşlerdir. 1932 yılında ise Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Kurt Bittel tarafından başlanılan sistemli kazılara II. Dünya savaşı sırasında bir süre ara verildikten sonra, yeniden başlanmış ve 1978 yılına kadar çalışmalar aralıksız sürdürülmüştür. 1978 yılından 1993 yılına kadar Dr. Peter Neve başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarını, 1994 yılından itibaren Dr. Jurgen Seeher üstlenmiştir. 


      Boğazköy (Hattuşaş) örenyerinde M.Ö. III. binden itibaren yerleşim görülmektedir. Bu dönemdeki küçük ve müstahkem yerleşmenin Büyükkale ve çevresinde olduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Aşağı Şehir'de Asur Ticaret Kolonileri Çağı yerleşmeleri görülmektedir ve şehrin adına ilk kez bu çağa ait yazılı belgelerde rastlanmıştır. 


      Hattuşaş'taki ilk gelişme dönemi büyük bir yangınla sona ermiştir; bu yangının sorumlusu Kuşşara kralı Anitta olmalıdır. Belgelere göre hemen bu tahripten sonra yaklaşık M.Ö. 1700 yıllarında yeniden yerleşime açılan Hattuşaş 1600'lerde Hitit devletinin başkenti olmuştur; kurucusu tıpkı Anitta gibi Kuşşara kökenli olan I. Hattuşili'dir. 


      Hattuşaş başkent olduktan sonra şehrin gelişmesinin en uç noktasında anıtsal bir yapılaşmayla karşılaşılmaktadır; 2 km. genişliğindeki şehir saray, tapınak ve mahalleleriyle M.Ö 13. yüzyıldaki haline kavuşmuştur. Hattuşaş'ın ikinci gelişme döneminde imparatorluğun son yıllarında hem içte hem de dışta üç önemli Hitit kralı etkin olmuştur. Bunlar III. Hattuşili, oğlu IV. Tudhalia ve onun oğlu II. Şuppiluliuma'dır. II. Şuppiluliuma'nın son dönemlerinde (M.Ö. 1190) ekonomik sıkıntılar ve iç karışıklıklar nedeniyle yıkılan Hitit devletinden sonra Boğazköy 4 yüzyıl boyunca terk edilmiştir. Daha sonra buraya Frigyalılar (M.Ö. 8. yy. ortaları) yerleşmiştir. Hellenistik ve Roma Döneminde (M.Ö. 3. - M.S. 3. yy.) Hattuşaş küçük surla çevrili bir beylik merkezi, Bizans Döneminde ise bir köy durumundadır. 


      Hattuşaş'ın "Yukarı Şehir" olarak bilinen kesimi 1 km² den daha büyük bir yüzölçüme sahip, eğimli bir arazidir. Bu alan M.Ö. 13. yüzyılda Geç İmparatorluk Çağında şehrin gelişmesine sahne olmuştur. Yukarı Şehir'in geniş bir bölümü yalnızca tapınak ve kutsal alanlardan oluşmaktadır. Yukarı Şehir geniş bir kavis halinde onu güneyden çeviren bir surla donatılmış olup, sur üzerinde 5 kapı mevcuttur. Şehir surunun en güney ucunda ve kentin en yüksek noktasında bastion ile sfenksli kapı yer almaktadır. Diğer dört kapıdan güney surunun doğu ve batı ucunda karşılıklı Kral Kapısı ve Aslanlı Kapı yer almaktadır. 


      Yukarı Şehir'de görülen yapılaşma üç evrelidir. Birinci evre ilk surların inşaatı ile çağdaştır. İkinci evre, surlarda görülen ilk tahribattan sonraki yeniden yapım ve tapınak kentinin son biçimini almış olması ile belli olan evredir. Son evrede ise mevcut yapılarda görülen tadilat ve tamiratlar dışında dinsel amaçlar dışında bir yeni yapılaşma başlamıştır. Yukarı Şehir'de "Mabedler Mahallesi" olarak bilinen alan sfenksli kapıdan; Nişantepe ve Sarıkale'ye kadar uzanır. Bu alanda çeşitli evrelere ait bir çok tapınak açığa çıkarılmıştır. Tapınak planlarının genel karakteri, bir orta avludan girilen ve birer dar ön mekân ile derin ana mekânlardan oluşan kült odaları grubunun yapıyı biçimlendirmesidir. Tapınaklarda ele geçen malzemeler beş gruba ayrılmaktadır. 


