10 Mart 2022 Perşembe

Frank imparatorluğu ve Şarlman

 


Franklar bugünkü Belçika sınırları içerisinde yer alan savaşçı bir topluluktu . içlerinden bir grup Fransa'daki Galya'ya gittiler. Burada Merovenj Hanedanlığı'nı kurdular. Batı Avrupa'nın şekillendirilmesinde tüm diğer Barbar halkların üzerinde bir etkileri olacaktı.

481 yılında Batı Franklarının  lideri olan Clovis Hıristiyan oldu.

Bugün Fransa adıyla anılan bölge ve Almanya'nın bir bölümü onun egemenliği altına girdi. Merovenj Hanedanlığı komşu krallıklar üzerindeki gücünü adım adım pekiştirdi. Öyle ki 8. yüzyılın sonunda Franklar Batı Avrupa'nın büyük bölümü üzerinde   egemenlik kurmuşlardı.

732 yılında ispanya'dan gelen Arap orduları Fransa'ya girdiler. Poitiers' de Frank lider Charles Martel Arap ordularını  yenilgiye uğrattı. Fransa'yı ve Batı Avrupa'nın büyük bölümünü Arap hakimiyetinden kurtardı. 768 yılında Charles'ın torunu Şarlman Frank imparatorluğu'na hükmetmeye başladı (Frank imparatorluğu'na aynı zamanda Karolenj imparatorluğu adı da veriliyordu). Avrupa'yı Hıristiyanlaştırma çabaları sırasında - aynı zamanda imparatorluğunu koruma ve zenginleştirme amacıyla- imparatorluğunu ispanya, Almanya  ve  italya'nın  önemli  bir  bölümünü kapsayacak   şekilde genişletti. Doğu'da Avarları yenilgiye uğrattı (Avarlar Hunlar gibi Asyalı bir kabileydi). Bu süreçte kimi Slav gruplarını da kontrolü altına aldı.

Lombardların  italya'dan   çıkarılmasına   ve   bölgede   papalığın yeniden inşa edilmesine katkıda bulundu. Papa III. Leo tarafından Roma' ya davet edildi. 800 yılında  Kutsal  Roma  imparatoru  ilan edildi. Kutsal Roma imparatorluğu Haçlı Seferleri'nin arkasındaki temel itici güçlerden birini teşkil edecekti.

İyi eğitimli bir adam olan Şarlman , yasal sistemi geliştirdi. Eğitimi, sanatı ve bilimi destekledi (Sarayında sanatın canlanmasına katkıda bulundu, bu döneme Karolenj Ronesansı adı verilir). 814 yılındaki ölümünün ardından, Şarlman'ın imparatorluğu torunları arasında Fransa, Almanya ve italya olmak üzere bağımsız krallıklara bölündü.


Ayasofya Camii

 


ERGENEKON - BOZKURT DESTANI

 BOZKURT DESTANI


Bu destan eski Çin kaynaklarında rivayetler  halinde  yer  alır. Aynı kaynaklarda bu rivayetleri destekler veya bütünler mahiyette başka bilgiler de vardır. Destanın esası, yok olmak felaketine uğrayan Göktürk soyunun yeniden toparlanıp çoğalmasında bir Bozkurt'un oynadığı roldür. Birbirine konu itibariyle çok benzeyen üç destanın konusu kısaca şöyledir:

"Göktürkler, eski Hunların soylarından gelirler ve onların bir koludurlar. Kendileriyse A-şi-na adlı bir aileden türemişlerdir. Sonradan çoğalarak, ayrı oymaklar halinde yaşamaya başladılar. Daha sonra Lin adını taşıyan bir memleket tarafından mağlup edildiler. Mağlubiyetten sonra Göktürkler bu memleket tarafından soyca öldürüldüler. Tamamen öldürülen Göktürkler içinde yalnızca on yaşında bir çocuk kalmıştı. Lin memleketinin askerleri çocuğun çok küçük olduğunu görünce  ona  acımışlar ve öldürmemişlerdi. Yalnızca çocuğun  ayaklarını kesmişler ve bir bataklık içindeki otlar arasında bırakarak gitmişlerdi. Bu sırada çocuğun etrafında bir dişi kurt peyda oldu ve ona et vererek çocuğu besledi. Çocuk bu şekilde büyüdükten  sonra da dişi kurtla karı-koca hayatı yaşamaya başladı.  Kurt da çocuktan bu yolla gebe kaldı.

Göktürkleri mağlup eden ve hepsini kılıçtan geçiren Lin memleketinin kralı bu çocuğun hala yaşadığını duydu ve onun da öldürülmesi için askerlerini gönderdi. Çocuğu öldürmek için gelen askerler kurtla çocuğu yan yana gördüler. Askerler kurdu öldürmek istediler. Fakat kurt onları görünce hemen kaçtı ve Kao-ch'ang (Turfan) memleketinin kuzeyindeki dağa gitti. Bu dağda derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde  de  büyük bir  ova bulunuyordu.  Ova,  baştanbaşa ot ve çayırlarla kaplıydı.  Çevresi  de  birkaç yüz  milden  fazla  değildi. Dört yanı çok dik dağlada çevriliydi. Kurt kaçarak bu mağaranın içine girdi ve orada on tane çocuk doğurdu. Zamanla bu on çocuk büyüdüler ve dışarıdan kızlar getirerek onlarla evlendiler. Bu suretle evlendikleri kızlar gebe kaldı ve bunların her birinden de bir soy türedi.  İşte Göktürk  Devleti'nin  kurucularının geldikleri A-şi-na ailesi de bu  On-Boy'dan  biridir.  Onların  oğulları  ve  torunları  çoğaldılar ve yavaş yavaş yüz aile haline geldiler. Birkaç nesil geçtikten  sonra, hep birlikte mağaradan çıktılar. Juan-juan (Moğol kökenli bir topluluk) Devletine tabi oldular. Altay (Chin-shan) eteklerinde yerleştiler. Bundan sonra da Juan-juan Devleti'nin demircileri oldular."



ERGENEKON DESTANI


Bozkurt Destanı'nın daha zengin bir şeklidir. Destana göre Ergenekon, Türklerin yüzyıllarca çift sürerek, avlanarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili, kutsal bir toprağın adıdır.  Ergenekon, Moğolcada "geçilmesi güç dağ"  anlamına gelmektedir. Ergenekon, "konulan, yerleşilen yer" olarak da ifade edilmektedir.  Bu destanı ilk olarak 13. yüzyıl Moğol tarihçisi Reşid-üd Din "Camiü't-tevarih'' adlı Farsça eserine almıştır. Yazar, destanı halk arasındaki rivayetlerden topladığını söyler. Bu destanı, 17. yüzyılda Ebu'I- Gazi Bahadır Han'ın "Şecere-i Türk" eserinde Türkçeye çevirdiğini görüyoruz.

Ergenekon'dan çıkış günü bir rivayete göre 21 Mart günüdür. Bu gün,  aynı zamanda güneşin  Balık Burcu'ndan  Koç  Burcu'na geçtiği ve gündüzle gecenin eşit olduğu gündür. İşte bu gün "Nevruz Bayramı" olarak kutlanan gündür. Türkler, demirden bir dağı eriterek Ergenekon'dan çıkışlarının anısına, örs üzerinde kızgın demir döverek bu günü kutlamaktaydılar. Bugün de demirci için örs kutsaldır. Örsün üzerine oturulmaz, basılmaz.

Ergenekon Destanı'nda, Bozkurt Destanı'na ilave olarak nüfus artışı  yüzünden Ergenekon   adını  verdikleri  yurtlarına  sığamayan ve buradan çıkış yolu arayan Türklerin yakında bulunan bir demir dağı eriterek Ergenekon'dan çıkmaları ve Ergenekon'dan çıkışlarından sonra ne yana gideceğini bilemeyen Türklere bir bozkurdun yol göstermesi temaları yer alır.

Türklerde kutsal dağ ve kutsal mağara anlayışı hakimdi. Ergenekon da büyük bir mağaradan başka bir yer değildir. Çin kaynaklarına göre Türk kağanı bu kutsal mağarayı ziyaret ediyor ve önünde yapılan dini töreni bizzat idare ediyordu.



Efsanenin Sadeleşmiş Özet Hali


Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türklerin üzerine yürüdüler. 


Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beyleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: "Türklere hile yapmazsak halimiz yaman olur."

Tan ağardığında baskına uğramış gibi ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar" deyip artlarına düştüler. Düşman Türkleri görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi Düşman, Türkleri öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler. O çağda Türklerin başında İl Kağan vardı. İl Kağan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kağan'ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz)  adlı  bir yeğeni  vardı;  o  da  sağ kalmıştı.  Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: "Dört bir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım:' Sürülerini  alıp dağa doğru göç ettiler. Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu. Türklerin vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye Ergenekon dediler. Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.

Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: ''Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım.  Göçüp  Ergenekon'dan  çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım:'

Türkler, kurultayın bu kararı üzerine Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar ama bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki:  "Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir:· Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tengri'nin yardımıyla demir dağ kızdı, eridi,  akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.  Sonra gök yeleli bir bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, bozkurdun önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar. Türkler o günü,  o saati iyi bellediler.  Bu kutsal  gün Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır.  Bu  demiri  önce Türk kağanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beyleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.

Ergenekon'dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine'ydi (Bozkurt) . Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türklerin Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi bütün iller Türklerin buyruğu altına girdi. 



Bahattin Uslu’nun Türk Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

9 Mart 2022 Çarşamba

Gılgamış Destanı VI. Bölüm


(Gılgamış büyük tufandan kurtulan Ütanapiştim'e giderek bir insanın nasıl ölümsüz olabileceğini öğrenmek ister. Uzun karanlık bir tünelde seyahat eder. Balıkçı kadın Siduri'den öğütler alır ve sonunda sandalla Ütanapiştim'e götürülür.)


Gılgamış en sevgili arkadaşının ölümüne acı acı ağlayarak yeşil ovada başıboş bir şekilde dolaştı. Kendi kendine şöyle dedi: "Ben öldüğüm zaman kaderim tıpkı Enkidu'nunki gibi olacak. Kalbim acıdan parçalanıyor ve ölüm korkusu midemi kemiriyor. Diğer bir adı da Çokuzak olan Utanapiştim'in evine, ayaklarımın gidebildiği kadar hızlı bir şekilde gitmeliyim. (Uta: Buldu, Napiştim: yaşam) O da tıpkı benim gibi bir insan! Ancak sonsuz yaşamı buldu ve göksel tanrıların meclisine katıldı. Kesinlikle bana, hiç bitmeyen günler boyunca nasıl yaşayacağımı öğretebilir."


Gılgamış yeşilliklerle dolu ovada ve yakıp kavuran çölde yalnız başına seyahat etti. Bir gece, bir dağ geçitinde iki aslanla karşılaştı. Aslanların görüntüsü kalbinin dehşetle dolup taşmasına neden oldu. Başını aya doğru kaldırarak: "Ey, gece gökyüzünü aydınlatan ışık tanrısı Sin, koru beni!" diye dua etti.


Sonra Gılgamış cesur bir şekilde kemerindeki hançeri çekti ve baltayı eline alarak kaldırdı. Vahşi yaratıklara tıpkı bir okun uçuşu gibi dosdoğru yaklaştı, onları öldürdü, derilerini yüzdü ve parçalara ayırdı. Kıyafeti parçalanmış ve paçavra haline gelmiş olduğu için, gövdesini aslanların sıcak postlarına sardı. Yanında taşıdığı et, artık onu doyurmadığı için, aslanların etlerinin bir kısmını yedi.


Karada ve denizde, uzun haftalar boyu süren bir yolculuktan sonra Gılgamış, ikiz tepeleri göklerin çatısına dek uzanan ve her gün güneş doğduğu ve battığı zaman Şamaş'ı koruyan Maşu Dağı'na vardı. Orada, dağın kapısını koruyan akrep adamlarla karşılaştı. Kafalarının üzerindeki ışık haleleri dağın kendisinin bile gözlerini kamaştırıyordu ve bakışlarını bir insanın üzerine diktiklerinde, onu öldürebilirlerdi. Bu bekçilerin görüntüsü Gılgamış'ın yüreğine korku saldı. Yine de, cesaretini toplamak ve ileriye devam etmek için kendisini zorladı.


Gılgamış'ın yaklaştığını gördüklerinde akrep adamlardan biri karısına seslendi: "Üzerimize doğru gelen bu adamın eti tıpkı gök tanrılarınınkine benziyor! Onlardan biri olmalı!"


Akrep kadın yanıt verdi: "Hayır, yalnızca üçte ikisi tanrı, üçte biri ise insan. Önümüzde duran adam, Gılgamış. Sağlam surlu Uruk'un kralı."


Akrep adam sonra Gılgamış'a seslendi: “Tanrıların çocuğu neden bu uzak yere kadar bu denli zor bir yolculuk yaptın? Anlat bana, karada ve denizde neden bu kadar uzaklara kadar gezdin?"


Gılgamış yanıt verdi: "Utanapiştim'i, yani Çokuzak'ı bulmaya geldim. Onun sonsuz yaşamı bulduğunu ve göksel tanrıların meclisine katıldığını biliyorum. Onunla yaşam ve ölüm hakkında konuşmak istiyorum."


Akrep adam şöyle dedi: "Gılgamış, şimdiye kadar hiçbir insan Utanapiştim'i bulamadı! Bu yolculuğu yapmak, bir insanın cesaretinin üzerinde. Çokuzak'a ulaşmak için öncelikle dağların derinliklerindeki bir tünelde seyahat etmelisin. Tünel zift gibi bir karanlığın içinde 36 mil boyunca uzanıyor. Güneşin bir doğuşundan diğerine kadar bu karanlığın içine hiçbir ışık girmiyor."


Gılgamış akrep adamın sözlerini aklında ve kalbinde tuttu, fakat bu yolculuğu yapmaktan caymamıştı. "Bu yolda gitmeyi istiyorum" dedi. "Ne acı ne üzüntü no gözyaşları ne aşırı soğuk ne de haşlayıcı sıcak beni durdurabilir! Dağın kapısını açın da yoluma devam edeyim!"

Akrep adam yanıt verdi: "Maşu Dağı'nın kapısını sana açacağım Gılgamış. Güven içinde git ve ayakların seni olabildiğince güvenli bir şekilde geri getirsin."

Gılgamış, Maşu Dağı'nın tüneline girdi. Karşılaşacağı şeyleri daha önceden bilmenin karanlıktan duyduğu korkuyu azaltması için, akrep adamın sözlerini aklında ve kalbinde canlı tuttu.


Gılgamış her gün güneşin yolculuk ettiği gibi, doğudan batıya gitti. 3 mil yürüdüğünde karanlık o kadar koyu idi ki, ışık olmadığı için önünde ve arkasında hiçbir şey göremiyordu. Dokuz mil yürüdüğünde karanlık o kadar koyu idi ki ışık olmadığı için önünde ve arkasında ne olduğunu göremiyordu. 18 mil yürüdüğünde karanlık o kadar koyu idi ki ışık olmadığı için önünde ve arkasında ne olduğunu göremiyordu.


24 mil yürüdüğünde artık yorgun ve sabırsızdı ve dayanamayarak isyan edip bağırdı. Öyle bir karanlık vardı ki Önünde ve arkasında, ne olduğunu göremiyordu, hâlâ tek bir ışık yoktu.


Gılgamış 27 mil yürüdüğünde, hâlâ ışık olmadığı için öyle koyu bir karanlık vardı ki, önünde ve arkasında ne olduğunu göremiyordu. Ancak şimdi yüzüne çarpan bir rüzgâr hissediyordu ve bu yüzden adımlarını hızlandırdı. 33 mil yürüdüğünde, önünde gün doğumunun bir gülünkini andıran rengini gördü ve 36 mil yürüdüğü zaman gökyüzü güneş ışığıyla pırıl pırıldı.


Tünelden çıkınca Gılgamış dallarında mücevherler taşıyan ağaçlarla dolu bir bahçeye geldi. Güneş ışığında parıldayan mücevherden yapılmış meyveler ve yapraklar Gılgamış'ın gözlerini kamaştırdı. Hafif bir rüzgâr, yaprakların dallar arasında zarif bir şekilde dans etmelerini sağlayarak, güzelliklerini gözler önüne seriyordu. Gılgamış bu göz alıcı bahçeye büyülenmiş bir şekilde baktı. Kısa bir süre için, üzüntüsünü ve acısını, yorgunluğunu ve korkusunu unuttu. Göksel tanrıların bahçesine girdiğinden emindi.


Gılgamış merakla bahçeye göz gezdirirken, ışık saçan Şamaş gökyüzünden aşağı baktı ve hayvan postlarına sarınmış bir adam gördü. Gördüğünün Gılgamış olduğunu fark edince ilgilendi. Şamaş Gılgamış'a yaklaştı ve şöyle dedi: "Nereye gidiyorsun? Aradığın yaşamı bulamayacaksın."


Gılgamış yanıt verdi: "Yeşil ovada ve kavurucu çölde oradan oraya yürüdükten sonra, başımı yıldızların ve güneşin olmadığı toprağın kalbine dayayıp sonsuz uykuya mı dalayım? Gözlerimin güneşe doya doya bakmasını istiyorum. Güneşin ışıklarının ve sıcaklığının kalbimi neşeyle doldurmasını istiyorum. Işık karanlığı uzaklara sürer!"


Bunun üzerine Şamaş, Gılgamış’ı yoluna devam etmesi için bıraktı ve kısa bir süre içinde Gılgamış denize ulaştı. Orada derin denizin kıyısında küçük bir kulübede yaşayan balıkçı kadın Siduri'yi gördü.


Siduri, hayvan postları içindeki yabani bakışlı, uzun ve dağınık saçlı yabancıyı fark ettiğinde bahçesinde oturmuş uzaklara bakıyordu. Yabancının kendisiyle konuşmak niyetinde olduğunu görünce, Sidııri'nin kalbi korkuyla doldu. Kendi kendine şöyle dedi: "Bu adam bir katile benziyor! Nereye gittiğini merak ediyorum!" Kalbinin sesini dinleyerek kalktı, evinin kapısını kilitledi ve kapıyı çapraz tahtalarla sürgüledi.


Gılgamış kadını gördü, sivri uçlu sopasını kaldırdı ve elini kapının üzerine koydu. Sonra şöyle dedi: "Balıkçı kadın bana kapını kapatacak ve sürgüleyecek ne gördün? Söyle bana, yoksa kapıya vuracağım ve onu parçalayacağım."


"Ben sağlam surlu Uruk Kentinin Kralı Gılgamış'ım" diye devam etti. "Canlılar ülkesindeki Sedir Ormanları'nı koruyan Humbaba'yı yendim ve öldürdüm. Göklerin boğasını yakaladım ve katlettim. Dağdaki geçitleri koruyan aslanları da öldürdüm."


Siduri şöyle dedi: "Eğer söylediğin kahraman gerçekten sensen neden yanakların bu kadar solgun ve yüzün bu denli zayıf? Neden buraya çok uzaklardan gelen, sıcaktan harap olmuş ve yüzü soğuktan kurumuş bir yabancı gibi görünüyorsun? Neden yüreğin kederden parçalanıyor ve mideni korku kemiriyor? Ve niçin yeşilliklerle dolu ovada ve kavurucu çölde aylak aylak dolaşıyor ve rüzgârın evini arıyorsun?"

Gılgamış yanıt verdi: “Ey balıkçı kadın, güneşin doğuşu gibi, dağları doğudan aştım ve yeşilliklerle dolu ovada kavurucu çölde tıpkı bir avcı gibi oradan oraya dolaşıp durdum. Ayıyı, sırtlanı, aslanı, panteri, kaplanı, erkek geyiği ve dağ keçisini öldürmek zorunda kaldım. Vahşi hayvanların ve sürüngen yaratıkların etlerini yedim ve giysilerim bir paçavraya dönünce, onların postlarına sarınmak zorunda kaldım."


"Neden göründüğüm gibi görünmeyeyim ve dolaştığım gibi dolaşmayayım?" diye devam etti. "Çok sevdiğim arkadaşım, her çeşit zorluğa benimle birlikte göğüs geren ve her şeyin üstesinden gelmeme yardım eden Enkidu, her insanın kaderiyle karşı karşıya geldi. Enkidu öldüğünden beri, onun Karanlık ve Toz Evi'ne yaptığı seyahatte benim yaşamımı da yanında götürdüğünü hissettim."


Gılgamış şöyle tamamladı: "Enkidu Öldüğü için, kendi ölümümden korkuyorum! Nasıl sakin olabilirim? Nasıl sessiz kalabilirim? Çok sevdiğim arkadaşım toprak oldu. Zamanı gelince, benim de yıldızların ve güneşin olmadığı toprağın kalbine yatıp sonsuz uykuya mı dalmam gerekiyor? Ey balıkçı kadın, senin yüzünü gördüğüme göre bana çok korktuğum ölümümü gösterme!"


Siduri yanıt verdi: "Gılgamış nerede dolaşıyorsun? Aradığın yaşamı bulamayacaksın! Göksel tanrılar insanları yarattıklarında, sonsuz yaşamı kendilerine sakladılar ve bize Ölümü verdiler."


"Dolayısıyla Gılgamış, kaderine razı ol!" diye öğüt verdi Siduri. "Her gün, başını yıka, yıkan ve yepyeni, pırıl pırıl kıyafetler giy. Mideni lezzetli yiyeceklerle doldur. Oyna, şarkı söyle, dans et ve gece gündüz mutlu ol. Karının sana sunduklarından zevk al, elini tutan çocuğu bağrına bas. Yaşamının her gününü coşkun bir kutlama haline getir! Bu, tanrıların bütün insanlara verdiği bir görevdir. Bu, bir ölümlünün elde etmeyi hayal edebileceği en iyi yaşam olduğu için senin araman gereken de budur."


Gılgamış, “Bana akıllı bir öğütte bulunmuş olabilirsin balıkçı kadın" diye karşılık verdi. "Ama yine de söyle bana, hangi yol Utanapiştim'e, yani Çokuzak'a gidiyor? Senin gibi denizin kıyısında yaşadığı için, yolu tarif eden işaretleri bana söyleyebilirsin! Eğer gerekiyorsa derin denizlerden geçebilirim. Yoksa yeşil ovada ve kavurucu çölde bir avcı gibi dolaşmaya devam edeceğim.


Siduri yanıt verdi: "Gılgamış bu derin denizi geçmek için bir yol yok. Zamanın başlangıcından beri, buraya gelen hiç kimse bu sular üzerinde yolculuk yapamadı."


Siduri ekledi: "Sadece bir olasılık aklıma geliyor. Belki Utanapiştim'in sandalcısı Urşanabi sana yardım etmek isteyebilir. Ormanda sakladığı kutsal taş heykellere sahiptir. Eğer ona eşlik etmene izin verirse, derin denizleri onunla birlikte geçmeni öğütlerim. Bu olmazsa vazgeçmeli, sağlam surlu Uruk kentine geri dönmelisin."


Gılgamış bu sözleri duyunca yüreği öfkeyle doldu. Kemerinden hançerini çekti ve baltasını havaya kaldırdı. Ormana girdi vc kutsal heykelciklere sahip olan sandalcıya gözdağı vermek için onu aradı. Kutsal heykelcikleri buldu, ama sandalcı ortalarda yoktu. Bir ok gibi dosdoğru heykellere doğru gitti ve o öfkeyle onları parçaladı.


Çok yakınlarda olan Urşanabi, Gılgamış'ın hançerinin parıltısını gördü ve yapılan tahribatın sesini duydu. Gılgamış'a koştu ve sordu: "Sen kimsin ve burada ne yapıyorsun? Neden çok uzaklardan gelen ve yüzünde sıcağın tahribatı ve soğuğun kuruluğunu taşıyan bir gezgin gibi görünüyorsun?"


Gılgamış yanıt verdi: "Sen Urşanabi olmalısın! Benim adım Gılgamış ve ben sağlam surlu Uruk kentinin kralıyım. Güneşin doğduğu gibi, dağları doğudan aşarak çok uzun bir yoldan geldim. Çok sevdiğim arkadaşım toprak oldu. Zamanı gelince başımı toprağın kalbine yaslayıp sonsuz uykuya dalmaktan korkuyorum."


"Urşanabi, Utanapiştim'e, yani Çokuzak'a giden yolu göster bana!" diye yalvardı Gılgamış. "Gerekirse derin denizleri geçebilirim. Yoksa yeşil ovada ve kavurucu çölde, bir avcı gibi oradan oraya dolaşacağım. Ey Urşanabi, beni Utanapiştim'e götür."


Urşanabi yanıt verdi: "öfkeli ellerin deniz yolculuğunu yapmamıza engel oldu. Öfke anında, ölüm sularına değmeden derin denizi geçmemi sağlayan kutsal heykelcikleri tahrip ettin.

Ormana git, her biri 2 m. uzunluğunda yüz yirmi adet sırık kes, bana getir."


Gılgamış kemerinden hançerini aldı, baltasını havaya kaldırdı ve ormana gitti. Sırıklarla birlikte Urşanabi'nin yanına gelince, iki adam sandala bindiler, derin denizin dalgalarına atılıp oradan uzaklaştılar. Üç günde başkalarınca bir buçuk ayda alınabilecek bir uzaklığa vardılar. Sonra kendilerini ölüm sularında buldular.


Urşanabi Gılgamış'a şöyle dedi: "Sırıklardan birini al ve bizi ileriye doğru it! Fakat elinin ölüm sularına değmemesine dikkat et!''


Gılgamış ellerinin ıslanmaması için her sırığı ancak bir kez kullanabiliyordu. Böyleceyüz yirmi sırığın tamamını kullanması fazla uzun sürmedi. Sonra gömleğini çıkardı ve yukarı doğru kaldırarak yelken gibi kullandı.


Ölüm sularının üzerinde yol alırken Utanapiştim çok uzaklardan onları gözlüyordu. "Neden sandalın kutsal heykelcikleri kırıldı?" diye sordu kendi kendine. "Neden sandalı aslında onun ustası olmayan biri kullanıyor?"


Sandal kıyıya yanaşınca Utanapiştim, yani Çokuzak, Gılgamış'a baktı ve şöyle dedi: "Sen kimsin ve neden buraya geldin? Ve söyle bana neden yanakların bu kadar solgun ve yüzün bu denli zayıf! Neden çok uzaklardan gelen ve yeryüzünde sıcağın tahribatını ve soğuğun kuruluğunu taşıyan bir gezgin gibi görünüyorsun? Niçin kalbin acıyla parçalanıyor ve korku mideni kemiriyor? Ve neden yeşil ovalarda ve kavurucu çölde rüzgârın evini arayarak oradan oraya dolaşıyorsun?"


Gılgamış yanıt verdi: "Benîm adım Gılgamış ve sağlam surlu Uruk kentinin kralıyım. Güneşin doğduğu gibi dağları doğudan aştım ve çok uzun bir yoldan geliyorum. Yanaklarım neden solgun olmasın ve yüzüm neden çökmüş olmasın?! Neden çok uzaklardan gelen ve yüzünde sıcağın tahribatlarını ve soğuğun kuruluğunu taşıyan bir gezgine benzemeyeyim?! Neden kalbim acıyla parçalanmasın ve korku midemi kemirmesin?! Ve neden yeşil ovada ve kavurucu çölde rüzgârın,evini arayarak oradan oraya dolaşmayayım?!"


"Tepelerin vahşi yaratıklarını ve ovadaki panterleri kovalayan, dağlara benimle tırmanan, benimle birlikte her türlü güçlüğe göğüs geren ve bana her şeyin üstesinden gelmemde yardım eden, göklerin boğasını yakalamamda ve katletmemde, Sedir Ormanı'nda Humbaba'yı yenmemde ve öldürmemde bana yardımcı olan çok sevdiğim arkadaşım Enkidu da bütün insanlarla aynı kaderi paylaştı?"


Gılgamış devam etti: "Yedi gün yedi gece Enkidu'nun cesedinin üzerinde ağladım. Üzüntümün ve yakarışlarımın onu sonsuz uykusundan uyandırmasını umut ettim. Arkadaşımın ölümü kalbimi ağır bir yük altında bırakıyor. Enkidu öldüğünden beri Karanlık ve Toz Evi'ne doğru olan yolculuğunda benim yaşamımı da yanında götürdüğünü hissettim ."

"Enkidu öldüğü için kendi ölümümden korkmaya başladım. Bu durumda nasıl sakin olabilirim? Nasıl sessiz olabilirim? Çok sevdiğim arkadaşım toprak oldu! Zamanı gelince benim de yıldızların ve güneşin olmadığı toprağın kalbine başımı yaslayıp sonsuzluk uykusuna dalmam mı gerekiyor?"


Gılgamış sözlerini şöyle tamamladı: "Gözlerim çok az uyku görebildi ve eklemlerim çok fazla acı hissetti. Yeşil ovalar, kavurucu çöller dahil avcı gibi her yeri dolaştım. Utanapiştim, seninle yüz yüze gelebilmek için yüksek dağları ve çarpıntılı denizleri aştım. Seninle yaşam ve ölüm hakkında konuşmak istiyorum. Senin sonsuz yaşamı bulduğunu ve tanrılar meclisine katıldığını biliyorum. Ben de yeryüzünde sonsuza dek yaşamak istiyorum. Bana ne biliyorsan anlat ki ben de senin gibi yaşayabileyim."


Utanapiştim, yani Çokuzak şöyle yanıt verdi: "Ey Gılgamış hiç sonsuza dek ayakta kalacak bir ev inşa edebiliyor muyuz? Tartışmaları sonsuza dek sürdürebiliyor muyuz? Kardeşler malvarlığını sonsuza dek eşit paylar halinde bölebiliyorlar mı? Nefret sonsuza dek sürüyor mu? Hiç nehir sonsuza dek taşıyor, kıyılarını basıyor mu? Bir kimse ölümü deneyebilir mi hiç? Eski zamanlardan beri hiçbir şey kalıcı olmadı. Çoban ve soylunun kaderleri aynı: ölüm !"


Utanapiştim şöyle bağladı: "Göksel tanrılar mecliste toplandıkları zaman bütün insanların kaderine karar verirler. Tanrılar her insan için yaşamı ve ölümü belirler, fakat hiç kimsenin ölüm gününü açıklamazlar."


Donna Rosenberg'in Dünya Mitolojisi adlı kitabından alıntılanmıştır.

Yalan makinesi nasıl çalışır?

 


 


Televizyondan veya gazetelerden, bizde pek olmasa da ABD'de polis sorgulamalarında gerektiğinde bir sanığın yalan makinesine bağlanarak, doğruyu söyleyip söylemediğinin kontrol edildiğini görmüş veya okumuşsunuzdur. Hatta ABD'de FBI veya CIA gibi çok önemli devlet görevlerine alınmaya aday memurlara da bu test uygulanmaktadır.

"Polygraph" denilen bir alet ile sanığa 4 - 6 adet sensör bağlanır. Bu sensörlerden gelen çeşitli sinyaller, dönmekte olan bir kağıdın üzerine grafik olarak kaydedilir. Bu sensörlerle sanığın,

· Nefes alış hızı.

· Nabzı.

· Kan basıncı (tansiyonu).

· Terleme miktarı.

kayda alınır. Bazı yalan makinelerinde kol ve bacak hareketleri de kaydedilir.

Yalan makinesi testi başladığında, sanığa önce 3 veya 4 basit soru sorulur. Bu şekilde sanığın verdiği sinyallerin düzeni öğrenilir. Daha sonra gerçek sorular sorulmaya başlanılır ve sinyaller kayda alınmaya devam edilir.

Test süresince ve sonrasında bir uzman grafikleri sürekli kontrol altında tutarak, hangi sorularda sinyallerin değiştiğini tespit eder. Kalp atışının hızının artması, tansiyonun yükselmesi ve terleme genellikle yalan söylemenin belirtileridir. İyi eğitilmiş bir uzman grafiklere bakınca nerede yalan söylediğini derhal anlayabilir.

Her şeye rağmen, insanların soruları yorumlamaları ve tepkileri farklı olduğundan, yalan söylerken farklı davranabildiklerinden, bu test mükemmele ulaşmış değildir, bazen yanıltıcı olabilir ve kesin delil kabul edilmez.


KOVANIN DEVAMLILIĞINI SAĞLAYAN KRALİÇE ARI


Arı kovanında kısa bir gözlem yapılacak olunursa işçi arıların kendilerine göre daha büyükçe olan bir arıya özel bir ihtimam gösterdikleri görülecektir. Beslenmesi, temizliği, güvenliği gibi tüm ihtiyaçları diğer arılar tarafından karşılanan bu arı, koloninin devamlılığını sağlayan kraliçe arıdır. Bir kovanda yaşayan işçi arıların sayısı on binlerle ifade edilirken, sadece bir tane kraliçe bulunur. Kraliçenin varlığı arılar için hayati bir öneme sahiptir. Çünkü yumurtlayarak koloninin devamını sağlayan, kraliçe arıdır. Bundan başka kolonideki disiplin de kraliçenin salgıladığı bir madde ile sağlanır.

Kraliçe bütün hayatı boyunca yumurtlamaktan başka bir işle meşgul olmaz. Sürekli kovanın içindedir, hiç dışarı çıkmadan, baharın başlangıcından yazın sonuna kadar her gün durmadan yumurtlar. Kraliçenin tüm bakımını da işçi arılar yaparlar. Kraliçe kovan içinde dolaşırken bir grup işçi arı da onun etrafında kümelenir ve kraliçeyi sürekli besler, antenleri ile sıvazlar ve yalayarak temizliğini yaparlar. Kısacası kraliçe kendisiyle ilgili hiçbir konuyla ilgilenmez. Çünkü kovan içindeki görevi sadece yumurtlamaktır. 



Farklı Bir Arı: Kraliçe


Kraliçenin ayrıcalığı daha larva aşamasındayken başlar. Kraliçeler diğer peteklerden farklı özelliklere sahip olan bir yerde yetiştirilirler. Kraliçenin büyütüldüğü bu yer, petekten aşağıya doğru sarkan özel hazırlanmış hücrelerdir. Bu hücreler kraliçenin diğer arılara göre daha büyük boyutta olması nedeniyle normal petek hücrelerine göre daha büyükçe inşa edilir.

Kraliçe arının oluşmasını sağlayan yumurtanın, işçi arıların oluşmasını sağlayan yumurtalardan hiçbir farkı yoktur. 6 gün süren larva dönemindeki beslenme farklılığı sebebiyle kraliçe, normal bir dişi arı olarak değil de, görünüm ve işlev olarak diğerlerinden daha farklı bir arı olarak ortaya çıkar. Diğer işçilere sadece 3 gün süreyle arı sütü verilirken, kraliçeye çok değerli olan bu besinden bütün larva dönemi boyunca (6 gün) verilir.

Kraliçeye verilen arı sütünün içeriği ve miktarı da özel olarak ayarlanır. Yapılan incelemeler sonucunda larva dönemi boyunca kraliçe arıya 10 mg. arısütü verilirken, diğerlerine sadece 3 mg. verildiği tespit edilmiştir. Sadece bu besleme farklılığı sebebiyle birbirinden çeşitli morfolojik (yapısal) farklılıklara sahip olan iki canlı, kraliçe ve dişi işçi arılar meydana gelir.



Kraliçe ve Diğer Arılar Arasındaki Farklar 


Kraliçe arı genel yapı ve dış görünüş olarak diğer arılardan farklıdır. Örneğin işçi arılar da kraliçeler gibi dişi olmalarına rağmen işçi arıların yumurtalıkları gelişmemiştir, yani işçi arılar kısırdır. Bir kraliçe kafa ve thorax (gövde kısmı) olarak işçilerden çok da fazla büyük değildir. Bununla birlikte işçi arıların tam aksine kraliçenin çene kemiği balmumu hücrelerini yapmak için uygun bir yapıya sahip değildir. Ve kraliçe arı, işçilerin polen sepetlerini oluşturan sert tüylerinden de yoksundur. En önemlisi de kraliçe arı aynı yumurtadan çıkmasına rağmen sadece beslenme farklılığı sebebiyle diğer arılar gibi sadece 5-6 hafta değil, (kışa denk gelenler birkaç ay) 4-5 sene kadar yaşar. 



Kraliçenin İlk Günleri


Kraliçe de larva döneminden sonra diğer arılar gibi pupa aşamasından geçer ve yumurtanın bırakılmasından 16 gün sonra pupasından çıkar. Görünümü işçi arılardan oldukça büyük, erkek arılara göre ise daha uzundur.

Kovan güvenliği açısından -her türlü ihtimal göz önünde bulundurularak- işçi arılar aynı anda sadece tek bir tane değil, birkaç tane kraliçe adayı yetiştirirler. Kraliçeye herhangi bir zarar gelmesi durumunda hemen yeni bir kraliçe yetiştirilmeye başlanır. Yeni kraliçenin yaptığı ilk şey, içinde bal olan şapkasız bir hücre bulana kadar petekleri dolaşmaktır. Kraliçe bulduğu baldan yer ve hızla diğer petekleri dolaşmaya başlar. Amacı rakip kraliçeleri bir an önce bularak saf dışı etmektir. Yeni kraliçe, yumurtadan çıkmamış diğer kraliçe adaylarını bulduğu anda imha eder. Alt çenesiyle kraliçe pupasının bulunduğu hücreyi yırtar ve içerideki rakibini sokar. Ya da sadece hücrenin kapağını açık bırakarak imha işleminin tamamlanmasını diğer işçilere bırakır.

Eğer kovanda başka bir yetişkin kraliçeye rastlarsa iki arı birbirlerine saldırır ve biri diğerini sokana kadar mücadele ederler. Sokulan arı ölür. Bu, aslında kovanda sıkça yaşanan bir olay değildir. Çünkü sadece eski kraliçe çok yaşlı ise veya yeni bir koloni kurmak için kovandan henüz ayrılmamışsa kraliçeler karşı karşıya gelir. Genelde kovandaki yeni kraliçe ortaya çıktığında eski kraliçe kovanı çoktan terk etmiş olur. Kraliçenin rakiplerini öldürmek için bu kadar ısrarlı davranması kovanın düzeni açısından çok önemlidir. Çünkü kovan disiplininin sağlanması için bir kovanda yalnızca bir kraliçenin bulunması şarttır. 

Kovanın yeni kraliçesi hücresinden çıkar çıkmaz hemen eski kraliçenin yerini tutamaz. Çünkü henüz yumurtlamaya başlamamıştır. Yumurtlayabilmek için kraliçenin öncelikle çiftleşmesi gerekir. Ancak çiftleşme hiçbir zaman kovan içinde gerçekleşmez. Kraliçe bir süre sonra kovan dışına çıkar ve çiftleşmek için erkek arılar arar. 

Kraliçe arının kovan dışına çıktığı iki durum vardır. Çiftleşme uçuşu ve "oğul verme" zamanı. Bu iki dönem dışında kraliçe kovandan dışarıya çıkmaz.

Çiftleşme uçuşuna çıkmadan önce kraliçe kovan içinde sürekli dolaşır. 5. ve 6. günlerde sık sık kovan kapısına gider. Bir hafta dolduğunda ise kovanın konumunu öğrenmek ve çevreyi tanımak için kısa mesafeli uçuşlara çıkar. Bu uçuşlar bir dakika ile başlar. Günler geçtikçe uçuş süresi yarım saate kadar çıkar. 



Kraliçenin Çiftleşme Uçuşu


Kraliçe çiftleşmek için kovandan bir grup arıyla birlikte yola çıkar. Bir süre sonra beraberindeki arılardan ayrılır ve erkek arıların toplandığı alanlara doğru tek başına uçar. Bu alana belli bir oranda yaklaştığında erkek arıların kendisini bulmalarını sağlayan bir tür feromon salgılamaya başlar. 

Erkek arıların kraliçeyi fark etmeleri ile gerçekleşen ve "çiftleşme uçuşu" adı verilen bu uçuş, kraliçe arı pupasından çıktıktan 10 gün sonra gerçekleşir. Kraliçe arıların üreme organları, yumurtaları üreten iki yumurtalık ve çiftleşme uçuşu sırasında erkeğin spermatozoasının yerleştiği "spermatheca" adı verilen vücudunun arka tarafındaki bir kesecikten oluşur. Bu kesecik koloninin yeni elemanları olan arıların hayatında oynayacağı rol nedeniyle son derece önemli bir göreve sahiptir. Erkek ve dişi arıların çiftleşmesi havada iken gerçekleşir. Döllenmeden sonra kraliçe arı kovana geri dönerken erkek arılar genellikle hayatlarını kaybederler. 

Çiftleşme döneminde kraliçenin 3-12 arasında uçuş yaptığı ve her defasında başka bir erkek arıyla çiftleştiği tespit edilmiştir. Tek bir erkek arının spermleri bu keseyi doldurmaya yetmediği için kraliçe birden fazla erkek arıdan sperm alır. Döllenmeden sonra erkek arılardan gelen bütün spermler sperm kesesinde biriktirilir. Kraliçe, 4-5 senelik ömrü boyunca çiftleşme uçuşu sırasında edindiği bu spermleri kullanacaktır. Döllenmiş bir kraliçe arının keseciğinde (spermatheca'da) ortalama olarak 6 milyon sperm bulunur. Diğer pek çok canlıdaki üreme hücrelerinin aksine erkek arıların spermleri kraliçenin vücudunda bozulmadan senelerce muhafaza edilebilecek bir yapıya sahiptir.

Spermler kraliçe arının vücudunda biriktirilir. Ancak spermler yumurtlama sırasında kendileri gidip de dölleme yapamazlar. Yumurtaların döllenmesini her aşamasında kontrol eden kraliçedir. Kraliçe arı bu keseden kendi isteğine göre sperm bırakarak döllenmeyi düzenler. 


Yılda Bir Milyon Yumurta...


Kraliçe arı çiftleşme işleminden yaklaşık 2-3 gün sonra, işçi arılar tarafından hazırlanmış olan hücrelere yumurta bırakmaya başlar. İlkbahar başlangıcından sonbahar ortalarına kadar süren yumurtlama işlemini, kraliçe arı hayatının sonuna kadar hiç durmadan devam ettirir .

Bir kraliçe yumurtlama dönemi boyunca, günde 1500-2000 yumurta yumurtlar. Bu sayı gerekli olan hallerde 3000'e kadar çıkabilmektedir. Kraliçenin yumurtlama süratinin ortalaması alınacak olunursa her dakikaya bir yumurta isabet ettiği görülecektir. 

Bir yumurtlama dönemi boyunca, tek bir kraliçe arının 500 bin ile 1 milyon arasında yumurta bıraktığı tespit edilmiştir. Kraliçenin ömrü dikkate alındığında bu, tek bir kraliçe arının milyonlarca yumurta bırakması demektir. Bundan başka kraliçe arının bir gün boyunca bıraktığı yumurtaların toplam ağırlığı kraliçenin kendi vücut ağırlığına eşittir. 

Kraliçe arı yumurtlayacağı zaman, ilk olarak başını petek hücresinin içine sokar ve hücreyi kontrol eder. Hücrenin boş olduğuna ve yumurtayı bırakması için uygun özelliklere sahip olduğuna kanaat getirdikten sonra vücudunun arka kısmını hücrenin içine doğru sarkıtır. Daha sonra uzun yumurtasını hücrenin dibine dikkatli bir şekilde bırakır. Yumurtlama işlemi biter bitmez de hemen başka hücrelere doğru yönelir. Bu işlemleri kraliçe arı günde en az 1500 defa tekrarlar. Yaptığı işlemin yoruculuğuna rağmen aynı titizliği ve dikkati istisnasız her yumurta bırakışında gösterir.



Kraliçe, Diğer Arıların Cinsiyetlerini Nasıl Belirler?


 Kraliçe, cinsiyet denetimini spermlerin muhafaza edildiği kesenin ağzını açıp kapayarak sağlar. Bu kese ince bir kanal aracılığıyla yumurtlama borusu ile birleşir. Kraliçe, dişi bir yumurta yumurtalamak istediği zaman, kaslarını bükerek yumurta geçit kanalına bağlı olan kesecikte depolanmış spermlerden çok az miktarını tüpe doğru çeker ve orada yumurta ile buluşup döllenmeyi sağlar. Kraliçe yumurtlayacağı sırada bu keseden bir tane de sperma çıkarırsa yumurta döllenir. Eğer keseden sperma çıkarmazsa yumurta döllenmemiş olur. Kraliçenin denetiminde olan bu işlem neticesinde kraliçenin döllendirdiği yumurtalardan dişi arılar, döllendirmediği yumurtalardan ise yalnızca erkek arılar çıkar. 

Kraliçe arının nasıl olup da böyle bir sisteme sahip olduğunu ve cinsiyeti neye göre belirlediğini araştıran bilim adamları son derece şaşırtıcı sonuçlarla karşılaşmışlardır. Buna göre cinsiyet belirleme işleminde, kraliçe arının yumurtalar üzerindeki denetimine rağmen gerçekte yumurtanın cinsiyetini belirleyenler işçi arılardır. Kraliçeyi onlar yönlendirirler. Çünkü işçiler hangi tip hücre hazırladılarsa kraliçe arı ona uygun bir yumurtlama gerçekleştirir. Eğer kraliçenin yumurtlamak için başına geldiği hücre 5.2 mm.lik standart bir dişi hücresiyse, kraliçe döllenmeyi gerçekleştirip buraya içinden dişi arı çıkacak yumurtayı bırakır. Eğer kraliçe dişilerinkine göre 1 mm. daha büyük olarak inşa edilen hücrelere rastlarsa buralara döllendirmeye tabi tutmadığı yumurtalarını bırakır. Diğer bir deyişle, işçiler kaç tane erkek arı odası inşa ederlerse kraliçe balarısı da o kadar erkek arı yumurtası bırakır. 

Hücrelerin sayısını ayarlayanlar da işçi arılardır. Kovandaki ihtiyaca göre ne kadar işçi, ne kadar erkek hücresi gerektiğine ya da kovan içinde bala veya polene ne kadar yer ayrılacağına işçi arılar karar verirler.



Kraliçenin Otorite Salgısı


Normal şartlar altında işçiler kraliçe hücresi inşa etmez. Kovandaki kraliçenin varlığı bunu engeller. Yalnız istisnai durumlarda bu değişir. İşçilerin başlarında bir kraliçe varken hangi sebeple yeni bir kraliçe hücresi hazırlama ihtiyacını duyduklarını anlamak için kraliçe salgısının incelenmesinde fayda vardır.

Kovandaki işçi arıların tümü dişidir, buna rağmen üreme organları gelişmediği için kraliçe gibi yumurtlayamazlar. Bu ilginç durumun nedeni uzun yıllar bilim adamları için bir merak konusu olmuştur. Daha önce larva dönemindeki beslenme farklılığı nedeniyle dişi larvaların kraliçe veya işçi olarak dünyaya geldiğinden söz etmiştik. Aslında ilk doğduklarında işçi arıların da üreme organları vardır. Ama bunlar bir türlü gelişip yumurtlamaya elverişli hale gelemezler. Bunun sebebini araştıran bilim adamları sonunda aradıkları cevabı bulmuşlardır.

Cevap, kraliçenin salgıladığı bir sıvıda gizlidir. Bu sıvının özelliği bir yandan kraliçenin hayatta ve sağlıklı olduğunu diğer arılara bildirirken, diğer taraftan da kolonideki tüm dişileri kısırlaştırmasıdır. Koloni fertlerinin birbirini tanımasını sağlayan da yine bu salgıdır. Kraliçenin alt çene bezlerinden çıkan ve sütü andıran bu salgının formülü şöyledir: 

Salgının arılar üzerindeki başka bir etkisi de; kovan içinde bu madde bulunduğu müddetçe işçi arıların kraliçe hücresi hazırlamamalarıdır. 

Kovandaki disiplini sağlayan bu maddedir. Bu nedenle kovan içindeki işlerin tam yürümesi için kraliçe arının her gün kovandaki arıların tümüne yetecek kadar salgı üretmesi gerekmektedir. Bu miktarın arı başına ortalama 0.1 mg olduğu tespit edilmiştir. Kraliçenin yaydığı bu kokunun (kraliçe kokusu) kovan içindeki bütün arılara yayılması gerekmektedir. Kraliçe kovandaki düzenin sağlayıcısıdır ama elbette ki on binlerce arının her biriyle tek tek ilgilenmesi mümkün değildir. 

Kraliçe kokusunun kovanda yayılması kraliçenin sürekli olarak etrafında bulunan ve bakımını sağlayan bir düzine kadar arı aracılığıyla olur. Bunlar sıvıyı kraliçenin vücudundan yalayarak alır ve yiyecek transferi sırasında bu kokuyu başka arılara bulaştırırlar. Bilindiği gibi arıların besin aktarımı ağız yoluyla olur. İşte bu besin aktarımları sırasında kraliçenin salgıladığı koku da hızla koloni üyeleri arasında dağıtılmış olur. Bu sayede her kovan için farklı olacak şekilde kovandaki arı kolonisinin tüm bireylerine sinmiş olan ortak bir koku oluşur.

Salgıda oluşacak herhangi bir azalma işçi arıları harekete geçirir. Çünkü kraliçe salgısının azalması, kraliçenin yaşlandığının veya koloninin çok fazla büyüdüğünün işareti sayılır. Her iki durumda da işçi arıların almaları gereken bazı önlemler vardır.  



Kraliçe Arı Yaşlanınca...


Kraliçe arının yaşı ilerledikçe gücü de zayıflar ve bunun sonuçları kovan içinde görülmeye başlar. Örneğin kraliçenin yumurtlaması yavaşlar ve en önemlisi salgıladığı özel sıvı azalır. Bu belirtiler işçi arılar için de bir işarettir. Bilindiği gibi işçi arıları yeni kraliçe yetiştirmekten alıkoyan  kraliçenin salgıladığı bu sıvıdır. Bunun azalmasıyla birlikte işçiler hemen yeni kraliçe hücreleri inşa etmeye başlar ve yeni kraliçeler yetiştirmek için harekete geçerler. Kovandaki şartlar normal seyrinde ilerlediği sürece bir arı topluluğunun beklenmedik bir anda kraliçesiz kalması söz konusu değildir. Çünkü şartlar aniden değişip de koloninin kraliçesiz kalma tehlikesi ortaya çıktığında, işçi arılar hemen var olan larvalardan birkaç tanesini kraliçe besini ile beslemeye başlarlar. 

Burada yine son derece önemli bir nokta vardır. Daha önce belirttiğimiz gibi kraliçe arı olarak yetiştirilen larvaların hücreleri normal şartlarda diğerlerine oranla daha geniş hazırlanır. Oysa ani durumlarda kraliçe arı olarak yetiştirilmek zorunda kalınan larvaları daha büyük boyutlarda bir hücreye taşımak gibi bir imkan yoktur. Bu arıların hücreleri normal boyutlardadır. Aslında bu, yeni yetiştirilen kraliçelerin gelişiminde problem yaratabilecek bir durumdur. Ama arılar açısından bu bir sorun oluşturmaz. 

İşçi arılar ani durumlarda kraliçe olarak yetiştirilmek üzere seçilmiş olan larvaların bulundukları hücrelerin çevresindeki diğer hücreleri yırtmaya başlarlar. Amaçları normal hücreleri genişleterek kraliçe hücresi haline getirmektir. Her yeni kraliçe hücresi için birkaç tane işçi hücresi bozulur. Tabi bu arada bu hücrelerdeki larvalar da ölürler. 

Ancak bu kaybın kovan açısından bir önemi yoktur, çünkü işçi arıların bu hareketi tüm bir arı kolonisinin devamının sağlanması bakımından gereklidir. Arılar birkaç işçi arı yerine bir kraliçe arı adayının yaşamasını tercih ederler. Kraliçe hücresinin bu şekilde hazırlanmasından sonra, yeni kraliçe adayları, işçiler tarafından arı sütü ile beslenecektir. 

Özel olarak yetiştirilen kraliçe, bir süre sonra hücresinden çıkar ve rakiplerini yok etme işlemlerine başlar.


Alıntıdır.

Hafta Sonu


Hafta sonu tatili kavramı Müslümanlarda yoktur. Cuma günü diğer günlerden ‘faziletli’ sayılmasına karşın tatil nedeni sayılmamış ve cemaat camiden çıkana kadar çalışmamakla yetinilip tatil yapılmamıştır. Cuma namazı süresince çalışılmamasının da ibadetle elde edilen menfaatle telafi edildiği belirtilmiştir. Osmanlı devlet daireleri Tanzimat’a doğru çoğalıp, yaygınlaşıp geliştiğinde, Cuma günleri tatil edilmediğinden memurların Cuma namazından alıkonulmamaları için dairelerde mescit yapılmaya başlanmıştı. Bu uygulamayı ilk defa Maliye Nazırı unvanını alan şıkk-ı evvel defterdarı Nafiz Paşa 1837/38 yılında başlatmış, açılan mescidin masrafı da Paşanın hâzineye bağışladığı iki yüz elli bin kuruşun faizinden ödenmiştir.


Hafta tatili anlayışını benimseyen ilk kurum medreselerdir. Medreselerde tatil günü Salıydı. Salı günü isteyenler koltuk dersi denilen ek derslere girebilse de, bugün kütüphanelerde çalışma, çamaşır yıkama gibi özel ihtiyaçlara ayrılırdı. Eğitim tarihi araştırmacısı Osman Nuri Ergin’e göre Salı gününün tatil kabul edilmesi Salı’nın uğursuzluğu konusunda Rumlardan Türklere geçmiş bir inanışı kuvvetlendirmişti. Rumlar İstanbul’un Salı günü fethedilmiş olması nedeniyle bu günü uğursuz saydıkları gibi, Müslümanlar da Salı günü bir işe başlamaz, sefere çıkmazlardı. Halk arasındaki haftanın günleri tekerlemesinde “Salı sallanır gezer” deyişi de bu tatili anlatmaktadır.


Ancak hafta tatilinin 1730’larda Perşembe günü olarak benimsendiği, devlet daireleri ile birlikte yeni usûl okullarda da bu gün tatil yapıldığı veya Cuma tatilinin 1826 yılından itibaren uygulanmaya başlandığını bildiren kaynaklar da vardır. Tatil günlerinin devlet dairelerine göre özellik gösterdiği, Babıâli’de Cuma dışında, toplantı günleri olan Pazar ve Perşembeleri de memurların tatil yapması, yaz aylarında gayri resmi de olsa yalnız iki gün mesai yapılmasından anlaşılmaktadır. Örneğin, Meşrutiyet’in ilanından sonra Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında Cuma ve Pazar günleri resmen tatil günü kabul edilmişse de, bu karar yalnızca bir yıl uygulanabilmiştir.


1924 yılında Cuma günü resmen tatil yapıldı; 1935’te Cumartesi günü saat 13’ten başlayıp Pazartesi sabahına kadar devam eden hafta sonu tatili yasallaştı. Bu dönemde tatil yapmayanlara, yani dükkânlarını kapatmayanlara ceza da uygulanıyordu. 11 Haziran 1974’de memurların hafta sonu tatiline Cumartesi de dahil edilerek tatil iki güne çıkarıldı. İşçilere ücretli hafta tatili hakkının tanınması ise 9 Ağustos 1951 ’de çıkan yasayla kabul edildi.


Yahudilerin Sept günü, Hıristiyanların Pazar gününden farklılaşan hafta sonu kavramı İngiltere’de icat edildi. Dakiklik kavramının 1770’lerde doğduğu bu ülkede 1840’lardan itibaren işçilerin meyhane yaşamına müdahale edilmeye başlandı, orta sınıf değerlerin savunulduğu yaşam standardı içinde tüketim anlayışı ve buna bağlı olarak hafta sonu gezme ve eğlenceleri özendirildi. Hafta sonu Fransa’ya 1906’da girdi.


Büyük şehirlerde ve orta sınıf aileler için hafta sonu, öğrencilerin ödev ve sınavlarla, çalışan kadınların temizlik ve çamaşırla, erkeklerin araba yıkamakla uğraştığı, boş zaman sorununun doğduğu, eve ‘kapalı’ bir gün oldu. Şehir dışında süpermarketler açılana kadar alışverişin ‘tadı’na tam olarak varamayan bu sınıf dışında da hafta sonu, artık sair günlerden farklıdır. Ahmet Haşim, Cuma günü tatilken 1928’de, hafta sonunu şöyle anlatır: “Güneşin batacağı ve beni Cumadan kurtaracağı saate kadar geçireceğim zaman, gözüme, ayaklarımla çıkacağım sarp bir dağ tepesi gibi göründü (...) Cuma günü! Ölüm günü! Zevkin nerede?” (Bize Göre, 1928).



Kudret Emiroğlu’nun

GÜNDELİK HAYATIMIZIN TARİHİ

kitabından alıntılanmıştır.


Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak