5 Mart 2022 Cumartesi

Bizans İmparatorluğu

 



Barbar işgalciler Batı Roma'yı kasıp kavururken Doğu Roma imparatorluğu ve şimdiki adı istanbul olan başkentleri Konstantinopol gelişimini sürdürüyordu. ilk imparatoru Konstantine (324-337 yılları arasında hüküm  sürdü) dini hoşgörüyü  desteklemiş ve Hıristiyanlığı Doğu Roma imparatorluğu'nun resmi dini haline getirmişti.

Avrupa ile Asya'yı birbirine bağlayan Konstantinopol , bu iki kıta ve daha öteleri arasında önemli bir ticaret merkezi haline gelmişti. Bu durum şehrin zenginleşmesini sağladı. Şehir gösterişli sanatı ve mimarisi ile büyük bir ün kazandı. Binalarını hazineler süslüyordu. Edebiyattan hukuka kadar Yunan ve Roma kültürünün önemli unsurlarını muhafaza etmişlerdi. Hıristiyanlık ise Bizans hayatının merkezinde yer alıyordu.

imparatorlar II.  Theodosius  (408-450)  ve  Anastasius  (491-518) başkentin savunmasını ve ekonomisini geliştirmek için büyük kuleler ve kuvvetlendirilmiş duvarlar inşa ettirdiler. 527 yılından itibaren I. Justinian başkentin büyük bir bölümünü yeniden inşa ettirdi. Doğu ve Batı'yı Hıristiyan kimliği altında birleştirmeye niyetlenen Justinian, Kuzey Afrika ve italya'nın bazı bölgelerini fethederek imparatorluğun sınırlarını genişletti. Roma hukukundan derlemeler yaptırdı. 565 yılında Justinian öldüğü sırada Bizans imparatorluğu ispanya'dan iran'a kadar yayılmıştı.

7. yüzyılda Müslüman Arap güçleri Ortadoğu, Kuzey Afrika ve ispanya'ya seferler düzenlemeye başladılar. 674-678 yılları arasında Konstantinopol'u karadan ve denizden kuşatmalarına   rağmen   şehri ele geçirmeyi başaramadılar. 8. ve 9. yüzyıllarda özellikle kutsal simgelere saygı ile ilgili tartışmalardan kaynaklanan dini bölünmeler imparatorluğu zayıflattı. Konstantinopol ve Roma arasındaki teolojik farklar 1054 yılında Doğu-Batı bölünmesine neden oldu. Bizans imparatorluğu , Konstantinopol 1453 yılında Osmanlı imparatorluğu tarafından fethedilince tamamen çökmüş oldu.


4 Mart 2022 Cuma

Hadis-i Şerif

 Abdullâh (r.a.) dedi ki:

Peygamber (s.a.s.), yere bir dörtgen çizdi. Dörtgenin ortasına, onu bir kenarından keserek dışarı çıkan bir çizgi çekti. Ortadaki bu çizginin iki yanından ona doğru birtakım küçük çizgiler daha çizdi. Sonra çizgileri göstererek şöyle buyurdu:

“Şu insan, şu da onu kuşatan (veya “kuşatmış olan”) ecelidir. Dörtgeni keserek dışarı çıkan, insanın arzularıdır. Ortadaki çizgiye yönelik küçük çizgiler, dert ve ıstıraplardır. insan, bu dertlerin birinden kurtulsa, öteki gelip çarpar. Şundan kurtulsa, beriki gelip yakalar.”

(Buhârî, Rikak, 4, VII, 171; Tirmizî, Kıyamet, 22, IV, 635)


Melikşah Türbesi / Kemah / Erzincan

 


Gılgamış Destanı II. Bölüm

 


(Enkidu ve Gılgamış kavga ederler ve dost olurlar.)


Rahibe şöyle dedi: "Enkidu şimdi sana baktığımda, gök-tanrılanndan biri gibi akıllandığını görebiliyorum. Neden hâlâ vahşi hayvanlarla birlikte yeşil ovada başıboş bir şekilde dolaşmak istiyorsun? Bu vahşi topraklan çobanlara ve avcılara bırak ve benimle gel. Seni sağlam surları olan Uruk kentinde, pazar yerine ve An ile îştar'ın kutsal tapınağına götüreyim. Uruk'ta güçlü kral Gılgamış'ı göreceksin. O, çok büyük ve kahramanca işler yaptı, ama kent halkını tıpkı vahşi bir boğa gibi yönetiyor. Onu da tıpkı kendini sevdiğin gibi seveceksin."


Enkidu'nun yüreği bir arkadaş özlemiyle doluydu ve şöyle dedi: "Önerini kabul ediyorum. Ben güçlü kral Gılgamış'ın halkını vahşi bir boğa gibi yönettiği Uruk kentine götür. Onunla cesur bir şekilde konuşabilir ve ona güreşte meydan okuyabilirim. 'Ben daha güçlüyüm. Ben yeşilliklerle kaplı ovada doğdum, gücüm olağanüstüdür diye bağırabilirim."


"öyleyse gel Enkidu" diye yanıt verdi kadın. "Vahşi tavırlarından vazgeçmek ve insanlar arasında bir insan gibi yaşamak için hazırlanmalısın. Diğer insanlanrı yediğini yemeyi, giydiğini giymeyi ve yerde yatmak yerine bir yatakta uyumayı öğrenmelisin."


Kadın pelerinini omuzlarına yerleştirerek Enkidu'nun elinden tuttu ve bir annenin çocuğunu götürdüğü gibi onu çobanın yakınlardaki kulübesine götürdü. Bir grup çoban hemen çevrelerine toplandı ve onlara ekmek ve biralarından ikram ettiler. Ancak Enkidu, çobanlann kendileri gibi yiyip içmesini beklediklerini görünce sadece utanarak onlara baktı ve alışık olmadığı yiyecek ve içecekler karşısında kusacak gibi oldu. Vahşi hayvanlardan süt emdiği ve ekmekle biranın yabancı görünüşleri ve kokusu onu iğrendirdiği için bir türlü bu yiyeceklerin tadına bakamadı.

Bunun üzerine rahibe; "Bu ekmek insanlar için değerli bir besindir, yemelisin; bu güçlü içki ülkede bir gelenektir, içmelisin!" dedi.


Enkidu rahibenin öğüdüne uydu ve ekmeği yiyip içkiyi içince mutlu oldu. Sonra saçlannı kesti, gövdesini yağladı, geleneksel insan kıyafetlerini giydi. Gerçekten bir insan olmuştu ve genç bir soylu gibi görünüyordu. "Uruk'a gitmeden önce" dedi, "geceleri çobanlann huzur içinde olmaları için, silahımı kurt ve aslanlan öldürmek için kullanacağım."


Enkidu çobanlann yaşamını kolaylaştırmak için yapması gerekeni yaptıktan sonra, rahibe ile birlikte üç günlük yolculuklarına başladılar. Kadın ona "Uruk kentini seveceksin, insanları sanki her gün bayrammış gibi festival kıyafetleri giyerler. Genç erkekler güçlü ve atletik, genç kadınlar güzel kokular içinde ve çok çekicidirler."


"Sana Gılgamış'ı gösteririm" diye devam etti; "gerçi sen de onu görünce tanıyabilirsin. O da senin gibi, yaşamayı çok sever, insanlığı ışık saçar ve baştan aşağı tüm görünüşü onun gücünü ortaya koyar. Her gün ve her gece çok hareketli bir yaşam sürdüğü için senden çok daha güçlüdür. Dinleniyorsa bile bundan kimsenin haberi olmaz."


"Enkidu, kibrine engel olmalısın" diye uyardı rahibe: "Gılgamış'a karşı haddini bil. Güneş tanrısı Şamaş onu sever. Gökteki tanrıları yöneten Anu ve Enlil, akıl tanrısı Ea onu çok akıllı yapmışlardır. Kente gelmeden önce bile Gılgamış, seni rüyalarında göreceği için geleceğinden haberi olacak ve bekleyecektir."


Bu arada Gılgamış, sevgili bilge annesi tanrıça Ninsun'un yanına gitmiş, ona anlamını açıklaması için rüyalannı anlatıyordu. "Anne" diye başladı, "geçen gece rüyamda çok güzel bir akşamda soylular arasında yürüdüğümü gördüm. Göklerdeki yıldızlar üzerimde parıldarken, tıpkı Anu'nun şeklinde bir yıldız gökten kaydı. Tam ayağımın dibine düşen bu yıldız gibi varlık yolumu kapattı."

"Onu kaldırmayı denediğimde" diye devam etti Gılgamış, "çok ağır olduğunu gördüm. Onu itmeyi denedim. Fakat yerinden oynatamadım. Bu yıldıza benzer canlı, kentimizin tam ortasında, yenilmez bir şekilde ayakta duruyordu. Uruk halkı evlerinden fırladılar, onun çevresinde toplandılar. Bu arada arkadaşlarım ve soylular onun ayaklarını öptüler. Bu yıldıza benzer canlıya çok şaşırdım, ama sevmiştim. Taşıma kayışımı alnıma koydum ve arkadaşlarımın da yardımıyla onu sırtımda kaldırmayı ve sana getirmeyi başardım. Buna karşılık onu senin ayaklarına serdiğimde sen onu benimle savaştırdın."


Ninsun yanıt verdi: "Tıpkı Anu'ya benzeyen, aniden önüne inen, kaldırmayı ve itmeyi başaramadığın, sevdiğin, ayaklarıma getirdiğin ve seninle savaştırdığım bu göksel yıldız, aslında tıpkı senin gibi Enkidu adında bir insan. Yeşilliklerle dolu bir ovada doğdu ve onu vahşi yaratıklar yetiştirdi. Enkidu Uruk'a gelince onunla görüşecek ve ona sarılacaksın, sonra soylular onun ayağını öpecekler. En sonunda onu bana getireceksin."


"Enkidu senin en sevgili arkadaşın olacağı için kalbin neşeyle dolacak" diye devam etti Gılgamış'm annesi. "Göklerin tanrısı Anu'nun gücünde ve ülkenin en güçlü erkeğidir. O, gerektiği zaman arkadaşına yardım edecek bir dosttur. Rüyanda onu sevmiş olman, onun her zaman senin en sevgili arkadaşın olacağı anlamına geliyor. İşte rüyanın anlamı budur."


Sonra Gılgamış şunları söyledi: "Anne tekrar yattığımda bir başka rüya gördüm. Bu kez sağlam surlu kentimiz Uruk'un ortasında garip şekilli bir balta duruyordu ve bütün insanlar onun çevresinde toplanmışlardı. Onu görür görmez sevdim, bu yüzden onu yerden aldım ve sana getirdim. Ama onu senin ayaklarının dibine koyduğumda, sen onu benimle savaştırdın."


Bilge annesi şöyle yanıt verdi: "İkinci rüyan da ilkiyle aynı anlamı taşıyor. Balta, göklerin Anu'sunun gücüne sahip kahraman Enkidu'yu simgeliyor. Uruk’a geldiği zaman senin arkadaşın ve en sevgili dostun olacak."


Bunun üzerine Gılgamış, "Öyle anlaşılıyor ki, Enlil'in elleriyle bana sevgili bir arkadaş ve danışman geliyor; buıuı karşılık ben de onun sevgili arkadaşı ve danışmanı olacağım" dedi.



Enkidu ve rahibe, kente iyice yaklaşmışken yanlarına onlarla konuşmak istermiş gibi görünen yabancı bir adam yaklaştı.


"Lütfen o adamı bana getir" dedi Enkidu kadına, "adını Öğrenmek ve neden geldiğini bilmek istiyorum."


Yabancı, Enkidu'ya şunları söyledi: "Kralımız Gılgamış kendini hiçbir şekilde kısıtlamaksızın yaşıyor. Başkalarının haklarını ve ülkemizin geleneklerini düşünmeden, canı ne isterse yapabilme hakkına sahip olduğunu düşünüyor. Gökteki tanrılar meclisi, Uruk kralı olarak ona, bir gelinin evlendiği ilk gece onunla yatması hakkını verdiler. Ancak Gılgamış bu önceliği kötüye kullandı ve genişletti. Bu yüzden kentimizin insanları ondan korkuyor ve ona kızıyorlar."


Enkidu bunu duyunca yüzü kızgınlıktan bembeyaz oldu. Kendi kendine "Uruk halkını vahşi bir boğa gibi yöneten bu kralı gördüğüm zaman, ona olması gereken yerini ve diğer insanların haklarına ve isteklerine karşı saygı göstermeyi öğreteceğim" dedi.


Az sonra Enkidu, hemen arkasından gelen kadınla birlikte güçlü duvarlı Uruk kentine girdi. Pazar yerinde dururken, Uruk halkı derhal bu kahraman görünüşlü yabancının çevresinde toplandı ve yolunu kesti.


"Neden bu adam tıpkı kralımıza benziyor!" diye bağırdılar. "Bakın yapısına, nasıl da onunki gibi! Onun kadar uzun değil, ama kemikleri daha güçlü görünüyor. Vahşi yaratıkların sütü ona olağanüstü güç vermiş. Kesinlikle ülkemizdeki en güçlü adam! Şimdi Uruk'ta silah yarışmasındaki silahların sesleri yankılanacak!"


Soylular neşelendiler, "Kentimizde büyük kralımızın dengi tanrısal bir kahraman ortaya çıktı! Tanrısal Gılgamış şimdi dengine rastladı" dediler.

O gece Gılgamış, Anu ve İştar tapınağına doğru yürürken, iki büyük insan kentteki pazar yerinde karşılaştılar. Kral tapınağa doğru yaklaşırken Enkidu geçitin ortasında durdu. Gücünü topladı ve Gılgamış'ın kapıdan geçmesine engel olmak için ayağını dışarıya çıkarttı. Şaşırmış ve kızmış bir halde Gılgamış, bu küstah yabancıyla güreşmeye başladı. İki dev uzun bir süre, iki boğa gibi dövüştüler. Kapı çerçeve parçaladılar ve duvarı sarstılar.

Sonunda Gılgamış dizini toprağa koydu ve Enkidu'dan başka tarafa döndü. Bu küstah yabancının muhtemelen rüyalarındaki Enkidu olduğunu fark edince, aniden öfkesi kayboldu. Gılgamış Enkidu’da gerçekten kendisinin eşdeğerini bulmuştu ve rüyaları doğru çıkıyordu.


Gılgamış'ın başka tarafa yöneldiğini görünce, Enkidu büyük bir saygıyla "Enlil'in kral yaptığı Gılgamış, selam sana! Annen tanrıça Ninsun, çok büyük bir oğul doğurmuş. Yönettiğin insanlardan çok üstünsün!"


Sonra iki adam kucaklaştılar ve çok yakın iki arkadaş oldular.


Gazneliler

 



977 yılında eski bir Türk kölesi olan Sebüktekin Gazne'de hakimiyeti eline geçirdi (Burası bugünkü Afganistan'daki Gazni sınırları içerisinde yer alır). Gazni o dönemde iran'da bulunan Samani imparatorluğu'nun kontrolü altındaydı. Sebüktekin daha  sonra Samani egemenliğini reddetti. Oğlu ile birlikte hakimiyeti altındaki bölgenin sınırlarını bugünkü Afganistan'ın neredeyse tamamını kapsayacak şekilde yaygınlaştırdı.

998 yılında Sebüktekin'in büyük oğlu büyük Gazneli Mahmut daha da uzak bölgeleri fethetmeye girişti. Pers şehirleri Rey ve Ramadan'ı ele geçirdi. Ülkesinin sınırlarını batıda Hazar Denizi'nden doğuda Kuzey Hindistan'a kadar genişletti. Gazneli Mahmut Hindistan'a çok sayıda sefer yapmıştı. Hindistan'daki sarayları ve tapınakları yağmaladı. Çok sayıda insanı katletti (Bir seferde yaklaşık 50.000 Hindu'yu öldürmüştü). Yağmalanan mallarla Gazne şehri  hızla zenginleşti. Aynı dönem içinde bulunanlar bu şehrin süslü binalarına, kütüphanelerine ve gösterişli saraylarına hayranlıkla baktılar.

Gazne, İslami bir hanedanlıktı. Fethettikleri yerlere, Hindistan dahil, İslam'ı taşıdılar.

Gazneli Mahmut'un 1030 yılında ölümünün ardından devlet parçalanmaya başladı. Özellikle Selçukluların gelişmesi bu süreçte çok etkili olmuştu. imparatorluk  küçülürken Gazneliler başkentlerini Pencap'taki Lahor'a taşıdılar. Kuzeybatı Hindistan'daki varlıkları Gurlulara kadar  devam  etti  (Orta Afganistan'dan gelen Müslüman bir hanedan) . Gurlular 1186 yılında Lahor'u ele geçirdi ve Gazne şehrini yakıp kül ettiler.


3 Mart 2022 Perşembe

ALP ER TUNGA (TONGA) DESTANI

 

Türk tarihinin ilk destanıdır. Kahramanı Alp Er Tonga isimli büyük bir Türk ve Turan hükümdarıdır. Alp Er Tunga, M.Ö. 7. yüzyıldaki Türk-İran Savaşları'nda ün kazanmış, iran ordularını defalarca mağlup etmiş, sonunda İran hükümdarı  Keyhüsrev tarafından  hileyle öldürülmüştür. Onun ölümünden sonra da Saka Devleti eski büyüklüğünü kaybetmiştir. Bu kahraman hakkında Türkler arasında söylenen destanlar, zamanımıza kadar ulaşmamış olmakla birlikte, daha sonra devlet kurmuş Türk ailelerinin Alp Er Tunga'yı en eski ataları diye tanıdıklarını gösteren tarih kayıtları vardır.

Alp Er Tunga Destanı, Yaradılış Destanı'ndan sonra bilinen ilk büyük ve milli  Türk destanıdır.  Fakat bu destan  kesin  bilgilere sahip olduğumuz   söylenemez.   Türk  boyları  arasında  söylenegelen bu destan, zaman içinde tesirini kaybetmiş, özellikle Oğuz Kağan Destanı'nın etkisiyle unutulmaya bile başlanmıştır. Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divanı Lügat-it Türk'tür. On birinci  yüzyılda  Kaşgarlı  Mahmut  tarafından  yazılan bu eserde, destanın büyük bir ihtimalle son kısımlarına ait bir ağıt (sagu) yazılı olarak verilmektedir.



"Bu Türk beğlerinde atı belgülük 

Tunga Alp Er idi katı belgülük 

Bedük bilgi birle öküş erdemi 

Biliglig ukuşlug budun ködremi 

Tacikler ayur anı Afrasyab

Bu Afrasyap tutdı iller talab:'



Alp Er Tunga, Türk beyleri içinde adı ve kutsallığı bilinen ve tanınan  bir  yiğitti;  geniş  bilgisinin  yanında  sayılamayacak  kadar çok erdemi vardı:  Bilgiliydi,  anlayışlıydı,  meziyetleri  çoktu.  İranlılar  ona  Efrasiyab adını  vermişlerdi.   Efrasiyab   dünyaya  hükmetti anlamına gelen  bu  ağıttan,  Alp  Er Tunga'nın  İranlılar tarafından da çok iyi tanındığı anlaşılmaktadır. Nitekim Firdevsi de Şehname'sinde Efrasiyab'ın kahramanlıklarından söz etmektedir. Firdevsi, Şehnamesi'nde başka bir ırkın destan kahramanından bahsetmek zorunda kalmışsa o kahraman çok büyük olmalıdır. Şehname'ye göre, önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen Alp Er Tunga İran- Turan savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır. Babasının öğüdünü tutmuş ve o zaman güçlü bir ülke olan İran'a savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kolları ve göğsü aslana eş güçte ve fıl kadar güçlü bir yiğitti,  İranlıları yendi.  İran hükümdarını esir aldı. İran ülkesinde birçok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de Kabil Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er Tunga'nın elinde esir olan  İran hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü.  Alp Er Tunga'yı yendi  ama hükümdarını kurtaramadı.  Zaman  geçti.  İran  ülkesine  hükümdar  olan  Zev de öldü. Bunu  fırsat  bilen  Alp  Er Tunga İran'a bir  daha  savaş  açtı. O zamana kadar Zal da yaşlanmıştı. Kendi yerine, Alp Er Tunga'ya karşı oğlu Rüstem'i yolladı. Savaşların çoğunu Rüstem, bir kısmını Alp Er Tunga kazandı. Bu savaşlar sürüp giderken İran Hükümdarı Keykavus, oğlu Siyavuş'u ve Zaloğlu Rüstem'i gücendirmişti. Gücenmenin  sonucu olarak Şehzade  Siyavuş kaçıp Alp Er Tunga'ya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hatta Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu. Keyhüsrev büyüyünce, İranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev, Zaloğlu Rüstem'i hoş tutup gönlünü aldı ve Alp Er Tunga'nın üzerine gönderdi. Yine birçok savaşlar oldu.  Çoğunda Alp Er Tunga yenildi.  Ve  en  sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi. Orada bir mağarada tek başına yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istediyse de daha önce davranan İran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe vuruştu ama ihtiyardı, yorgundu ve tek başınaydı. Kahramanca can verdi."

Prof. Zeki Yelidi Togan'a göre M.Ö. 4. yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö.  7. yüzyılda  Orta Tiyanşan çevresinin  en güçlü devleti olarak gelişmiş bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu Türk devleti, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney Rusya'yı da içine almak üzere Doğu Avrupa'ya kadar yayılmıştır. Bir kısım tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki Sakalara İskit, Orta  Asya ve  Azerbaycan  çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. 7. yüzyılda en güçlü ve en parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun hakanıysa Alp Er Tunga'dır.

Divanı LÜgat- it Türk'te, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan (Sagu) bazı parçalar kaydedilmiştir. Alp Er Tonga'nın öldürülmesi üzerine söylenen "Sagu" şöyledir:



"Alp Er Tonga öldimu 

lssız ajun kaldıınu

 Ödlek öçin aldımu 

Emdi yürek yırtılur.


(Alp Er Tonga öldü mü 

Fena dünya kaldı mı 

Zaman öcünü aldı mı 

Şimdi yürek parçalanır.)


Ulşıp eren börleyü 

Yırtın yaka ırlayu 

Sıkrıp üni yurlayu

 Sığtap közi örtilür.


(Adamlar tıpkı kurt gibi uluyorlar 

Seslerinin bütün kuvvetiyle haykırıp 

Yakalarını yırtarak bağrışıyorlar 

Gözleri kapanıncaya kadar ağlıyorlar.)


Bardı közim yarukı 

Aldı özüm konukı 

Kanda erinç kanıkı 

Emdi adın udgarur.


( Gözüm ışığı söndü

Bununla birlikte ruhum da gitti 

Şimdi o nerelerdedir?

Beni o uykudan uyandırıyor.)



Ödlek yarağ közetti 

Oğrı tuzak uzattı

Begler begin azıttı 

Kaçsa kah kurtulur


(Zaman fırsat gözetti 

Gizli tuzağını kurdu 

Beyler beyini azıttı 

Kaçsa nasıl kurtulur?)


Konglüm için örtedi 

Yetmiş yaşığ kartadı

 Keçmiş  ödük irtedi 

Tün kün keçüp irtelür.


( Gönlüm için için yandı 

Olmuş yaranın başı açıldı 

Geçen zaman aradı

Pelek durmadan onu kovalıyor. )


İŞÇİ ARILAR

 

Kovandaki işlerin aksamamasında ve düzenin sağlanmasında en büyük etken işçi arılardır. Sayının çokluğu nedeniyle arı kovanlarında yapılması gereken çok fazla iş vardır. Yavru arıların bakımı, temizlik, beslenme, yiyecek toplama ve depolama, güvenlik gibi pek çok işten işçi arılar sorumludur. Kraliçe gibi dişi olan işçi arılar hücrelerinden çıkar çıkmaz, büyük bir hızla kovanın işlerine koyulurlar. İşçi arıların görevlerinin detaylarına geçmeden önce, yaptıkları belli başlı işler şöyle maddelendirilebilir:

1. Kovanın temizliği

2. Arı larvalarının ve yavrularının bakımı

3. Kraliçe arı ve erkek arıların beslenmesi

4. Bal yapılması

5. Peteklerin inşası ve onarım işleri

6. Kovanın havalandırılması

7. Kovanın güvenliği

8. Nektar (bal özü), polen (çiçek tozu), su, reçine gibi malzemelerin toplanması ve depolanması

On binlerce arının yaşadığı kovandaki düzen, her bireyin üzerine düşen görevleri tam olarak yerine getirmesi ile sağlanmaktadır. Peki kovanda nasıl bir düzen vardır? Arılardaki görev dağılımı nasıldır ve neye göre belirlenmektedir?

Bu soruların cevaplarını araştıran Alman böcek bilimci Gustav Rosch yaptığı bir dizi deney sonucunda, işçi arıların kovanda aldıkları görevlerin yaşlarıyla bağlantılı olduğunu keşfetmiştir. Buna göre işçi arılar hayatlarının ilk 3 haftasında birbirinden tamamen farklı görevler alırlar. Bu dönemler;

- Birinci dönem: 1. ve 2. gün

- İkinci dönem: 3-9. günler

- Üçüncü dönem: 10-16. günler

- Dördüncü dönem: 17-20. günler

- Beşinci dönem: 21. gün ve sonrası olarak gruplanabilir. 

Gerçekte arıların görevlerinin belirlenmesinde sadece yaş etken değildir. Her arının belli sorumlulukları olmasına rağmen acil durumlarda arılar hemen görevlerinde değişiklik yapabilirler. Bu, arı kovanı gibi kalabalık bir topluluk için son derece önemli bir avantajdır. Eğer arılar arasındaki görev dağılımı katı kurallara bağlı olsaydı, beklenmeyen bir olayla karşılaşıldığında koloni zor durumda kalabilirdi. Örneğin kovana büyük bir saldırı olduğunda sadece gardiyan arılar savaşa katılsalardı, diğerleri kendi işlerine devam etselerdi elbette ki bu kovan açısından tehlikeli olurdu. Oysa böyle bir durumda koloninin büyük bir bölümü savunmaya katılır ve öncelikle kovan güvenli hale getirilir. 


İşçi Arıların Hayatlarındaki Önemli Dönemler


Birinci Dönem: Kuluçka Temizleyicisi Arılar


İşçi arılar dünyaya gözlerini açar açmaz şaşırtıcı bir şekilde kovan içindeki işlere destek olmaya başlarlar. Onlara yapacakları işi öğreten, yol gösteren eğitmenler bulunmaz. Yumurtadan ilk çıktıkları andan itibaren bilinçli bir şekilde hareket ederler. Her arının görevi bellidir. Hiçbir karışıklık çıkmadan, on binlerce arı tam bir uyum içinde hareket eder ve kovandaki düzeni kısa bir süre içinde sağlar. 

Bir işçi arının kovandaki ilk görevi temizliktir. Pupadan çıkan arı hemen temizliğe başlar. Öncelikle kendi hücresinden başlayarak ilk iki gün boyunca kuluçka hücrelerini temizler. Kraliçe arı sürekli yumurtladığı için yeni hücrelere ihtiyaç vardır. Bu nedenle boşalan hücrelerin hemen temizlenerek yeni yumurtalar için hazırlanması gerekmektedir. İşçi arı temizleyeceği hücrenin içine girer bazen dakikalarca içeride kalır. Bütün hücre duvarlarını yalayarak özenle temizler. İşçi arılar kovandaki ilk iki günlerini temizlik dışında kovanı tanımak için içeride dolaşarak da geçirirler. Yaşamlarının daha sonraki bölümlerinde de işçi arılar kovanın genel temizliğinden sorumlu olacaklardır.



İkinci dönem: Larva Bakıcısı Arılar


İşçi arılar hayatlarının 3. gününden itibaren larvaları besleme işini üstlenirler. Bu konuyla ilgili her türlü detayla özenli bir şekilde ilgilenirler. 

Arı larvalarının bakımı diğer pek çok canlı türüne oranla daha fazla özen ve dikkat ister. Burada önemli olan nokta larvaların beslenme şekillerinin şartlara göre değişiklik göstermesidir. Larvanın yaşı, ileride kovan içinde ne gibi bir görevinin olacağı gibi etmenler bu beslenme üzerinde rol oynar. Dadı arılar özel bir beslenme listesine uyarak larvaların bakımını yaparlar.

Arılardaki larva bakımı, larvaların yaşlarına göre iki aşamalı olarak gerçekleşir.

1) İşçi arılar hayatlarının 3.-5. günlerini "larvalardan üç gününü doldurmuş olanları" beslemekle geçirirler. Onları, polen ve balı karıştırarak yaptıkları 'arı ekmeği' adı verilen besin ile doyururlar. 3 günlük olmayan larvalar arı ekmeğini sindiremedikleri için, onları da farklı bir yiyecekle beslerler.

2) Yumurtadan yeni çıkmış larvaların besinleri işçi arıların salgıladığı bir tür süttür. İşçi arılar gelişimlerinin 6. gününe girdiklerinde kafalarının üzerinde bulunan bir çift bez faaliyete geçer. Dadı bezi olarak adlandırılan bu organdan "arı sütü" veya "royal jelly" (kraliyet jölesi) adı verilen bir sıvı salgılanır. İşte bu sıvı 1-3 günlük arıların besinidir. Arı sütü bilim adamlarını hayretler içinde bırakan çok özel bir maddedir. Çünkü bir larvanın kraliçe veya işçi arı olması tamamen işçi arıların salgıladıkları bu maddeye bağlıdır. Bakıcılar, larvaları sadece yumurtadan çıktıkları ilk 3 gün arı sütü ile beslerler. Larva -yukarıda da belirttiğimiz gibi- daha sonra arı ekmeği verilerek beslenir. Ancak kraliçe adayı olan larvalara hiçbir zaman arı ekmeği verilmez. Kraliçelere diğer arılardan farklı olarak larva dönemi boyunca (6 gün süreyle) arı sütü verilir. 



Üçüncü Dönem: İnşaat İşçileri Görev Başında


10. günden itibaren arılar kovan dışına çıkarak çevre hakkında bilgi edinirler. Bu onların kovanı ilk terk edişleridir. Bu arada işçilerin karnındaki balmumu bezleri gelişmeye başlar ve 12. günlerinde olgunlaşarak balmumu üretecek hale gelirler. Dadı bezleri ise artık faaliyetlerini durdurmuştur. 12 günlük olan işçiler, arı yavrularını beslemeyi keserler ve birbirine eşit altıgenlerden oluşan peteğin inşaasına koyulurlar. 

Arıların kovan içinde sürekli olarak petek inşa etmeleri gerekmez. Ancak yaşadıkları yer ihtiyaçlarını karşılamadığında veya başka bir yere göç ettiklerinde yeni petekler örerler. Bunun dışında balmumunu genellikle petek tamiratında kullanırlar ki, bu iş çok fazla vakitlerini almaz. Bu dönemde arılar çok önemli üç iş daha yaparlar.

Bunlardan ikisi, dışarıdan getirilen yiyecekleri diğer arılara dağıtmak ve petek hücrelerine depolamaktır. Arılar kovana dönen nektar toplayıcılarından balı alır, bunu aç arkadaşlarına bölüştürür veya duruma göre bal odalarına depo ederler. 



Kovandaki Büyük Temizlik


İşçi arıların aynı dönemde yaptıkları üçüncü iş ise kovan temizliğidir. Temizlik, kovan sağlığı açısından çok önemlidir. Bu yaştaki arılar, hücrelerden yeni çıkan arıların geride bıraktıkları parçaları, işi biten petek kapakçıklarını, kovan içinde ölmüş olan arıların cesetlerini ve buna benzer pek çok yabancı maddeyi kovanın çıkışına sürükler ve metrelerce uçarak kovandan uzağa atarlar.

Ancak eğer kovan içinde bulunan şey taşıyamayacakları kadar büyükse bunu "propolis" adı verilen bir madde ile kaplarlar. Arılar propolisi bazı ağaçların yapışkan tomurcuklarından alt çeneleri yardımıyla kemirdikleri reçineye ağız salgılarını ekleyerek üretir. Daha sonra arka ayaklarındaki özel keselere yerleştirerek kovana taşırlar. Arı reçinası da denen propolisin özelliği içinde bakteri barınamamasıdır.

Arılar propolisin antibakteriyel özelliğinden çok isabetli bir şekilde yararlanırlar. Kovan içinde öldürdükleri ve dışarı taşıyamayacakları kadar büyük olan böcekleri propolisle kaplayarak bir nevi mumyalama işlemi yaparlar.


Propolisin Çok Yönlü Kullanımı


Arı reçinesinin (propolisin) diğer bir kullanım yeri ise kovan inşaatıdır. Arılar kovandaki çatlak ve delikleri bu maddeyle sıvarlar. Ayrıca sıcaklığın çok yüksek olduğu bazı volkanik arazilerde (İtalya'nın güneyindeki Salerno arazileri gibi) peteklerin erimemesi için, petek hammaddesi olan balmumuna reçine ekleyerek balmumunun dayanıklılığını artırdıkları da gözlenmiştir.

Kovan içinde değişik alanlarda kullanılan propolisin toplanması ve taşınması gibi konularda arılar arasında tam anlamıyla bir işbölümü vardır. Propolis taşıyan arının kovana dönüşü polen taşıyan bir arınınkinden farklıdır. Polen taşıyıcısı yükünü koymak için boş bir hücre arar. Propolis taşıyıcısı ise hemen bu maddeye ihtiyaç duyulan inşaat alanına gider ve topladığı maddeyi diğer arılara gösterir. İşçiler propolise ihtiyaç duyduklarında, taşıyıcının yanına giderler ve gereken miktarda maddeyi torbanın içinden alırlar. Hemen balmumu ile karıştırarak yapışkan bir tutkal haline getirirler ve inşaat işlemlerinde kullanırlar. Burada dikkat çekici olan nokta propolis taşıyıcısı arının inşaat işine karışmaması ve bu işle uğraşan arkadaşlarının yükünü almalarını beklemesidir. Arı kolonilerindeki her üyenin belli bir işi vardır. Herkes kendi göreviyle ilgilenir, sadece bir iş aksadığında diğer arılar aksayan işlere destek olur. Bu nedenle arı reçineyi hem toplayıp hem yamamakla veya mumyalamakla, hem de mumyaladığını dışarı taşımakla uğraşmaz. Kovandaki işçi arıların tümü bu işlerin her birini yapabilecek yeteneklere sahip olsalar da, sadece kendi işlerini en iyi şekilde yapıp, diğer işleri o konuda görevlendirilmiş arkadaşlarına bırakırlar.

İşçi arıların hayatları incelenirken unutulmaması gereken çok önemli bir nokta vardır. 5-6 haftalık yaşamları boyunca işçi arılarda gerçekleşen görev değişikliklerinin tümü vücutlarında meydana gelen değişimlere bağlıdır. Bazı bezler etkisizleşirken, yeni bezler ortaya çıkmakta ve farklı bir görev için harekete geçmektedir. Örneğin arıların petek yapma dönemlerinde balmumu bezleri gelişir, dadılık dönemlerinde ise larvalar için besin üreten bezleri gelişir. Gardiyanlık dönemleri geldiğindeyse işçi arıların vücutlarındaki salgı bezleri birdenbire zehir salgılamaya başlar. 



Dördüncü Dönem: Kovan Bekçileri


Arılar hayatlarının dördüncü dönemlerinde kovan girişinde nöbetçilik yaparlar. Vücutlarında bir değişim olur; iğne bezleri gelişir ve zehir üretmeye başlar. İşte bu dönemdeki arılar, kovan kapısında nöbet tutarak davetsiz misafirlerin içeri girmesini engellerler. Gelen her canlı -arılar bile- kapıdaki nöbetçinin kontrolünden geçerek içeri girebilir. Nöbetçi arının yerinden ayrılması durumunda ise hemen başka bir işçi arı gelir ve kovan kapısındaki nöbeti devralır. 

Bütün arılar dış görünüş olarak birbirlerine çok benzemelerine rağmen kovana giren yabancı arılar hemen teşhis edilir. Bu ayrımı arıların nasıl yaptığını araştıran bilim adamları şaşırtıcı sonuçlar elde etmişlerdir. Arıların birbirini tanımasındaki en önemli etken kovan kokusudur. Her arı kolonisinin kendine özgü, diğer kovanlardan onları ayıran bir kovan kokusu vardır. Arılar birbirlerini bu koku sayesinde ayırt ederler. Kovan kokusunu taşımayan canlılar kovan için tehlike demektir. Bu nedenle kovandan olmayan her canlı, hiç ayrım yapılmadan, kapıdaki nöbetçilerin saldırısına uğrar. 

Başka bir kovana girmeye çalışan arılar farklı kokuları nedeniyle nöbetçiler tarafından hemen teşhis edilirler ve yine nöbetçiler tarafından kovandan dışarı atılırlar ya da öldürülürler.

Yabancı bir canlı, kovan girişinde göründüğü zaman, nöbetçi arılar hemen sert tepkiler vermeye başlarlar. Kovan dışından olduğu tespit edilen davetsiz misafire karşı nöbetçiler zehirli iğnelerini kullanırlar. Nöbetçi arıların ilk hamlesinin hemen ardından genelde diğer kovan üyeleri de saldırıya katılırlar. 

Kovandaki kitlesel saldırıyı ateşleyen sinyal, yabancıya saldıran nöbetçi arının iğnesinden salgılanan kokulu bir kimyasaldır. Bazı durumlarda saldırıyı başlatan  kokuların salgılanmasının yanısıra huzursuz olan hayvandaki karakteristik duruş ve uçuş tipleri de kovandaki diğer arılar için alarm sinyali anlamına gelir. Alarm sinyallerinin yayılmasının ardından yüzlerce arı kovan kapısına birikir. Nöbetçi arıdan yayılan koku ne kadar kuvvetli olursa, arılar da o kadar heyecanlı ve savaşçı olurlar. 


İşçi Arıların Fedakarlığı


Gardiyanlık yaptıkları bu dönemde işçi arılar aslında kendi hayatlarını riske atmaktadırlar. Çünkü düşmana saldıran arı, iğnesini geri çekemediği zaman ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Balarılarının iğnesi bir kirpinin dikeni gibi küçük oklara sahiptir. Bu yapısı nedeniyle iğne birçok hayvanın etinden geri çekilemeyebilir. Nöbetçi arılar iğnelerini ancak başka bir arıyı ya da bazı hayvanları soktuklarında geri çekebilirler ve kendilerine bir zarar gelmez. Ama özellikle insanları soktuktan sonra uçmaya çalışırken arıların iğneleri soktukları yerde takılı kalır ve arının karnının arka tarafı yırtılır. Karnın yırtılmış kısmında, zehir salgısı ve onu kontrol eden sinirler vardır. İç organlarındaki bu tahribat sonucunda arı ölür. Ölen arıdan kopan salgı bezinin başka bir özelliği de, arının vücudundan ayrılmış olmasına rağmen kurbanının yarasına belli bir süre daha zehir pompalamaya devam etmesidir.

Kovanın korunması bütün koloniyi ilgilendiren önemli bir sorumluluktur. Nöbetçi arılar da bu sorumluluğu kendi hayatlarını tehlikeye atarak yerine getirirler. Kovandaki her arı, zamanı gelip de nöbetçilik görevini devraldığında aynı şekilde hareket eder ve kendi canı pahasına da olsa kovanı korur. 



Beşinci Dönem: Besin Toplayıcısı Arılar


İşçi balarılarının hayatlarının son dönemlerindeki görevleri besin toplamaktır. İhtiyaçları olan tüm besin maddelerini çiçeklerden temin ettikleri polen (çiçek tozu) ve nektar (bal özü) sayesinde karşılarlar. Polen protein yönünden zengin bir maddedir, nektar ise hem enerji kaynağıdır, hem de balın ana maddesidir. Arılar kışın besin bulamayacakları için kovanlarına bal depo ederler. Kış için ayrıca polen depo edilmez, yalnız yağmurlu havalarda kullanılmak üzere yavru arılara yetecek kadar polen biriktirilir.

Arılar çiçeklerden topladıkları poleni doğrudan doğruya kullanmaz, "arı poleni" veya "arı ekmeği" adı verilen bir maddeye dönüştürürler. Bu dönüşüm çiçeklerden toplanan polenlere nektarla birlikte bazı enzimlerin eklenmesiyle sağlanır. Elde edilen bu madde sadece beslenme için kullanılır.

Polen ve nektar toplama görevi 21 günlük işçi arılara düşmektedir. Bu aşamada artık balmumu yapmaya yarayan mum bezleri mum salgılamayı durdurur. İşçi arılar kovan dışına çıkarak yeni ve tehlikeli görevlerine başlarlar. Çiçekler arasında dolaşma görevi tehlikelidir çünkü arıların bütün düşmanları (örümcekler, yusufçuklar gibi) dışarıdadır. Aynı zamanda arılar, kovan ve yiyecek kaynağı arasında sürekli uçuş halinde oldukları için de bu görev oldukça yorucudur. Uçuş kasları yıpranan arılar kısa bir süre sonra ölürler. 

Arıların vücutları polen ve nektar toplamak için tasarlanmış özel sistemlerle donatılmıştır. Arılar, nektarı bal kesesine doldurmak için yutar. Polenler ise nektar gibi yutulmaz, kümeler halinde arıların arka bacaklarının yan taraflarına yapışık olarak açıkta kovana taşınır.



Arıların Polen Sepetleri


Arıların arka bacaklarının dış tarafı çok hafif bir çukur oluşturacak şekilde bir tasarıma sahiptir. Vücutlarının bu bölümü adeta polenleri taşımaya yarayan bir kaşık gibidir. Ayrıca bacaklarının çevresinde uzun tüyler vardır. Bu bölüme "polen kesesi" adı verilir. Arıların karınlarının  alt tarafı ise tamamen yumuşak tüylerle kaplanmıştır. Çiçekten polen toplarken bunların üzerine de çiçek tozları yapışır. İşçi arıların bacaklarındaki fırçayı andıran tüyler ise karınlarının altına yapışan çiçek tozlarını fırçalayarak, bunları polen keselerinde biriktirebilmelerine yarar. 

Besin toplayıcılığı yapma zamanı gelen bir balarısı, uçuşa çıkmadan önce enerji kazanabilmek için kursağını bir miktar bal ile doldurur. Bundan başka topladığı polenleri sepete yerleştirmek için de kursağındaki bu baldan kullanır. Polen toplayan arı çiçeğin erkek organı üstüne konduğunda, burada bulunan polenleri çenelerini ve ön ayaklarını kullanarak kazır ve onları yapışkan hale getirmek için de kursağındaki bal ile ıslatır. Arı bu işleri yaparken polenlerin bir kısmı da vücudundaki kılların arasına bulaşır. Bu nedenle arının görüntüsü kimi zaman una bulanmış gibi olur. 

Polenleri, polen kesesine fırçalama işini -bu işlem süpürme olarak da tanımlanabilir- arı uçarken yapar. Bir çiçekten başka bir çiçeğe doğru uçarken bir yandan da arka bacağında bulunan fırçasıyla vücuduna ve arka bacağına yapışmış olan polenleri biraraya toplar. Sonra aynı işlemi diğer bacağıyla da yapar. Yani arı bir sağ bir sol ayağını kullanarak polenleri toplar ve bacağının dış tarafında bulunan sepetçiğe doğru iter. Bu şekilde polenler birikir. Arı  bu işlemi sepetçik doluncaya kadar devam ettirir. En sonunda burada irice ve yoğun bir çiçek tozu topağı oluşur, artık arının polen kesesi dolmuştur. Polenlerin düşmemesi için de arı, ara sıra bacağıyla sepetçiğin dış tarafından vurarak, polenleri sepete iyice yerleştirir ve kovana doğru yola çıkar. Kovana vardığında ise polenleri, özel olarak ayrılmış  olan polen hücrelerinden birine yerleştirecektir.

Pek çok böcek çiçeklerden polen taşır ama hiçbiri arılar kadar verimli sonuç alamaz. Bunun en önemli nedeni arıların polen toplamaya son derece elverişli olan vücut yapılarıdır. Polen toplama işi yoğun bir çalışma gerektirir, çünkü arının uzun süre çalışıp toplayarak kovana taşıdığı polen paketi ancak bir çifttir. Oysa tek bir petek gözünün polenle dolması için ortalama 20 çift polen paketine gereksinim vardır. Bu da arıların hiç durmadan hareket halinde olması demektir. 

Arılar çiçeklerden iki ayrı madde toplar. Bu iki maddenin hem içerikleri, hem toplanış biçimleri, hem de kullanım alanları birbirinden çok farklıdır. Çiçeklerdeki nektarı toplayabilmek için de arılar polen taşımak için kullandıklarından daha farklı bir sisteme ihtiyaç duyar. Çünkü çiçeklerin yapılarına göre nektarların bulunduğu yer de değişiklik gösterir. Bazı çiçeklerin nektarları çiçek yapraklarının üzerinde serbestçe görülecek şekildedir ve bu bölgeye böcekler kolayca ulaşabilir. Ancak bazı çiçek türlerinin nektarları ulaşılması daha zor olan, çiçeğin boru şeklinde uzayan dip tarafında bulunur. Bu yüzden böceklerin daha diplere inmesi ve nektarı çiçeğin o bölümünden çıkarması gerekir.

Bu durum pek çok böcek için sorun yaratırken arılar için bir problem oluşturmaz, çünkü arıların derinlerdeki bal özüne ulaşmalarını sağlayan boru biçiminde "proboscis" adı verilen bir organları vardır. Proboscis arının çiçeklerden kolay nektar toplamasını sağlar. Bundan başka bal ve su gibi maddeleri de bu organları ile toplar. Uzun bir burun olarak nitelendirilebilecek olan proboscis, arılar arasındaki besin değişiminde de rol oynar. Bu organ aynı zamanda kraliçe arının salgısının yalanmasında ve diğer arılara aktarılmasında da kullanılır. İşçi arılar proboscislerini kullanmadıkları zamanlarda, ağızlarının alt bölümünde bulunan boşlukta, z harfi görünümünde olacak şekilde içeri doğru katlarlar. Nektar, polen ya da su toplamak istediklerinde ise tekrar açarlar.

Arı bir çiçeğe konunca nektar damlacıkları önce emme hortumundan sonra da yemek borusundan geçerek "bal midesi" adı verilen bölüme akar. Arılar taşıyabilecekleri kadar bal özünü buraya doldurur ve kovana döner. Bu arada balarılarının yaklaşık 50 mm3'lük bir kapasitesi olan bal keselerini tamamen nektarla doldurabilmeleri için 100 ile 150 arasında çiçeği ziyaret etmeleri gereklidir.  

Arılar arasındaki iş bölümü nektar toplanması ve yerleştirilmesi işlerinde de açıkça görülmektedir. Şöyle ki nektar yüküyle dönen toplayıcı arı bunu hücrelere yerleştirmekle uğraşarak hiç vakit kaybetmez. Bunun yerine bu işle görevlendirilmiş olan arılara nektarı ağız yoluyla aktarır. Midesinde kendisine enerji verecek kadar bal bırakır ve hemen besin kaynağına doğru uçar. Kendisine nektar aktarılan görevli de duruma göre nektarı başka arılara verebilir veya depolayabilir. Bu işlem kovandaki arıların o andaki gıda ihtiyacına bağlıdır.


Kovandaki Isının Ayarlanması


Bazı canlılar yaşadıkları ortamın sıcaklığını dengede tutabilmek için kendi vücut ısılarını kullanırlar. Vücut sıcaklıklarıyla bu ayarlamayı yapabilenler memeli hayvanlar ve kuşlardır. Diğer pek çok canlının (kertenkele, yılan, kurbağa, balık, salyangoz, solucan, ıstakoz, böcek vs.) vücut ısıları ise yaşadıkları bölgenin ısısına göre değişiklik gösterir. 

Bu bilgiler göz önüne alındığında arı kovanlarındaki 35°C'lik değişmeyen ısı son derece dikkat çekicidir. Çünkü arılar da vücut sıcaklıklarında değişiklik yapamayan canlılardandır. Bu nedenle kovan içindeki sıcaklığı vücut sıcaklıkları ile dengeleyemezler. Ancak hareket etmelerinin sonucunda ortaya çıkan ısı ile kovandaki ısı dengesini sağlarlar. İşçi arıların kovan içindeki en önemli görevlerinden biri de kovandaki ısının ayarlanmasıdır. Balarıları, bulundukları ortam (ağaç kovuğu, kaya arası vs.) ve dışarının ısısı ne olursa olsun kovandaki ısıyı her zaman kontrolleri altında tutarlar. Bahar sonundan sonbahara kadar kovan ısısı 34.5°C-35.5°C arasında korunur. Balarıları ısı değişikliklerinden etkilenen canlılardır. Balmumu üretimleri, balın oluşumu gibi işlemlerin tümü belirli bir sıcaklıkta gerçekleştirilir. Kovandaki ısı değişikliğinden en çok etkilenenlerse yavru arılardır. Bu nedenle kuluçka odalarının sıcaklığına özellikle çok dikkat edilir. Gün içinde gerçekleşen sıcaklık değişikliklerine göre arılar kovan ısısını korumak için çeşitli çalışmalar yaparlar. Örneğin havanın daha soğuk olduğu sabahın erken saatlerinde işçiler petek çevresinde kümelenir ve vücut sıcaklıkları ile yumurtaları ısıtırlar. Gün ilerledikçe ve hava ısınmaya başladıkça arılar tarafından örülen küme yavaş yavaş dağılır. Eğer sıcaklık artmaya devam ederse işçilerin bir bölümü ısıyı düşürmek için kanatlarını yelpaze gibi sallamaya başlar. Hava akımını kovanın girişine ve peteklerin üzerine doğru yönlendirerek kovan ısısını düşürmeye çalışırlar.

Çok sıcak günlerde ise arılar daha şiddetli bir soğutma yöntemi kullanırlar. Yiyecek toplayan arılar kovan ısısı çok yükseldiğinde polen veya nektar yerine kovana, yakındaki su kaynaklarından aldıkları su damlalarını getirir ve bunları kuluçka hücrelerinin üzerine serperler. Daha sonra kanatlarıyla hava akımı oluşturarak bu damlaların içerisindeki suyu buharlaştırırlar. Bu soğutma sistemiyle kovanın ısısı kısa sürede eski haline döner. Bu konuyla ilgili olarak yapılan bir deneyde, sıcaklığın 50 °C'ye yükseldiği bir günde kovan tam güneşin altına konulmuş, arıların yakındaki bir su kaynağından sürekli su taşıyarak kovan içi sıcaklığını yaklaşık 35 °C'de sabit tuttukları gözlenmiştir. 

Arılar kış aylarında ısınmak için de yazın kovanı soğuturken kullandıklarına benzer bir yöntem kullanırlar. Kovan ısısı düştüğünde arılar önce sıkıca birbirlerine kümelenirler. Kalınlığı soğuğun şiddetine göre 2.5 cm ile 7.5 cm arasında olan bu arı kümesi, bir kabuk gibi peteği kaplar. Ana kümeye dahil olmayan arılar iç taraftadır, birbirlerine yakın olmalarına rağmen dışarıdakiler kadar sıkışık değildirler. Bu arılar sürekli hareket ederek dışarıdaki arılar için ısı açığa çıkarırlar. (Her bir arının 10 °C sıcaklıkta, dakikada 0.1 kalori ısı üretebildiği bilinmektedir.) Arılar daha çok ısı elde etmek için daha fazla hareket ederler. Dışarıdakiler ise büzülerek vücutlarının soğuğa daha az temas etmesini sağlarlar. Kümenin dışında yer alan arıların karınlarına depoladıkları besin bir süre sonra biter. Bunun üzerine iç kısımdaki arılarla diğerleri arasında yer değişimi yaşanır. Arılar arasındaki bu değişim, gerekli olan sıcaklık elde edilene kadar devam eder. Arılar bu yöntemi kullanarak hava sıcaklığı -30 °C'ye düştüğünde bile kovan ısısını yaklaşık olarak 35 °C'de tutabilmektedirler.


İşçi Arıların Ölümü


Koloninin tüm yükü üzerlerinde bulunan işçi arılar, doğdukları andan itibaren hiç durmadan çalışırlar. Bu yoğun tempo nedeniyle kovandan çıkıp yiyecek toplamaya başladıktan sonra ancak 3-4 hafta kadar yaşayabilirler.

İşçi arının ölümüne yol açan nedenlerden en önemlisi yiyecek arama işidir. Bu zor işin sonucunda arının beslenme ve balmumu bezleri zarar görür. Ayrıca işçi arı tüylerini kaybeder ve sonunda (toplam olarak yaptığı yaklaşık 800 km.lik bir uçuştan sonra) uçma kasları da tükenir. İşçi arılar genellikle kovandan uzakta ve görev başında iken ölürler. 

Sonbaharda yumurtalardan çıkacak yeni bireyler koloninin bakımını üstleneceklerdir. Bu arıların doğumu kışa denk geldiği için kovan dışına çıkmaz ve kendilerinden önceki arıların depoladıkları yiyecekler ile beslenirler.

Koloniyi oluşturan arıların ömürleri kısa olsa da koloniler oldukça uzun süre hayatta kalır. Öyle ki aynı koloni (orman yangını ve kuraklık gibi olağanüstü durumlar hariç) 20 yıl ve bazen daha da fazla süreyle varlığını koruyabilir.



Alıntıdır.

Siyahkaya Barajı / Silopi / Şırnak