                1-Seramikler, 

               2-Aletler, 

               3-Silahlar, 

               4-Kült objeleri, 

               5-Yazılı belgeler. 


                Yukarı Şehir'in girişinde, Büyükkale'nin hemen önünde yer alan Nişantepe ve Güneykale'de Hitit sonrası yapılaşmalar dikkat çekicidir ve bu M.Ö. 7-6. yüzyıla tarihlenen Frig yerleşmesidir. Hitit Döneminde bu alan topoğrafyaya göre üç bölümde incelenir: 


      Büyükkale'nin güneyindeki geçit (viaduct), Yukarı Şehir'e giden yolun iki tarafında ve Nişantepe'nin kuzeyinde önceden yerleşilen plato ile Güneykale'nin yerleşim alanı. 


      Kuzey ve güney binası dışında önemli bir yapı da Batı Binası ve Saray Arşividir. Büyük bir yangınla tahrip olmuş binanın yamaçta iki bodrum katı olduğu düşünülmektedir. Bu iki bodrum katında yaklaşık 3300 adet bulla ve 30 çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bullaların 2/3'ü büyük kral mühürleri taşımakta ve kronolojik listeye göre I. Şuppiluliuma'dan Hattuşaş'ın son kralı ve onun torunu II. Şuppiluliuma'ya kadar kralları temsil etmektedir. Kral mühürleri yanında kraliçe mühürleri de açığa çıkarılmıştır. 


      Güneykale'deki yapılaşma ise II. Şuppiluliuma tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu alanda geniş bir gölet ile üç ayrı noktasında üç yapı mevcuttur. Oda 1 ve 2 olarak adlandırılan ve ayakta duran iki yapıdan oda 2, göletin kuzey köşesinin batısında yer alır. Tek mekânlı olan bu oda içe doğru daralarak küçülen parabol biçimli bir kubbeye sahiptir. Oda 1'de ise in situ olarak az kalıntı ele geçmiştir. Oda 2'nin duvarlarının üçü de kabartmalarla bezelidir. Karşı duvardaki ana tasvirde sola dönmüş, uzun elbiseli bir figür vardır. Yuvarlak başlığı üstünde kanatlı bir güneş kursu bulunmakta, sol elinde litus, sağ elinde ise ankh motifini tutmaktadır. Doğu duvarında Şuppiluliuma'ya ait kabartma vardır. Karşısındaki batı duvarında ise hiyeroglif kitabe yer almaktadır. 


      Hattuşaş örenyerinde Büyükkale'de yapılan kazılar M.Ö. 13.-14. yüzyılda Hitit krallarının saray yapılarını ve bunları koruyan sur sisteminin özelliklerini gün ışığına çıkarmıştır. Giriş kapısı güneybatıda olan kalenin surları, sandık duvar tekniğiyle inşa edilmiştir. 


      Büyükkale'de bir bütün halinde saray yapısı görülmez, kazılar sonucunda ortaya çıkan farklı boyutta ve türdeki yapılar, büyük iç mekânlar, avlular ve direkli galeriler yoluyla birbirine bağlanarak kale içindeki bütünü oluştururlar. Kalede arşiv odaları, depo odaları, büyük kabul salonu, su kültü ile ilgili bina ve kutsal mekânlar yer almaktadır. Hitit sonrasında ise kalede Frig yapı kalıntılarına rastlanmıştır. 


      Boğazköy'de en önemli mimari alanlardan birisi de Büyük Mabet'tir. (1 No.lu Mabet) Hattuşaş'ta kuzey şehrin merkezini oluşturan Büyük Mabet, Hatti'nin Fırtına Tanrısı ve Arinna Şehri Güneş tanrıçasının evi olarak yapılmıştır. Tapınak iki aditonlu olup, tapınağın çevresinde kaldırım taşlı yollar, meydanlar ve bunların arkasında bu yollara açılan dört yönde depo odaları yer almaktadır. Büyük Mabet, Aşağı Şehir mahallelerinden bir temonos duvarı ile ayrılmaktadır. Taş bir teras üzerine kurulan Büyük Mabet'in, kutsal bir merkez olduğu kadar, ekonomik bir merkez olarak da kullanıldığı magasinlerde açığa çıkarılan büyük küplerden anlaşılmıştır. Yine mabedin doğu magasinlerinde tabletlerin bulunması burada bir arşivin olduğunu da ortaya koymuştur. 


      Büyük Mabetin etrafı ikinci derecede önem taşıyan yapılarla çevrilmiştir. Bunlardan en önemlisi yamaç evidir. Büyüklüğü, planı ve çok katlı oluşuyla dikkat çekmektedir.


HİTİT İNANÇLARI  

 

     Hititler, belki de Anadolu’nun o dönemdeki mozaiğinden olsa gerek, her topluluğun Tanrısını benimsemiş, çok geniş bir panteon yaratmıştır. Bu yüzden olsa gerek tabletlerde “Hatti Ülkesi’nin bin tanrısı” deyimi geçer. Yazılıkaya’daki tanrılar geçidi de bu konu hakkında oldukça iyi bilgi vermektedir. Ancak tanrı isimlerinin bir çoğu bize yapılan anlaşmalarda tanrıların tanıklığı bölümlerinden ulaşmaktadır. 


     Hititler, Eski Krallık döneminde Hint-Avrupa ve Hatti kökenli tanrıları benimserlerken, daha sonraları Hurri, hatta Mezopotamya kökenli tanrıları da benimsemişlerdir. Hititler’de Mezopotamya tanrıçası İştar da çeşitli adlarla anılmakta ve büyük önem taşımaktaydı. Bununla birlikte aynı kökenden suların tanrısı Ea ve Damnika, Güneş tanrısı Şamaş ve karısı Aya ve Ay tanrısı Sin, Hitit panteonunda yer almışlardır. Bu tanrılar ayrıca şahitliğin gerektiği yerlerde yer almışlardır. 


     Hititler’de tanrılar tamamen insanlar gibi düşünülmüştür; buna göre tanrılar insanlara ait duyguları yaşayabilmekte, hatta acıkmakta, susamakta ve hastalanmaktadırlar. 


     Bu tanrılardan büyük bölümü yerel ve çeşitli topluluklara ait tanrılardır. Bu dönemde Hurri, Luwi, Pala, Hatti ve Mezopotamya tanrıları çoğunluktadır. Tanrılar ne kadar çok olurlarsa olsunlar aslında belli özellikleri ortak olan tanrılardır. Diğer bir deyişle, farklı isimlerde aynı özellikleri taşırlar. Bu bağlamda belli başlı tanrı özelliklerini ortaya koyabiliriz.


HİTİT MİTOLOJİSİ  

 

      Hititlerde özgün bir mitolojiden söz etmek oldukça güçtür. Hitit efsaneleri çok güçlü bir şekilde Hurri, Hatti ve Mezopotamya etkisinde kalmıştır. Hititlerden günümüze gelen efsanelerde bu etki açıkça görülmektedir. Ancak bir başka gerçek de Hitit efsanelerinin Yunan mitolojisine kadar sürekliliğini koruduğudur. 


      Günümüze gelen belli başlı Hitit mitoslarına göz atarsak bu etkileri daha iyi görebiliriz. 




Kaybolan Tanrı Efsaneleri 


      Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hititler bir çok doğa olayını tanrılara bağlamakta, ancak onları, insan şekilli (antropomorfik) olarak düşünmekteydiler. 


      Buna göre bir tanrı canı isterse çekip gidebiliyordu. Ancak tanrının gitmesiyle ona bağlı olan doğa olayları da etkileniyordu. 


      Ele geçen metinlerden biri de Fırtına tanrısının oğlu Telipinu’nun kaybolması ile ilgili olandır. Hatti kökenli bu efsanenin kahramanı Telipinu aslında bir tarım tanrısıdır. Tohum ekmek, tarla sürmek, sulamak, ürünü yetiştirmek ve toplamak gibi tarım işleri ile ilgilidir. Doğal olarak bu tanrının kaybolması bütün hayatı etkilemiştir. Farklı versiyonlardan derlenen efsanenin ilginç bir konusu vardır. 


      Tanrı o kadar sinirlidir ki elbisesini ve ayakkabılarını ters giyecek kadar sinirlenmiştir ve fırlar gider. Tanrının gitmesiyle beraber ülkede her şey değişir. Sıkıntılar başlar : 


      “ Pencereleri sis doldurdu, evi duman doldurdu. Ocakta odunlar boğuldu, ağılda koyunlar boğuldu. Koyun kuzusunu istemedi, inek buzağısını istemedi.[…] Arpa ve buğday yetişmez oldu, sığırlar koyunlar ve insanlar gebe kalmadılar, gebe kalanlar ise doğurmadılar. Dağlar kurudu, ağaçlar kurudu ve çiçek açmaz oldu; otlaklar kurudu, kaynaklar kurudu.” 


      Tanrının gidişi o kadar etkili olmuştu ki diğer tanrılar da bundan etkilenmişti, hatta bütün tanrıların katıldıkları bir ziyafette yiyip içmelerine rağmen açlık ve susuzlukları geçmemişti. Bu pasajın açıklaması şu şekilde olabilir , burada tanrıların yemesi ve içmesi kendilerine sunulan sunular olabilir, ancak bu sunuların fayda etmedikleri görülmektedir. 


      En sonunda Fırtına tanrısının aklına oğlu Telipinu gelir ve iyi olan herşeyi alıp götürdüğünü söyler, ve yüksek dağlarda Telipinu’yu araması için kartalı gönderir. Ancak kartal Telipinu’yu bulamaz. O zaman bütün tanrıların annesi tanrıça Hannahanna Fırtına tanrısı’na bizzat aramasını söyler. Ancak fırtına tanrısı da başarılı olamaz. Hannahanna en sonunda bir arı gönderir. Arı sonunda tanrıyı bulur ve onu sokarak uyandırır (bu bölüm değişik versiyonlarda farklıdır). Telipinu daha da öfkelenir . En sonunda bir ayin yaparak öfkesini dindirmeye karar verilir. Bu işi büyü tanrıçası Kamrušepa yapar: 


      “ Ey tanrılar gidin! Şimdi tanrı Hapantali için Güneş Tanrısı’nın koyunlarını güdün. Telipinu’nun Karaš-hububatların…] Telipinu’nun hiddeti, öfkesi, günahı ve küskülüğü gitsin. Ev onu bıraksın. İçindeki...ondan kurtulsun. Pencere ondan kurtulsun. Menteşe[ondan kurtul]sun. İç avlu ondan kurtulsun. Şehir kapısı ondan kurtulsun. Kapı ondan kurtulsun. Kral yolu ondan kurtulsun. Meyve bahçesine, tarlaya ya da ormana o girmesin. (Karanlık) toprağın Güneş tanrısının yoluna o gitsin. Kapıcı yedi kapıyı açtı. Yedi (kapı) sürgüsünü çekti. Karanlık toprağın altında bronzdan palhi kapları durur. Kapakları kurşundandır. Tutamakları ise demirdendir. İçlerine giren bir şey, bir daha geri çıkamaz. İçlerinde mahvolur. Bundan dolayı onlar Telipinu’nun hiddeti, öfkesi, günahı ve küskünlüğünü yakalasın ve onlar (buraya) geri dönmesin.” 


      Sonuçta bu büyü etkili olur . (Başka versiyonda bu büyüyü bir insan yapmıştır.) Telipinu’nun öfkesi diner ve evine döner. Böylece ortaklık yatışır ve eski haline döner. 


      Bu efsanaye çok benzeyen bir de Fırtına Tanrısı’nın kaybolması efsanesi vardır. Ancak ikisini aynı efsanenin değişik anlatımları olarak kabul edebiliriz. 


      Bu efsanelerin dışında Güneş Tanrısı’nın, Hannahanna’nın ve başka tanrıların da kayboluş mitosları vardır. Ancak bunları aynı efsanelerin farklı yorumları olarak düşünebiliriz. 


      Bu konuya dahil edebilceğimiz ilginç bir motif de Ay’ın düşme mitosudur. Hatti kökenli bu mitosun bir ay tutulmasını mı anlattığı yoksa farklı bir ritüelden mi bahsettiği bilinmemektedir : 


      “ Kaşku (Ay tanrısı) gökten düştü. Şimdi o Kilammar (tapınak) üstüne düştü. Ancak onu kimse görmedi. Şimdi tanrı (Gök/Fırtına tanrısı) onun arkasından yağmur saldı. Ve arkasından yağmur sağanakları gönderdi. Onu korku aldı. Hapantalli aşağıya onun yanına gitti, o zaman onunla konuştu. Gidiyor musun? Ne yapıyorsun? “ 




İlluyanka Efsanesi 


      Hatti kökenli en önemli mitoslardan biri de Fırtına tanrısı ile yılan arasındaki savaştır. Bu mitosun izleri daha sonra kendini Apollon ya da Saint George mitoslarında da gösterir. Belki de izleri daha da derindir . Bu konuda İsmet Zeki Eyüboğlu şöyle yazmaktadır: 


      “ Bugün Anadolu halk masalları içinde, İlluyanka ile devlerin savaşını işleyen bir çok öyküler, gerçeküstü olaylar vardır. Yılanlarla kartalların savaşını içeren bütün masalların kaynağı budur. Kimine göre çok büyük bir devdir İlluyanka. Yalnız adı değişmiş, Anadolu türkçesinde ejder olmuştur. Halk ona ejderha diyor. […] İlluyanka başka başka ülkelerin halk anlatışlarına, dini inanışlarına göre nitelikler kazanmış. Anadoluda büyük bir yılan olarak nitelendirilen Şahmeran, onunla ilgili olanlar, boğuşmalar bu eskiçağ anadolu masalının değişikliğe uğramış kalıntılarıdır. “ 


      Bazı yorumcular bu efsanede sözü geçen yılanın öldürülmesi motifinin baharın, kışı yenmesi şeklinde yorumlanması gerektiğini belirtmişlerdir. Bütün kültürlerde hemen hemen tanrının yılanı öldürmesi motifi olması bize bu sembolün ezoterik bir açıklaması da olabileceğini düşündürtmektedir. 


      Bu efsane, bahar bayramı olan Purulliyaş törenleri sırasında da anlatılıyordu. Ele geçen tabletlerde efsane şöyle başlar : 


      “ Nerik şehri Fırtına Tanrısı [Merhemli rahibi] Kella’ya göre (bu) göğün Fırtına Tanrısı’nın […] için Purulli (festivali) metnidir (sözleridir). Onlar şöyle konuştuklarında : “Ülkede büyüme (bolluk) ve gelişme (bereket) olsun. Ve eğer (gerçekten ülkede) büyüme ve gelişme olursa, onlar Purulli festivalini kutlar. “ 


      Efsane bu sözlerden sonra dev yılan Illuianka/İlluyanka ile Fırtına tanrısının savaşı ile başlar ve Fırtına tanrısı yenilir. Bunun üzerine Fırtına tanrısı bütün tanrıları toplar ve yardım ister. 


      Tanrıça İnara buna bir çözüm düşünür ve bir festival düzenler. Daha sonra tanrıça Ziggarata şehrine giderek burada Hupašiia adında bir ölümlü ile anlaşır ve planını anlatır. Hupašiia, karşılığında tanrıça ile yatmak koşulu ile bunu kabul eder. 


      İnara daha sonra süslenerek yılan İlluianka’nın deliğine gider ve onu festivale çağırır. Deliğinden çocukları ile çıkan İlluianka oradaki içkilerin çoğunu içer ve sarhoş olur, hatta deliğine de geri dönmek istemez. Hupašiia yılanı bir ip ile bağlar. Fırtına tanrısı da İlluianka’yı öldürür. Böylece Fırtına tanrısının sorunu çözüme bağlanır. 


      İnara ise Hupašiia için Tarukka şehrinde kaya üzerine bir ev inşa eder ve onu oraya yerleştirir. Ancak karısını ve çocuklarını görmemesi için Hupašiia’nın pencereden bakmasını yasaklar. Ancak yirmi gün geçince Hupašiia pencereden bakarak karısını ve çocuklarını görür ve İnara’ya eve dönmek istediğini söyler. İnara da Hupašiia’ı öldürür. 


      Bu efsanenin ele geçen bir versiyonu daha vardır. 


      Bu versiyonda da efsane, İlluianka’nın Fırtana tanrısını yenmesi ile başlar. Ancak bu kez İlluianka Fırtına tanrısının kalbini ve gözlerini de alır. 


      Fırtına tanrısı daha sonra fakir bir adamın kızı ile evlenir ve bir oğlu olur. Oğlan büyüdüğünde İlluianka’nın kızını alır. Fırtına tanrısı öcünü almanın peşindedir : 


      “ Fırtına tanrısı ona (oğluna) sürekli olarak şöyle emreder : «Karının evine (yaşamaya) gittiğinde (başlık parası olarak) kalbi(mi) ve gözleri(mi) onlardan iste.» “ 


      Oğlu Fırtına tanrısının istediğini yapar ve gözleri ile kalbini geri alır. Bunun üzerine yeniden İlluianka ile döğüşe tutuşur. Ancak bu kez oğlu da yılandan yanadır. 


      Fırtına tanrısı İlluianka’yı ve kendi öz oğlunu öldürür. 


      Bu iki versiyonda da ortak nokta Fırtına tanrısının yılanı öldürmesidir. Bu efsane daha da önce belirttiğimiz gibi farklı kültürlerde farklı şekillerde yaşamıştır.


HUKUK  

 

Hitit hukuk sistemi Sümer kanunlarından etkilenerek hazırlanmıştır. Eski Mısır ve Mezopotamya gibi Hititler de adalet kavramını güneşle sembolize etmiştir. Sümerlerde olduğu gibi Hititlerde de mülkiyet hakkı güvence altına alınmıştır. Hititler aile hukukuna ve ceza hukukuna büyük önem vermişlerdir. Yaptıkları medeni kanunla evlilik resmi bir sözleşme olarak kabul edilmiştir


ORDU  

 



      Hititlerin ilk zamanlarında daimi ordu yoktu. Eli silah tutan bütün erkekler asker sayılırdı. Ancak Hititlerin dört tarafından düşmanla sarılmış olması ve beyliklerin sık sık ayaklanmaları sonucunda imparatorluk döneminde sürekli ordu kurulmuştur. 


       Hitit ordusunun büyük kısmı yaya askerlerden oluşuyordu. Yaya askerlerin yanı sıra savaş arabalarını kullanan askerler de bulunuyordu. Ayrıca asiller kendilerine verilen toprakların gelirleriyle asker beslemek ve savaşa katılmak zorundaydı. Hititler bazı savaşlarda ücretli askerlerden de faydalanmışlardır.


DEVLET YÖNETİMİ  

 



      Hititlerin başında büyük kral ünvanını taşıyan bir hükümdar bulunuyordu. Krallık babadan oğula geçmekteydi. Kral aynı zamanda başkomutan, baş yargıç ve baş rahipti. Kralın yanında Pankuş denilen bir tür asiller meclisi de yönetimde söz sahibiydi. İlk zamanlarda kralın yetkileri meclis tarafından sınırlandırılmıştı. Ancak imparatorluk döneminde meclisin yetkileri azalmıştır. 


       Kraldan sonra devlet yönetiminde en yetkili kişi Tavananna denilen kraliçeydi. Tavananna, kral sefere çıktığı veya oğlu küçük yaşta kral olduğu zaman devlet işlerini yürütür, dini törenlere başkanlık ederdi. 


       Hitit devlet yönetiminin temelini feodal tımar sistemi oluşturmaktaydı. ilk zamanlarda fethedilen toprakların yönetimi prenslere verilmiş, böylece küçük krallıklar ortaya çıkmıştır. Yeni krallık zamanında feodal beylikler kaldırılmış, yerine valiler gönderilmiştir. Böylece devletin merkezi otoritesi güçlenmiştir.


Hitit Krallıklar Dönemi  

 

ESKİ KRALLIK

 

I.Hattuşili M.Ö.1660-1630 

I.Murşili M.Ö.1630-1600 

I.Hantili M.Ö.1600-1570 

I.Zidanta M.Ö.1570-1560 

Ammuna M.Ö.1560-1540 

I.Huzziya M.Ö.1540-1535 

Telipinu M.Ö.1535-1510 

Alluvamna M.Ö.1510-1500 

II.Hantili M.Ö.1500-1490 

II.Zidanta M.Ö.1490-1480 

II.Huzziya M.Ö.1480-1460 


 

 

BÜYÜK KRALLIK

 

Tuthaliya  M.Ö.1460-1440 

I.Arnuvanda M.Ö.1440-1420 

II.Hattuşili  M.Ö.1420-1400 

II.Tuthaliya M.Ö.1400-1380 

Şuppiluliuma M.Ö.1380-1345 

II.Arnuvanda M.Ö.1346-1345 

II.Murşili M.Ö.1345-1315 

Muvatalli  M.Ö.1315-1282 

III.Murşili(Urhi-Teşup) M.Ö.1282-1275 

III.Hattuşili M.Ö.1275-1250 

III.Tuthaliya  M.Ö.1250-1220 

III:Arnuvanda M.Ö.1220-1200 

II. Şuppiluliuma M.Ö.1200-1190 


Alıntıdır.

 


Parmaklarımız niçin çıtlar?

 Bazı insanlar her iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek ve onları gererek ses çıkartırlar, yani çıtlatırlar. Çoğumuzun buradan gelen sesin kemiklerden geldiğini sanırız, hatta rahatsız oluruz ama nedense bunu yapanlar hallerinden memnun görünürler.

En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde, örneğin parmaklarınızda, iki kemiğin birleştiği yerde bir bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri sırasında buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş halde oksijen, nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.

Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz parmaklarımızdır. Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz düzleşince bu kapsül de gerilir. İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz kabarcıkları patlamaya başlar. İşte kulağımıza gelenler bu seslerdir. Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu sıvıyı terk eder, sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket kabiliyetini arttırır.

Şüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi, bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz, eklem içinde oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi yaklaşık yüzde 15-20 arttırır.

Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir, çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içerisinde tekrar oluşması biraz zaman alır.

Tüm bu açıklamalar, deneylerle ispatlanmasına rağmen, yine de bu kadar küçük gaz miktarının bu kadar büyük bir ses çıkartabilmesinin nedeni hala anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin edici bir cevabı da henüz yoktur. Ayrıca detaylı çalışmalar göstermiştir ki, çıtırdama sırasında iki ayrı ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. İkinci sesin ise kapsülün uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.

Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak vücudumuz için zararlı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma sonucu vardır. Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki sıvıya bir tesiri yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu yapanlarda ve bunu alışkanlık haline getirenlerde, eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar görmekte, parmaklar şişmekte, dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır.


Alıntıdır.


Amasra / Bartın

 


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak