17 Eylül 2024 Salı
16 Eylül 2024 Pazartesi
OSMANLI DEVLETİ'NİN DURAKLAMA İÇİNE GİRMESİ
15.yüzyılın sonlarına doğru; Osmanlı devlet ve toplum yapısı, bir büyük buhran geçirdi ve meydana gelen bozulmalara bağlı olarak, devletin gelişimi duraklayarak siyasi rakiplerine karşı eski gücünden uzaklaştı.
17.yüzyıla kadar, Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmi milyon kilometre kareyi aşan topraklarında; çeşitli milletlerden farklı din ve mezhep bağlıları, adalet çerçevesinde, hoşgörülü bir yönetim altında, huzur içerisinde yaşamaktaydılar. Osmanlı bu dönemde; siyasi, iktisadi, içtimai gücünü, istikrarını ve düzenini, kendi tebaasını devlete, cemaatlere ve diğer fertlere karşı koruyan ve her türlü uyuşmazlığı halleden; üretimi, tüketimi, dağıtımı nizama koyan, gelenekleşmiş ve müesseseleşmiş şer'i ve örfi hukuk ve adalet anlayışına borçludur.
Sokullu Mehmed Paşa'nın ölümünden (1579) sonra, devlet nizamında artarak devam eden karmaşa; askeri, mali ve eğitim alanındaki bozulmalar, toplum yapısını ve dengelerini bozduğu gibi dirliği ve düzeni de ortadan kaldırdı. Bu durum, devletin en büyük toprak kaybının gerçekleştiği Karlofça Anlaşması'na (1699) zemin hazırladı. Dönemin içinde bulunduğu şartları anlatan ilim adamlarının değerlendirilmesiyle;
«Nizam-ı aleme ihtilal, reaya ve berayaya infial geldi.»
Osmanlı Devleti'nin duraklamaya geçmesinin başlangıcını Kanuni'nin son dönemleri ve lll. Murad dönemine kadar geri götürenler olmakla beraber, Sokullu'nun ölümüyle (1579) başladığını söylemek, daha gerçekçi görünmektedir. Çünkü, devlet merkezinde zaafların ortaya çıkması bu döneme rastlamaktadır. Ulü'l-emre itaati esas alan yönetimin başına, Halife-Sultan olarak gelenlerin bilgi ve beceri bakımından kifayetsiz kişiler olması, bazılarının çocuk yaşta oluşu; bu muazzam cihan devletini zorluklara sokmuş, merkezi otoritenin zaafa uğramasına sebebiyet vermiştir.
Fatih döneminde devletin bekası ve taht mücadelelerinin önünü kesmek amacıyla caiz addedilen şehzadelerin katli meselesi, 18. yüzyılın başlarında Osmanlı tahtına oturtulacak şehzade sıkıntısını beraberinde getirdi. 1603 yılında benimsenen; «ekber ve erşed» şehzadenin tahta çıkması ve diğerlerinin sarayda sırasını beklemesi ise tecrübeden mahrum kişilerin işbaşına geçmesine yol açtı. Çünkü yükselme dönemi uygulamalarından farklı olarak, artık şehzadeler sancaklara sancak beyi olarak atanmıyorlardı. Bu yüzden sevk ve idare konusunda tecrübeden mahrum hükümdarlar, dünyanın en büyük devletinin başına geçmekteydi.
TOPRAK DÜZENİ ve TIMARLI SİPAHİLER
Osmanlı tımar sisteminin ve toprak düzeninin bozulması; devletin işleyişini sekteye uğratan, halk-devlet ilişkilerini olumsuz etkileyen hususlardan biri olarak kabul edilmektedir. Tımarlı sipahiler, barış zamanında imparatorluğun en önemli gelir kaynaklarının başında yer alan tarım alanlarının güvenliğini sağlıyor ve toprağın düzenli bir biçimde ekilip biçilmesine nezaret ediyordu. Osmanlı'nın taşradaki elini oluşturan tımarlı sipahiler, savaş zamanında da yüz binleri aşan sayılarıyla Osmanlı ordusunun temelini teşkil etmekteydi. Tımarlı sipahiler; cihad ve gaza anlayışına sahip olarak, severek orduya iştirak ediyordu. Ancak 16. asır boyunca doğuda ve batıda devam eden bir türlü sonlandırılamayan seferler sebebiyle, tımarlı sipahiler yorgun düşmüş, evinden-köyünden uzaklarda son derece mağdur olmuştu. Özellikle Kanuni döneminde batıya gerçekleştirilen dört büyük sefer ve İran'a gerçekleştirilen seferler; sadece askeri sınıfı yormamış, ülkenin kaynaklarının fazlaca harcanmasına, devletin mali sıkıntıya girmesine de yol açmıştı. Öte yandan ekilen araziler boş kaldığı gibi, uzun süreli savaşların ağır masraflarından bunalan ve sıkışan devlet, zaten doğru dürüst ekilemeyen arazilerin vergilerini tahsil ederken, alışılmış uygulamalarının dışına çıktı. Bu durum, taşrada dirlik ve düzeni büsbütün ortadan kaldırdı. Gelişmeler Anadolu'daki Celali isyanlarının mantar gibi çoğalmasına yol açtı ve bu isyanlara yer yer halk da destek verdi. Üstelik on yılı, on beş yılı geçen savaşlar sebebiyle asker kaçakları artmış ve bozulan düzenden yararlanan Osmanlı'ya hasmane tutum içerisindeki bazı sıra dışı dini gruplar kendilerine hayat sahası bulmuştu.
YENİÇERİ OCAĞl'NIN BOZULMASI
Öte yandan padişahın has ordusu veya merkez ordusunu teşkil eden Yeniçeri Ocağı da, bozulmadan nasibini aldı. «Devşirme» sistemiyle ocağa gayr-i müslim çocukları arasından asker kaydedilir, İslam terbiyesiyle yetiştirilerek sarayın ve merkezin askeri gücünü oluştururdu. 17. yüzyıldan itibaren sistem bozuldu ve ocağa Türk ve müslüman kökenliler de kaydedilmeye başlandı. Yeniçeri Ocağı'na usul ve an'anelerin dışına çıkılarak adam kaydetme, Osmanlı'nın maaşlı ordusunun sayısını üç-dört kat artırarak 80-90 binlere ulaştırdı. Rüşvet ve iltimasla elde edilen esame defterleri alınır satılır bir meta haline dönüştüğü gibi; «Ocak, devlet içindir.» anlayışı, yerini; «Devlet, ocak içindir.» anlayışına dönüştürdü. Bu durum Osmanlı maliyesini de olumsuz etkiledi. Maaş almaya gelenlerin ancak beşte biri savaşlara iştirak eder hale gelmiş, Yeniçeriler kuruluş felsefelerinin büsbütün dışına çıkarak lstanbuldaki birçok karışıklığın, su-i istimalin hatta üst kademelerdeki entrikalarının aleti olmuşlardı.
OSMANLI'NIN SINIRLARININ GENİŞLEMESİNİN OLUŞTURDUĞU ZAAFLAR
Osmanlı Devleti'nin kontrolü zor, tabii sınırlara ulaşmış olması ve topraklarının aşırı genişlemesi de duraklamaya yol açan bir diğer faktördür.
17. yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar batıda Balkanlar ve Tuna'ya kadar Orta Avrupa'yı ele geçirmiş bulunuyordu. Bu sınırlar Osmanlı Devleti'ni Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile sınır ülke haline getirmişti. Artık bu yöne doğru daha fazla ilerleme sağlaması imkansız gibiydi. Çünkü böyle bir hamle karşısında, Avrupa Haçlı Birliği derhal harekete geçme kararlılığındaydı.
Öte yandan aynı dönemde Kuzey Afrika fetihleri de tamamlanarak; Afrika ortalarına, çöllere kadar hakimiyet sağlanmıştı. Doğuda Safeviler geriletilerek Irak, körfez ülkeleri ve Kafkaslar büyük ölçüde denetim altına alınmıştı.
17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Osmanlı Devleti karada ulaşabileceği büyük hedefleri gerçekleştirdiği gibi; Karadeniz, Akdeniz ve Kızıldeniz'de rakiplerine karşı ciddi ve kesin bir askeri üstünlük sağlamıştı. Bu duruma bağlı olarak; Karadeniz, Ege, Akdeniz ve Kızıldeniz deniz ticareti ve güvenliği de Osmanlı hakimiyetine girdi.
Ancak Osmanlı Devleti; kendilerini yenileyen ve coğrafi keşifler sonucunda zenginleşen batılı rakiplerinin Büyük Okyanus ve Hint Denizi'ndeki hamlelerini yeterince değerlendiremedi. Böylece iç denizlerde gösterdiği performans ve başarıyı, dünyanın en önemli ticari merkezlerini ele geçirme ve bölge ticaretlerini denetim altına alma konularında gösteremedi. Esasen Osmanlı Devleti'nin yönettiği topraklarda uyguladığı ekonomik sistemin genel olarak; kendine yetecek kadar üretim, minimum tüketim anlayışıyla şekillendiğini söylemek yanlış olmaz.
TOPLUMUN KAYNAŞTIRILAMAYIŞI
Yaklaşık 20 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle, denetlenmesi zor bir büyüklüğe ulaşan imparatorluğun daha fazla genişleme şansı kalmadığı gibi; böylesine geniş bir coğrafyada yaşayan, dinleri, örfleri, kültürleri ve milliyetleri farklı toplulukları bir arada tutmak ve bir hedef etrafında barış içerisinde yaşatmak da kolay değildi. İmparatorluğun devasa sınırları dahilinde ata çakılacak bir nalın kaç akçe olması gerektiğini belirleyen devlet, toplumun bir arada yaşamasını mümkün kılacak sosyal kaynaşmayı başaramamıştı. İmparatorluğun kurucu unsuru Türkler, yönetici ve asker sınıfını oluşturmakta ve diğer müslüman unsurlar olan Boşnak, Arnavut, Çerkez ve Kürtlerle birlikte «millet-i hakime» olarak kabul edilmekteydi. Arapların yaşadığı topraklar, imparatorluğun bir parçası haline getirilmesine rağmen Araplar; yönetimde ve askeri alanda kibarca devre dışı bırakılmıştı. Osmanlılar Hicaz bölgesine ve mahalli idarecilerine son derece müsamahalı davranmakta, onları mali yönden desteklemekte, ancak kaynaşma sağlanması için yeterli adımları atmakta ihmalkar davranmaktaydı. Bu tercih, ilerleyen dönemlerde, toplumlar arası kopukluklara yol açtı.
Diğer hıristiyan tebaayı oluşturan Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar ve Romenler; İslami hoşgörü içerisinde, kendi cemaat liderlerinin kontrolünde, huzur içerisinde yaşamaktaydı. Ancak duygu, düşünce ve hayat tarzı bakımından kalplerinin ritmi; müslüman unsurlardan farklı bir biçimde atmaktaydı. Bu durum göz önüne alınarak İslam'ın tebliğ müessesesi yeterince işletilememiş, heyecan kaybedilmiş, dolayısıyla başkent İstanbul'a çok kısa mesafede bulunan Bulgarlar ile Fatih Sultan Mehmed Han'ın eman vererek öncelikli ve imtiyazlı azınlık haline getirdiği Rumlar ve Boşnaklarla aynı dili konuşan Sırplar, İslam medeniyetinin aktif bir parçası haline getirilememişti. Osmanlı hakimiyetini samimiyetle benimseyen ve; «Muhammed -SAS-'in yetimleri» olarak kollanan Ermeni topluluğu dahi İslami tesir sahasına alınamamıştı.
KARADENİZ'İN KUZEYİNDEKİ GELİŞMELERE SEYİRCİ KALINMASI
Osmanlı Devleti'nin, gücünün zirvelerini yaşadığı «Duraklama Dönemi»nde ihmal ettiği bir diğer konu da; Rusya'nın müslüman hanlıkları ele geçirerek Karadeniz'in kuzeyinde ve Kafkaslarda büyük bir güç olarak öne çıkmasını önleyememiş olmasıdır. Oysa Osmanlı Devleti, Altınorda Hanlığı'nın yıkılmasından sonra bölgede çok daha aktif olabilir; kısa, orta ve uzun vadede müslüman toplulukları himaye edebilirdi. Denizlerde ise; okyanuslara dayanıklı, ticari yönü de ağır basan filolar oluşturabilir, ticaret yollarının değişikliğe uğramasının yol açtığı ekonomik depremin sarsıntılarını azaltabilirdi.
MEDRESELERDE YOZLAŞMA
Medreseler; din bilimleriyle tecrübi bilimlerin birlikte okutulduğu Fatih ve Kanuni dönemindeki uygulamayı terk etmiş, bunun sonucunda da çağının büyük ilim yuvaları olma özelliğinden hızla uzaklaşmıştı.
Eğitim ve öğretim; yürüyen hayata uyumlu, hayatı kolaylaştıran teknolojik yeniliklere çözüm getirecek uzak görüşlülükten mahrum bir hale gelmişti. İlmi seviye düştüğü gibi, doğru dürüst bir eğitim ve öğretim programından geçmeden ilmi payeler verilen, bu sebeple de «beşik uleması» olarak anılan zırcahiller ortalığı kaplamıştı.
Oysa aynı dönemde Avrupa; yüzyılların uykusundan silkinerek ayağa kalkmış; başta fen bilimleri olmak üzere, coğrafya, tıp, ziraat ve mühendislik alanlarında atağa geçmişti. Madenlerin işletilmeye başlanması, deniz ticaretinin gelişmesi, balıkçılık ve diğer zanaatların yaygınlaşması, hayatın kolaylaşmasına yardımcı teknik gelişmelere öncülük yapan üniversitelerin kurulması gibi vakıalar, gelecekteki güç dengesinin ne tarafa döneceğinin işaretini vermekteydi. 17. yüzyılda İspanya ve Portekiz'in ardından özellikle İngiltere ve Hollanda; zenginleşmenin yolunun, güçlü ticaret filoları oluşturmaktan geçtiğini çoktan fark etmişlerdi.
Osmanlı, çağının en büyük ve en güçlü tarım imparatorluğuydu. Fakat Batı Avrupa'daki ve kuzeydeki amansız rakiplerinin inkişaflarına paralel olarak, onlarla baş edebilecek yeni gelir kaynaklarına ihtiyacı vardı. Denizleri ve deniz ürünlerini değerlendirmeyi, deniz aşırı ticaretten pay almayı ve tarım dışı gelir kalemlerini artırmayı sağlayacak yeni açılımlar yapmak zorundaydı. Üstelik tarım alanında; Batı Avrupa'da toprağı yılda üç-dört kez ekmek gibi, daha çeşitli ve daha kısa zamanda ürün elde etmede önemli adımlar atılırken, Osmanlı'da hala Hititler döneminde de uygulanan tarım yöntemleriyle üretime devam edilmekteydi. Tarihçi Samuel Purchas; yeni Avrupayı tarif ederken Avrupa'nın niceliğinin niteliğini aştığını şu küstah sözlerle ifade eder:
"Ölümlü insanlardan ölümsüzlüğe intikal edecek yegane gerçek şeyler olan sanatlar ve icatlardan söz edecek olursam, dünyanın geri kalanı bunlarla kıyaslanabilecek ne yapmıştır? Bir kere özgür sanatlar, Asya ve Afrika'daki okulları çoktandır terk ettikleri ve burada kolejler ve üniversiteler açıldığı için sadece bize mahsustur. Doğudaki bir Atina (ki Avrupa'nın eski şanıdır) artık Türk barbarlığıyla kirletildiyse, batıda onun yerine nice hıristiyan Atina'lar yarattık! Mekanik bilimlere gelince; saatlerde yaratılan yapay labirentleri, büyük gök cisimlerinin ve bunların hareketlerinin bu kadar küçük modellere yerleştirilmesini sayabilirim. Dev okyanusu kim sahiplendi ve koca dünyanın çevresini kim dolaştı? Yeni takımyıldızları kim keşfetti, buzlu kutuplara kim gitti, sıcak bölgeleri kim ele geçirdi? Hepsi bu mu? Avrupa sadece verimli bir tarla, bakımlı bir bahçe, hoş bir tabiat cenneti mi? Sürekli oturulacak bir şehir mi? Güç anlamında dünyanın kraliçesi mi? Özgür sanatlar için okul, mekanik bilimler için dükkan, ordu için çadır, silah ve gemi yapan bir tophane mi? Hayır, bunlar Avrupa'ya kartal kanatları veren ve onu yıldızlardan daha yükseklere çıkaran özelliklerinden en önemsiz olanları.
Osmanlı duraklamasını ele alırken acı fakat gerçek olan başka bir nokta da; Avrupa'nın gelişim dinamiklerinin bugün dahi İslam tarihçileri ve sosyologları tarafından ihmal ediliyor oluşudur. Oysa hıristiyan dünya görüşünün gemleyemediği batılı sömürgeci hırsını görmezlikten gelmeden, Avrupa'nın Allah'ın alemin işleyişine koyduğu fiziki, biyolojik ve sosyolojik kanunları kavrama, eşyanın künhüne varma ve hayatı kolaylaştıran teknik gelişmeleri elde etme konularındaki ısrarlı çabalarını her yönüyle tahlil edip değerlendirmemiz gerekmektedir. İslam coğrafyası bugün hala cehalet ve fakirliğin pençesinde, bir dizi problemle boğuşmaktadır.
DURAKLAMA DÖNEMİ (1579-1699)
CELALİ İSYANLARI
İSYANLAR ÖNCESİ GENEL DURUM
1579 yılından itibaren çoğu yetersiz veya çocuk yaştayken başa geçen padişahların zayıf yönetiminde; Osmanlı devlet merkezinde, büyük bir idari karmaşa yaşanmaya başlandı. Vezirler, saray ağaları ve ilmiye sınıfı arasındaki çekişmeler, taşra yönetimlerini de olumsuz etkiledi ve ülkenin her tarafında başıbozukluk meydana geldi. Adaletsizlik, kanunsuzluk, makam ve mansıp sahibi kişilerin rüşvete bulaşması gibi olumsuzluklar idari mekanizmada o denli yaygınlık kazanmıştı ki; Fuzuli'nin;
"Selam verdüm, rüşvet değüldür deyü almadılar!" şeklinde edebiyatımızda yer alan ünlü ifadesini haklı çıkarmaktaydı.
Avrupa'dan Osmanlı Devleti'ne kaçak yollardan giren gümüş, gümüşten kesilen Osmanlı para birimi akçenin değerinin düşmesine sebep oldu. Mustafa AKDAĞ'a göre; II. Bayezid zamanında 100 dirhem gümüşten 280 akçe kesilirken, 1596 sıralarında aynı miktar gümüşten 950 akçe kesiliyordu. Tabii olarak akçenin itibari kıymeti de ayar düşmesiyle beraber inmiş, bir flori altınının resmi rayici 35 akçeden 120 akçeye çıkmıştı. Bu da Osmanlı ekonomisini etkileyerek o yıllarda' teorisi yeterince bilinmeyen enflasyonu azdırmıştır. Neticede pazar esnafı ve halk, ülkede o güne kadar görülmemiş yüksek bir enflasyonla karşı karşıya kaldı. Huzursuzluk bununla da sınırlı kalmadı, ülkenin değişik bölgelerinde aşırı uç mezhep taraftarlarının da katıldığı sosyal patlamalara yol açtı.
Bu dönemin talihsizliklerinden biri de, Osmanlı topraklarının 1591-1595 yılları arasında yaşadığı kuraklıktır. Bu kuraklık, son 600 yılın en uzun süreli kuraklığıydı. Nitekim Anadolu'da yıkıcı, kavurucu kuraklık afetlerinin ardından ilk Celali isyanı 1596 yılında patlak verdi.
Kısacası padişahlar kifayetsiz, vezirler çapsız ve çıkarcı, esnaf ağır vergi yükü altında bunalmış ve milletlerarası pazarlardan olumsuz etkilenerek yoksullaşmış, yeniçeriler ve eyaletlerden gelen tımarlı sipahiler, doğu ve batıya yönelik ısrarlı ve uzun süren seferlerden dolayı yorgun ve bitap düşmüş vaziyetteydi. Gerek bu durumdan son derece rahatsız reayanın savaş yükü altında ezilmesi, gerekse celali eşkıyalarının Anadoluda dirlik ve düzen bırakmaması, dönemin hazin bir koreografisini oluşturmaktaydı.
CELALİ İSYANLARI
Dünyada Osmanlı Devleti aleyhine ekonomik, askeri ve siyasi birçok değişiklik yaşanırken; İmparatorluğun itici gücü Türklerin yoğun olarak yaşadığı Anadolu'nun birçok yerinde önü alınamayan isyanlar meydana geldi. Yapılan çok sayıda araştırmanın sonucu; bu isyanların, daha çok tımar düzeninin bozulmasından kaynaklandığını gösterir niteliktedir. Savaş döneminde başarıyla askerlik görevini yerine getiren tımarlı sipahiler, barış zamanında da hem halkın güvenliğini sağlamak hem de tarım üretimini gerçekleştirmek gibi hayati bir vazife icra etmekteydi.
1520'li yıllardan itibaren oldukça sık gerçekleşen ve uzun süren savaşlar, mali, idari, sosyal birçok problemin oluşmasına yol açtı. Osmanlı'nın asker kaynağını ve savaş giderlerini Anadoludan karşılama geleneği, tüm toplum kesimlerinde bıkkınlık verecek ve mali bakımdan tahammül edilemeyecek seviyeye çıkmıştı. Mesela III. Mehmed'in 1596 yılının Haziran ayındaki Haçova Seferi piyasalardan daha fazla mal çekilmesine yol açtı. Yola çıkacak yeniçerilerin, hububatı zorla alması; dükkanların kapanmasına sebep oldu ve arpanın kile fiyatını 50 akçenin üzerine çıkardı.
Toprağı ekmek için işgücü bakımından giderek yoksunlaşan halk, çaresiz bir biçimde Anadoluda asker kaçağı başıbozuk sipahi bölüklerinin eline düşmüştü. Sıkıntıların artması üzerine şehirlere göç hızlandı. Öte yandan zavallı reaya, medrese düzenindeki bozulmalara paralel olarak şehirlerde doğru dürüst eğitimlerini tamamlayamayan, işsiz ve istismarcı bir suhte (öğrenci) kitlesinin de yükünü taşımak zorunda kaldı. İsyanların bastırılamayışının bir diğer sebebi de, merkezi yönetimde güç kaybına uğrayan paşa ve yöneticilerin Anadolu'ya geçerek var olan olumsuzlukları siyasi ikballerine dayanak yapmalarıydı. Bu isyanların en büyüğü Karayazıcı isyanıydı. Kalenderoğlu (1607), Muslu Çavuş (1607), Yusuf Paşa (1607), Cennetoğlu (1625), İlyas Paşa (1627), Canbulatoğlu ve Karahaydaroğlu (1647) adlı şahıslar, dirliklerinin ellerinden alınması veya mahalli idarecilerin halka karşı yaptıkları zulümlerden dolayı ayaklanan diğer celaliler olmuştur.
KARAYAZICI İSYANI
Osmanlı Devleti'nde ilk büyük celali isyanı, XVI. yüzyılın sonlarında, Karayazıcı lakabı ile bilinen Abdülhalim tarafından başlatıldı. Resmi bir görevi olan Karayazıcı'nın isyan etme sebebi tam olarak bilinmemekle beraber, Osmanlı Devleti'nin yüzyılın ortalarından itibaren geçirdiği dönüşümün bir sonucu olduğu söylenebilir. 1599 civarında Urfa'da isyan eden Karayazıcı, kısa zamanda gücünü ve nüfuzunu artırdı ve 1,5 yıl süreyle Urfa'ya hakim oldu. Osmanlı Devleti, celali liderine sancakbeyliği makamı vermek suretiyle isyanı önlemeye çalıştı. Ancak Karayazıcı; Amasya ve Çorumda sancakbeyliği yaptığı dönemde de halka baskı ve zulümde bulunmaktan, etrafı tahrip etmekten geri durmadı. Faaliyetlerini Sivas ve Dulkadir eyaletlerini içine alacak şekilde genişleten Karayazıcı ve birlikleri; bölgedeki halkı tehdit ederek ağır salmalarla para topladılar, halkın mal ve erzakını yağma ettiler. İnsanlar; celalilerin korkusundan topraklarını terk ederek, müstahkem şehir ve kasabalara göç ettiler. Üzerine gönderilen Osmanlı kuvvetlerine karşı zaman zaman başarı kazanan bu celali lideri, son muharebesinde Bağdat valisi ve celali serdarı Hasan Paşa'ya mağlup olmuş ve kaçtığı Canik dağlarında ölmüştür (1602).
Dönemin olaylarını araştıran Mustafa AKDAĞ, celali ayaklanmalarının sosyal yapıyı nasıl etkilediğini kitabında şöyle özetlemektedir:
Celali «mirimiran sekbanları», suhte, sipah zorbası bölükleri gibi türlere ayrılan büyük soyguncu gruplar; azılı başbuğların ardına takılarak köyleri talan etmeye başlamışlardır. Bu olayların yarattığı karışıklıklarda; pek çok halk, çiftini çubuğunu bırakarak köyünden kaçtığı için, bunlardan genç olan erkeklerin gidip ötede başka bir isyancı gruba katılmaları ile sekban bölükleri bir çığ gibi büyümüş, artık pek çok köyler nüfuslarının üçte ikisini kaybettikleri gibi, celalilere ya da öteki soyguncu gruplara kışlak, yazları da şehirlere-kasabalara saldırılarında eğrek olmuşlardır. Bu denli geniş göçmelerin sonucu olarak, bir haylisi ıssız kalan köylerden toprakları verimli olanların büyük çoğunluğunda kapıkulları, ümera, çavuş, müderris ve halktan güçlü olanlar çiftlik kurmuşlardır. Çiftlik sahipleri üretimde; ekinciliği değil, hayvancılığı üstün tuttukları için, kaçan köylülerin kerpiç, harçsız duvar ve başka şeylerden yapılmış harap kılıklı konutları yerine, bu gibi köylerde çiftliklerin haremlik-selamlık bölmeli konakları, ahır. samanlık ve öteki yapılar yükselmiştir.
Celalilerin sorumsuzlukları ve acımasızlıkları gerçekten tam bir felaketi yansıtmaktaydı.
1604 yılında Tavil ve Karabaş adamlarının soyduğu Kayseri Sancağı, 1605 ve 1606da Erzade, Zülfikar Paşa ve Ağaçtanpiri, Ali Gazi adlarındaki dört çetin sekban tarafından sürüler halinde arka arkaya harabeye çevrildi. Hatta bunlar Zamantı Kalesi'ni ele geçirip birçok kişileri acımadan öldürdüler. Celaliler, dirlik sahiplerinin veya mukataa eminlerinin vergi olarak köylüden topladıkları para, erzak ve öteki şeylerini zaptettiklerinden başka; koyun, keçi ve sığır sürülerini; at, katır, öküz, inek ve öteki hayvanları buradan alıp şuna, buna gayet ucuza satıyorlar ya da kendilerine gizlice yataklık edenler eliyle şehir pazarlarına döküyorlardı.
OSMANLI-AVUSTURYA REKABETİ OSMANLI-AVUSTURYA (1593-1606) SAVAŞLARI
Sokullu Mehmed Paşanın 1579 yılında ölümüyle «Duraklama Dönemi»ne giren Osmanlı Devleti'nin bu dönemde en çok savaştığı ülke, Avusturya olmuştur.
1593'ten 1606'ya kadar süren ve Kanije Zaferi'nin de kazanıldığı Osmanlı-Avusturya savaşları; Avusturyalılar tarafından «Uzun Türk Savaşları» ya da «Uzun Savaşlar» diye adlandırıldığı gibi, ilk çatışmalar 1591 de başladığı için, « 15 Yıl Savaşları» olarak da anılmaktadır.
Kanuninin Macaristan'ı fethederek, Orta Avrupa'da kesin bir askeri üstünlük sağlamasını hiçbir zaman içine sindiremeyen Avusturya; yakaladığı her fırsatta sınır ihlalleri yapmaktaydı. Osmanlı Devleti'nin askeri gücünü büsbütün eriten İran seferleriyle uğraşmasından ve Anadolu'da bir türlü sona erdirilemeyen Celali İsyanlarının bastırılması ile ilgili sıkıntılarından yararlanarak, bölgede inisiyatifi ele geçirmek arzusunu taşımaktaydı.
Papa ve diğer Avrupa devletleri tarafından oluşturulan yeni bir haçlı ittifakının sınırda başlayan saldırılarına karşı Bosna Beylerbeyi Telli Hasan Paşa, 1593 yılında Avusturya topraklarına büyük bir akın harekatına girişti. Ancak bu girişim, beklenmedik ve ağır bir mağlubiyetle neticelendi. Hasan Paşa ve onunla birlikte savaşan çok sayıda Osmanlı askeri şehid düştü. Sınırda yaşanan bu tehlikeli gelişmeler üzerine III. Murad, Avusturya'ya savaş ilan etti. Bu savaşın gerekçesi olarak da Avusturya'nın 1533 yılında yapılmış olan İstanbul Antlaşmasına uymayarak yıllık vergisini ödememesini de gerekçe gösterdi.
Avusturya'ya yapılacak bu sefer için Sadrazam Sinan Paşa komutasında bir Osmanlı ordusu görevlendirildi. Budin Beylerbeyi de emrindeki kuvvetlerle orduya katıldı. Ancak düşmanla girişilen savaşta, Osmanlı kuvvetleri bir kez daha başarılı olamayarak yenildi. Askeri üstünlüğü ele geçiren Avusturya ordusu, Macaristan'daki çok sayıda kaleyi ele geçirdi ve 1594 yılı baharında da Estergon Kalesi'ni kuşatma altına aldı. Ancak Osmanlı takviye kuvvetlerinin yetişmesi üzerine, kaleyi almayı başaramadılar. Cephede bu olumsuz gelişmeler olurken; Osmanlı Devleti'ne tabi olan Erdel, Eflak ve Boğdan Beyleri de Papanın teşvikiyle isyan edip Avusturya tarafına geçtiler. Öte yandan Osmanlı Devleti'nin içine düştüğü askeri ve siyasi buhrana 1595 yılında Padişah III. Murad'ın beklenmedik vefatı da tuz-biber ekti.
HAÇOVA MEYDAN MUHAREBESİ (1596)
Yeni Padişah III. Mehmed; bu yenilgi haberine ilaveten, Estergon Kalesi'nin de düşmesi üzerine, devlet ileri gelenleri ve ordunun arzusuna uyarak, bizzat sefere çıkmaya karar verdi.
III.Mehmed, 25 Haziran 1596 da İstanbul'dan hareket etti. Erdel ile Avusturya arasındaki haberleşme yollarını kontrol altında bulunduran ve stratejik açıdan önem taşıyan Eğri Kalesi'ni 19 gün süren kuşatmadan sonra 12 Ekim 1596 da fethetti. Burada bir süre konaklayan Osmanlı kuvvetleri, Avusturya ordusu hakkında bilgi almak için Haçova'ya bir öncü kuvvet gönderdi. Öncü birliğin yenilgiye uğraması üzerine derhal harekete geçen Osmanlı merkez ordusu, Haçova meydanında Avusturya kuvvetlerini büyük bir yenilgiye uğrattı. (26 Ekim 1596) Bu zafer, Osmanlı'nın yıpranan imajını biraz olsun düzeltti. Ayrıca bu savaş, Osmanlı tarihinin zaferle sonuçlanan son büyük meydan savaşı oldu. Bu büyük zaferden sonra sınır boylarında Avusturya ile karşılıklı akınlar düşük yoğunlukla devam etti. Oysa Haçova'dan sonra askeri açıdan yüklenilse; bölgede Osmanlı'nın her zaman hedeflemiş olduğu istikrar, sağlanabilir görünmekteydi.
TİRYAKİ HASAN PAŞA
1600 yılında sefere çıkan Sadrazam İbrahim Paşa, Osmanlı-Avusturya sınırında ve Belgraddan Orta Avrupa'ya açılan askeri yol üzerinde stratejik öneme sahip Kanije Kalesi'ni 40 günlük kuşatmanın ardından almayı başardı. Kanije'nin düşmesi, Avusturya için endişe verici bir gelişme olarak kabul edildi. Avusturya Arşidükü Ferdinand, 50.000 kişilik kuvvet ve 42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı. (1601) Ordusunda; başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere, İtalya, İspanya, Papalık askerleriyle gönüllü Fransız ve Macar birlikleri de yer almıştı.
Osmanlı askerleri 9 Eylül'de topçu atışıyla kaleye saldırıya başlayan müttefiklerin açtığı gedikleri; geceleri bin bir zorlukla, kapatmaya çalışmışlardır. Tiryaki Hasan Paşa; savunma sırasında kalede 100 kadar top bulunmasına rağmen, müttefık kuvvetlere, kalede top olmadığı intibaını vermiştir. Böylece öncü kuvvetleri aldatan Hasan Paşa, esas Avusturya ordusu kuşatmaya başladığında şiddetli bir top ateşi ile düşmana büyük zayiat verdirmiştir. Bundan sonra Hasan Paşa sık sık huruç harekatı yaptırarak müttefik kuvvetleri yıpratmıştır. Diğer taraftan da Sadrazam'a haber göndererek yardım talebini anlatan mektupları, Avusturya ordusunun yol güzergahına bırakarak onları yanıltmıştır. Ancak gerçekten de ihtiyacı olan yardımı alamamıştır. Buna karşılık takviye kuvvetler alan Avusturya ordusu; yeniden hücuma geçmiş, bu şiddetli hücumlar, Hasan Paşa'nın tedbir ve uygulamaları sayesinde bertaraf edilmiştir. 18.000 ölü veren müttefik kuvvetlerin, bir avuç Osmanlı kuvvetine karşı başarısız olması askerin maneviyatını artırmıştır. Kaleyi ne pahasına olursa olsun geri almak isteyen Arşidük; kış bastırdığı halde kuşatmadan vazgeçmemiş, askeri barındıracak siperler ve yer altı mevzileri kazdırmıştır. Hasan Paşa; kalede bulunan askerin bir kısmıyla dışarı çıkıp haçlı güçlerine hücum etmiş, bu karşı saldırıyla şaşkına dönen müttefik kuvvetleri, her şeyi bırakıp kaçmaya başlamışlardı. Bu bozgun sonrasında 47 top, 14.000 İtalyan tüfeği ve daha birçok savaş levazımatı ganimet alınmıştır. Bozgundan kaçanlar, Arşidük'ün etrafında yeniden toplanmışlarsa da Hasan Paşa, ele geçirdiği topları Üzerlerine çevirerek Avusturyalıları büyük bir yenilgiye uğratmıştır. ( 15 Kasım 1601)
Bu zafer haberi İstanbul'a ulaştığında; büyük bir sevinç meydana getirmiş, şenlikler yapılmıştır. Müdafaada kahramanca çarpışanların rütbeleri yükseltilmiştir. Padişah III. Mehmed, Tiryaki Hasan Paşaya vezirlik beratıyla birlikte çeşitli hediyeler vermiştir. Sultan III. Mehmed ayrıca gönderdiği hattı hümayunda;
"Sen ki Kanije Beylerbeyi ve tedbirli vezirim Hasan Paşasın. Allahın yardımıyla yaptığın hizmet bana bildirilip, esirgemediğin çalışmaların şükranla karşılandı. Berhudar olasın. Sana vezirlik verdim. Seninle beraber kalede kuşatılmış olan askerlerim ki, manen oğullarım demektir, yüzleri ak olsun:· diyerek kahramanları takdir etmiştir.
Sonuç olarak; bir kahramanlık nişanesi ve askeri sevk ve idarede bir maharet örneği olan bu savunma sayesinde Avusturya askeri hezimete uğratılmaya muvaffak olundu. Tiryaki Hasan Paşanın, Kanijede sergilenen savunmayla birlikte kale çevresinde cereyan eden muharebenin sevk ve idaresinde gösterdiği büyük başarısı, tabii ve suni engelleri aşmadaki üstün zeka ve kabiliyeti, her türlü takdirin üstünde kabul edilmektedir. Ayrıca harp taktiklerini en iyi şekilde kullanarak silah, araç ve gereç bakımından kendisinden kat kat üstün olan müttefik kuvvetlere karşı psikolojik harp yöntemlerini başarıyla uygulayarak üstünlük sağlamıştır. Tiryaki Hasan Paşa ilerlemiş yaşına rağmen, duraklama devrinde, askeri disiplin ve fedakarlık hislerinin zayıflamaya başladığı bir ortamda, kuvvetli şahsiyetinin etkisiyle, emrindeki askerlerden tek vücut bir kitle teşkil edebilmiştir.
Bu bol ganimet elde edilen üstün taktiklerle düşmanı mağlup eden savunmadan sonra, Osmanlı kuvvetleri, bölgede bozulan dengeleri yeniden kurmak amacıyla Macar ve Erdel (bu günkü batı ve orta Romanya) beyliğinde Osmanlı idaresini tekrar kurma girişimlerinde bulundu. Erdel beyinin Avusturya ile gizlice anlaşarak Erdeldeki bazı kalelere Avusturya askerleri yerleştirmesi ve Ortodoks Romen halka çeşitli mezalimlerde bulunması üzerine halk, Boçkayı isimli bir Erdel beyzadesi önderliğinde Avusturyalılara isyan bayrağı açtı. Bu gelişmeler Osmanlı yetkilileri tarafından dikkatlice takip edilmekteydi. Nite¬ kim Vezir-i Azam Lala Mehmed Paşa'ya müracaat ve kendisinden yardım talep edilmesi üzerine kendisine Erdel krallığı beratı, bir taçla beraber gönderildi. Ve her türlü yardımın yapılacağı bildirildi. Bununla da yetinilmeyerek askeri başarıları için fiilen kuvvetler sevk edildi. Estergon Kalesi'ni zaptettikten sonra Sadrazam Lala Mehmed Paşa, Peşte sahrasında on bin civarındaki Macar halkı önünde Boçkayı'ya, Erdel krallık tacını giydirip beline kılıç kuşattı. Böylece Boçkayı Avusturya kuvvetlerine karşı güçlendirilmişti. Öte yandan Eflak bölgesinde de Osmanlı otoritesi nisbeten sağlandıktan sonra, Avusturya ile tarafların uzlaştığı Zitvatorok Antlaşması (Kasım 1606) imzalandı.
ZİTVATOROK ANTLAŞMASI
Tarafların kesin üstünlük kurmada zorlandığı, kendi iç meselelerinin arttığı bir siyasi durum, iki tarafı da barışa yaklaştırdı.
Anlaşmaya göre; Eğri ve Kanije Kaleleri Türklerde kalacaktı. Ayrıca Avusturya hükümdarı Bec Kralı şeklinde aşağılanmayacak ve Kayser unvanıyla Osmanlı padişahına denk kabul edilecekti. Avusturya'nın her yıl ödediği vergi kaldırılmakta, bir defaya mahsus 200.000 kara kuruş tazminat vermeyi kabul etmekteydi. Barış 20 yıllığına geçerli olacaktı.
Bu antlaşmaya göre, görünüşte Osmanlıların birkaç kale ve şehir almasıyla üstün olarak kazanılmış, fakat hakikatte ise devletin manen sukutunun birinci kademesini teşkil etmiştir. Muharebenin on dört sene sürmesi, Osmanlı ordusunun artık Kanuni devrindeki enerjisini kaybettiğini göstermiştir.
ZİTVATOROK BARIŞINDAN SONRA OSMANLI'DA GENEL DURUM
Osmanlı merkezi yönetiminde var olan siyasi istikrarsızlık, on yedinci yüzyıl boyunca artarak devam etti. 1. Ahmed'in genç yaşta vefat etmesi ve saltanat için yetişkin evlat bırakmaması üzerine; Osmanlı tahtına 26 yaşında dimağen hasta olan biraderi 1. Mustafa, devlet geleneklerine aykırı olarak çıkarıldı. Fakat akli melekelerindeki rahatsızlık saklanamaz hale geldiğinden, devlet ileri gelenlerinin müdahalesiyle tahttan indirilerek yerine 1. Ahmed'in 14 yaşındaki oğlu II. Osman (Genç Osman) hükümdar ilan edildi. Genç hükümdar, dinamik bir kişiliğe ve ıslahatlarla devleti toparlayacak bir vizyona sahipti. Ancak yaşı gereği, devlet tecrübesinden yoksun olduğu gibi, devleti yeniden ayağa kaldıracak kıratta güçlü yardımcı kadrolardan da mahrumdu. İyi niyetle ıslahatlar gerçekleştirmek için teşebbüste bulunmasına rağmen, yeniçerilerin engellemeleri yüzünden buna muvaffak olamadı.
II. OSMAN DEVRİ
Il. Osman, ordunun başına geçerek Lehistan'a sefer düzenledi. Ancak bu seferden; yeniçerilerin isteksizliği, başıbozukluğu ve yer yer savaştan firar etmeleri yüzünden arzulanan, devlete yeni bir ruh verecek sonuç elde edilemedi. Il. Osman; Hotin Kalesi önünde, bu ordunun artık devrini tamamladığını gözlemleyerek, yeni bir ordu kurmak gerektiği kanaatine vardı. Fakat tecrübesizliğinden dolayı, bu durumu açıkça etrafındakilere duyurdu. Her şeye rağmen; genç hükümdarın azmi, cesareti ve kararlılığı neticesinde Lehliler, Kanuni dönemi şartlarını esas alan bir barışı istemek zorunda kaldı.
Nihayet yeniçeri askeri; Genç Osman'ın hacca gitme bahanesiyle Mısır ve Şam kuvvetlerinden yeni bir ordu oluşturacağı söylentisi üzerine, harekete geçti. Tahtan indirilen Il. Osman, tecrübesizliğinin ve devlet erkanındaki insicamsızlığın bedelini; Yedikule Zindanı'nda yeniçeriler tarafından feci bir biçimde işkenceye tabi tutularak, hunharca öldürülmek suretiyle ödemiş oldu.
IV. MURAD DEVRİ
Osmanlı tahtına, 1. Mustafa'nın kısa dönem yeniden çıkarılması garabetinin ardından; Eylül 1623'te, henüz 11 yaşında olan IV. Murad getirildi. Dağıtılacak cülus için hazinede para olmadığından; Enderunda bulunan altın ve gümüş, darphaneye verilerek para kestirildi ve cülus bahşişi olarak dağıtılabildi.
IV. Murad'ın ilk yılları; iç karışıklıklar ve ordunun serkeşliklerinin öne çıktığı, yöneticiler arasındaki mücadele ve saray entrikalarından taşraya yansıyan isyanlarla geçti. Yeni padişah, yaşının olgunlaşması ve devletin işleyişine vukufıyetinin artmasından sonra ipleri ele aldı. Sertlik yönü ağır basan bir dizi ıslahata imza attı. Yeniçeri Ocağı'nı zapturapt altına almak için, hiçbir fırsatı kaçırmadı. Tütün ve içki yasağında aldığı tedbirlerle, sosyal alanda da devletin varlığını yeniden hissettirdi. İçte otoritesini sağlamlaştırıp devlet bürokrasisini bir nizama soktuktan sonra, İran üzerine seferler düzenledi ve Bağdat'ı yeniden ele geçirdi. Uzun mücadeleler sonucunda Safevilerle günümüze kadar kalıcılığını koruyan Kasr-ı Şirin Antlaşması'nı imzaladı. IV. Murad bazı şahsi zaaflarından dolayı vefat ettiğinde sadece 29 yaşında bulunuyordu.
İBRAHİM DEVRİ
Osmanlı tahtına I. İbrahim (1640-1644) çıktığında; içeride devam eden müessese temelindeki çürüme, dışarıda ise vaziyeti idare etme adına mevzii başarılarla geçti. Bu dönemde; bazı komutanların ferdi başarılarının etkisiyle, Kırım'a yapılan saldırılar önlendi. Batıda ise Venediklilerle yapılan mücadeleler sonrasında, Girit adasında bulunan bazı limanlar Osmanlıların eline geçti.
AVRUPA'DAKİ MEZHEP SAVAŞLARI
Sultan Süleyman'ın ölümü üzerinden yaklaşık yüz yıl geçmişti. Osmanlı Devleti; içeride karışıklıklar, idari ve mali problemlerle boğuşmaktaydı. Avrupa'da artık fetihler dönemi kapanmıştı. Ancak rakip devletlere toprak da kaybedilmiş değildi. Bunun önemli bir sebebi; hem dini hem de siyasi olarak Avrupada reform karşıtı hareketlerin başlaması ve Avrupa devletleri arasında Otuz Yıl Savaşları'nın çıkmasıydı. Avrupa'da bazı devletler; Osmanlı'yla ittifak arayışına girmiş, ancak Osmanlı Devleti böyle bir yardımı verecek durumda olmadığı için, bu çabalar sonuçsuz kalmıştı. Öte yandan, 1648 Vesfalya barışıyla Batı Avrupa'da siyasi dengeler değişti ve yeni bir dönem başladı. 1618 yılından beri devam eden mezhep savaşlarının sonunu getiren bu barıştan sonra, Şarlken'in rüya ve arzusu olan «Avrupa Birleşik Katolik İmparatorluğu» hayali sona erdi. Bu süreçte İspanya askeri açıdan geriledi ve Avrupa siyaseti üzerindeki ağırlığı azaldı. Askeri açıdan güçlenen ve kalabalık bir nüfusa sahip XIV. Louis yönetimindeki Fransa, Elbe Nehri'nin batısında kalan topraklarda üstünlüğü ele geçirdi. Bu arada; gelecekte, Habsburglar'ın Avusturya İmparatorluğu'nu zorlayacak ve güçlü rakibi olacak olan Prusya Krallığı'nın temelleri de, Brendenburg seçici prensliğinin oluşmasıyla atılmaktaydı. Böylece Almanya'daki yüz civarındaki prenslik; zamanla Prusya'nın denetimine girecek, sonra da Alman krallığını oluşturacaktır. İngiltere ve Hollanda, bu dönemde denizaşırı sömürgelerden doğan ekonomik avantajlarını sürdürme ve genişletme gayreti içerisindeydi. Öte yandan Avrupa'yı kasıp kavuran bu mezhep savaşları; batının askeri teknolojisinin, savaş taktik ve tekniklerinin gelişmesine, kendilerini avantajlı kılacak birikimin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu durum Osmanlı Devleti'ni Orta Avrupada rakiplerine karşı zor durumda bırakacak bir gelişmeydi.
KÖPRÜLÜLER DÖNEMİ ISLAHATLARI
Köprülüler; on yedinci asrın en buhranlı dönemlerinde, Osmanlı Devleti'nin gerilemesini, aldıkları sert tedbirler ve yerinde kararlarla durdurmayı başarmış bir vezir ailesidir. Bu ailenin fertleri; Köprülü Mehmed Paşanın vezirliğe getirilişinin ardından, Osmanlı devlet teşkilatının içinde sadece Sadrazam olarak bulunmamış; komutan, Sadaret Kaymakamı ve Kaptan-ı Derya olarak uzun yıllar hizmet etmişlerdir.
Devletin yeniden güçlendirilmesinin, kanun ve nizamların tavizsiz olarak uygulanmasından geçtiğini düşünen bu önemli devlet adamları; devlete çekidüzen vermek için hiçbir sertlikten çekinmemişlerdi. Nitekim kısa vadede devlet nizamında olumlu tesirleri görülen bu katı tavır, köklü ıslahatlarla kalıcı iyileşmeye dönüşememişti. Çünkü duraklamaya ve çürümeye yol açan sebepler, çok daha geniş kapsamlıydı. Kısacası problemler bataklığında, sineklerle başarılı mücadele geçici çare olmuş; ancak devletin nizam ve intizamı için gerek orduda gerek ilmiye teşkilatında gerek de ekonomik ve askeri teknoloji alanında birçok yeniliğin yapılması gecikmiş ve bozulan müesseseler arasında ahenk bir türlü kurulamadığı gibi, sosyal ve kültürel yapıda meydana gelen erozyonlar da önlenememişti. Yine de Duraklama Dönemi'nde Köprülüler, devleti eski ihtişamına döndüren hamleler yapmayı başardılar.
En büyük mesele; ordunun eski gücünden uzaklaşması, rakiplerin yeni disiplinli ve mücehhez ordular kurmasıydı. Osmanlı Devleti'nin Avusturya İmparatorluğu'na ilk yenilgisi, 1644 yılında St. Gothardda olmuştur. Bu savaşın önemi; 17. yüzyılda Osmanlı ordusunun ve askeri bilgisinin, dönemin gelişmelerinin arkasında kaldığını açık bir biçimde göstermesidir. Otuz Yıl Savaşları sonunda, Avrupa ordularının; teşkilatlanma, eğitim, önderlik, taktik ve malzeme açısından çok büyük tecrübeler ve gelişmeler kazandığı anlaşılmıştır. Köprülü'nün ilk başarıları ve iyimserliğine rağmen, Osmanlı ordusunun; atadan kalma yöntemleriyle, çağın gerisinde kaldığı ortaya çıkmıştır.
KÖPRÜLÜ MEHMED PAŞA (1656-1661)
Köprülülerin ilki Mehmed Paşa; Osmanlı Devleti'nin en zor zamanlarında şartlar sürerek üstlendiği Sadrazamlık yılları boyunca, hem ülke içindeki başıbozuk tavır ve isyanlarla baş etmeye çalışmış, hem de çeşitli yerlere düzenlediği seferlerle zaferler kazanmıştır. Mehmed Paşa, Sadrazamlık yıllarında sert tedbirlere başvurdu; evvela ülke içinde kol gezen zorbaları yakalatıp cezalarını verdi. Daha sonra orduya el atarak ocaklarda düzeni sağladı. İstanbuldaki karışıklıklarda; yeniçeri kıyafetine soktuğu hıristiyanlarla müslüman ahaliyi zarara uğratan Rum Patriği'ni idam ettirdi. İstanbul'daki ulema sınıfı arasındaki kargaşayı önledi ve bu sınıfın huzurla hizmet görür hale gelmesini sağladı. Daha sonra Çanakkale Boğazı'nı kapatmış olan Venediklilere karşı harekete geçerek Venediklileri boğazdan attı ve ablukaya son verdi. Venedik işgali altındaki Bozcaada ile Limni adalarını geri aldı. Ardından; Eflak, Boğdan ve Erdel'deki isyanları ve Anadoludaki Abaza Hasan Paşa ve celali isyanını başarıyla bastırdı.
Köprülü Mehmed Paşa, yaşının bir hayli ilerlemesinden dolayı yorgundu. Bu yüzden Padişah'a kendisine halef olarak Halep Beylerbeyi tayin edilen oğlu Fazıl Ahmed Paşayı telkin etti. IV. Mehmed'in kabul etmesi üzerine Fazıl Ahmed Paşa çağrıldı, önce Sadaret Kaymakamlığı'na, babasının Edirnede vefatının ardından da Sadrazamlığa getirildi.
FAZIL AHMED PAŞA ve GİRİT'İN FETHİ (1669)
Girit; Ege Denizi'nde stratejik açıdan önemli bir konuma sahip olması sebebiyle, Osmanlı Devleti için alınması önem arz eden bir kale durumundaydı. Fatih Sultan Mehmed zamanından itibaren Doğu Akdeniz'deki adalara birer birer hakim olan Osmanlı Devleti; Kıbrıs'ın alınmasından (1571) sonra, Afrika'daki toprakları ile İstanbul arasındaki deniz yolları üzerinde bulunan ve Doğu Akdeniz hakimiyetini tehdit eden Girit'in de ele geçirilmesine büyük önem vermiştir.
Venediklilerin hakimiyeti altında bulunan ada; uzun süre Ceneviz ve Venediklilere Adalar Denizi'nde rahat hareket alanı sağlamış ve Osmanlı Devleti'nin Ege'nin tamamına hakimiyetini engellemiştir. Aynı zamanda ada, korsan gemilerine bir üs ve sığınak haline gelmiş, böylece Anadolu ve Ege kıyıları ile Afrika sahilleri arasındaki Osmanlı deniz ulaşımını tehdit eder duruma gelmiştir. Ayrıca Girit'i üs olarak kullanan Venediklilerin; deniz yoluyla Osmanlı kıyılarına sürekli saldırıda bulunmaları, Osmanlı Devleti'nin 1645 yılında harekete geçmesine sebep olmuştur. Bu tarihten 1669'da Kandiye'nin alınmasına kadar süren Girit Savaşları, Osmanlı Devleti'nin on yedinci yüzyıl boyunca yürüttüğü en uzun harplerden biri olmuştur. Fazıl Ahmed Paşanın ısrarlı tutumları sonucunda Venedikliler adayı teslim yoluyla terke mecbur kalmışlardır.
5 Eylül 1669'da Osmanlı Devleti ile Venedik arasında bir teslim ve barış anlaşması imzalandı. Anlaşmaya göre;
1. Kandiye Kalesi bütün cephanesiyle teslim edilecek,
2. Suda ve Esparlonga (Spirna, Longa) ile Granbusa (Karanbasa) palangası Venediklilerde kalacak,
3. Akdeniz'deki Osmanlı adalarına Venedikliler tecavüz etmeyecek,
4. Bosna taraflarında Dalmaçya hududundaki Kilis Kalesi Venediklilere bırakılacaktı.
Böylece Girit, Fazıl Ahmed Paşanın 30 aylık kuşatmasının ardından toplam 245.000 şehid verilerek Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Anlaşmanın imzalanması ve Venediklilerin şehri boşaltmasından sonra kale, 27 Eylül'de törenle Fazıl Ahmed Paşa'ya teslim edilmiştir.
Girit Savaşı, hem Osmanlı tarihi hem de Venedik tarihi için bir dönüm noktası olmuştur. Bu savaşla, Venedik devletinin öncelikle Doğu Akdeniz'de hakimiyeti sona ermiştir. Osmanlı İmparatorluğu ise Akdeniz'in stratejik açıdan en önemli adasını ele geçirmiştir.
Girit Savaşları, Osmanlı donanmasını da etkilemiştir. Bu savaşlara kadar Osmanlı donanmasının temelini; zayıf, fırtınaya karşı dayanıksız olan, eski çektiriler oluşturmakta idi. Avrupa'da yaygınlaşan yelkenli kalyonlar ise; daha güçlü, daha fazla personel taşıyabilen, daha modern gemiler idi. Osmanlı donanmasında çektirilerden kalyonlara geçişin yaşandığı dönem, Girit Savaşları ile başlamıştır. On yedinci yüzyıldaki bu büyük zafer sonucunda Ege Denizi'nden Akdenize açılmanın kilidi olan Girit; Osmanlı topraklarına katılmış ve süreç içerisinde, Osmanlı kurum ve kuruluşlarının yerleşmesiyle fetih, kalıcı hale getirilmiştir.
LEHİSTAN ve AVUSTURYA İLE MÜCADELELER
BUCAŞ ANTLAŞMASI (1672)
Genç Osman'ın Hotin Seferi'nin ardından, Lehistan (Polonya) ile Osmanlı Devleti arasında elli yıl süren bir barış süreci yaşandı. Ancak Lehlilerin Osmanlı himayesindeki Ukrayna Kazaklarına saldırması, barışın bozulmasına yol açtı. Sultan IV. Mehmed ve Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa, Kazaklara yardım için Lehistan Seferi'ne çıktı. Osmanlı ordusunun üst üste kazandığı askeri başarıların ardından, Lehistan barış istemek zorunda kaldı.
Lehistan'la -Kırım Hanı'nın aracılığıyla- Temmuz 1672 de Osmanlı Devleti'ni kuzeyde en geniş sınırlara taşıyan Bucaş Antlaşması imzalandı. Buna göre, stratejik askeri konumu ve eşsiz güzellikleri bilinen Kamaniçe Kalesi'nin de içinde yer aldığı Podolya bölgesi Osmanlı hakimiyetine girdi. Antlaşmaya göre Ukrayna bölgesi de, Osmanlı hakimiyetini tanıyan Kazaklara bağlı kaldı. Lehler (Polonya) her yıl 220 bin duka haraç ve 70 bin taler tazminat ödeyecekti. Ayrıca Lehler, Kırım Tatarlarına ödemekte olduğu haracı vermeye devam edecekti.
Ancak bir çeşit demokrasiyle yönetilen Lehistan'ın Meclisi; ünlü komutan ve geleceğin Lehistan hükümdarı Jean Sobieski'nin antlaşmanın reddedilmesi yönünde gayret ve tahriklerde bulunmasıyla, antlaşmayı geçersiz saydı. Ve Şansölye Andreas Olsoyski'nin; "Rubicon'u aştık. Artık geri dönmek mümkün değildir." sözü sadece Bucaş Antlaşması'nın yırtılmasına değil; Jean Sobieski'nin siyasi gücünün artmasına, ardından da hükümdarlığa yükselmesine yol açtı. Nitekim hasta, çaresiz ve yorgun Leh Kralı; bu gelişmenin ardından, siyasi sahneden çekilmek zorunda kaldı.
Jean Sobieski, Bucaş Antlaşması'nın bozulmasının ardından güçlü bir orduyla Hotin Kalesi'ne saldırarak kısa sürede ele geçirdi. Podolya bölgesinde bazı askeri başarılar elde etti. Bu tehlikeli gelişme üzerine; Osmanlı Devleti'nde Kuzey Orduları Serdarlığına, Şeytan İbrahim Paşa tayin edildi. Yeni komutan, güçlü bir ordu ve Tatar yardımcı kuvvetlerinin de yer aldığı birliklerin desteğiyle bölgeye intikal etti. Sınırlı askeri gücüyle zor durumda kalan Jean Sobieski, barış arayışlarına girişmek zorunda kaldı. Kamaniçe'nin kendilerine geri verilmesi, Ukrayna Kazakları üzerindeki Osmanlı hakimiyetinin kaldırılması taleplerini içeren Lehlerin barış isteği reddedildi. Türkleri iyi tanıyan ve Türkçe de bilen Jean Sobieski; daha önce akdedilmiş olan Bucaş Antlaşması'nın, maddi yükümlülükleri kaldırılarak yenilenmesini, kabul etmek zorunda kaldı.
İMRE TÖKELİ AYAKLANMASI ve OSMANLILARIN BATIYA YENİ SEFERİ
Kanuni zamanında yapılan Avusturya barışına göre Avusturya hakimiyetine bırakılan Macar topraklarında yaşayan Kalvinistler ve halkın zorla Katolikleştirilmesine karşı çıkan Macar asilzade sınıfı, Almanlardan ve Kayser'in zorba yönetiminden hiç memnun değildi. Hatta yer yer silahlı ayaklanmada bulunmakta, bu amaçla Osmanlı Devleti'nden Erdel beyi Apafi Mihal vasıtasıyla yardım istemekteydiler. 1667 yılında, Fazıl Ahmed Paşa kendisine müracaat eden muhaliflerin yardım taleplerini dinledi ve «Avusturya ile barışın devamı adına»; Avusturya'ya karşı askeri yardım için işbirliği teklifleri reddedildi. Daha sonra müteaddit aralıklarla tekrarlanan bu istekler, Osmanlı Devleti tarafından istikrarın korunması amacıyla yerine getirilmedi. Üstelik 1677 yılında, Bab-ı Ali Macar milliyetçilerine destek vermeyeceğini resmen de açıkladı.
Ancak Macaristan'da huzursuzluk bir türlü sona ermiyor, sınır ihlalleri eksik olmuyor, Avusturya-Alman güçlerine karşı Macar asillerinin ayaklanması ve Osmanlıdan yardım taleplerinin ardı arkası kesilmiyordu.
Fazıl Ahmed Paşadan sonra aynı aileden sadrazamlığa getirilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa döneminde; Macar İmre Tökeli ayaklanması, bazı kale ve şehirleri ele geçirmesiyle ciddi bir boyuta ulaştı. Bu durum Kara Mustafa Paşa'nın sadrazamlığını batıda bir zaferle taçlandırma adına, yeni bir fırsatı ortaya çıkardı. Esasen bu durum; Köprülüler Dönemi'nin bütününde takip edilen; «Avamı gölgeler ve dumanla beslemek» politikasının gereği olarak, bir şehir veya kale ele geçirilerek tabii sınırlarına ulaşmış Osmanlı Devleti'nde «saray hoşnut, halk da zinde tutulmalı» anlayışı için uygun kaçınılmaz özellikteydi.
1681 yılında İmre Tökeli Sazthmar'ı da ele geçirdi. Muhaliflerin birçok Macar vilayetinde inisiyatifi ele geçirmesi, İstanbul'da memnuniyetle karşılandı ve kazanılan başarılar adeta Osmanlı zaferi olarak addedildi ve açıktan yardıma, ardından da fiilen askeri müdahaleye karar verildi.
1682 yılında Budin Beylerbeyi'nin komutasındaki Türkler, harekete geçerek kısa bir kuşatmanın ardından Macaristan ve Slovakya sınırındaki Fülek Kalesi'ni ele geçirdi. Büyük sefer öncesinde bir keşif harekatı niteliği taşıyan bu yürüyüşle beraber, tahkimatlarla Osmanlı askeri varlığı güçlendirildi. Avusturya'ya gözdağı verilerek; Macarların İmre Tökeli önderliğindeki yeni yönetimi, Sultan'a bağlı vassal devlet olarak ilan edildi.
Öte yandan Avusturya ve Jean Sobieski'nin liderliğindeki Lehistan, gizlice askeri dostluk ve işbirliği antlaşması imzaladı.
Artık, Osmanlı ve Avusturya devletleri yeni bir savaşın eşiğine geldi. Nihayet 1683 Nisan'ında Kara Mustafa Paşa büyük bir orduyla yeni bir batı seferi için yola çıktı. Orduya Afrika ve Basra'dan da eyalet askerleri katıldı. Ordu Belgrad'a vardığında, Osmanlı Sultanı IV. Mehmed'in ve ordu komutanlarının huzurunda, Macarların yeni yönetimi için taç giyme merasimi yapıldı.
Belgrad’dan kuzey istikametine doğru, Serasker Kara Mustafa Paşa önderliğinde ilerleyen ordu, stratejik konumdaki Yanıkkale'ye ulaştı. Burada Kara Muslafa Paşa; yazılarıyla, bölgedeki Macar güçlerini İmre Tökeli bayrağı altında toplanmaya davet etti. Yürüyüşünü sürdüren Osmanlı ordusu, Mohaç Ovası'nı aştı. Eflak ve Boğdan kuvvetlerinin katılımıyla, İstolni Belgrad karargahına ulaştı. Kırım Hanı Murad Giray da burada kuvvetleriyle orduya dahil oldu. Ayrıca 150 gemiden oluşan Tuna ince donanması da ordunun mühimmat nakli ve bölgenin güvenliği için Tuna'da hazır bulundurulmaktaydı.
II. VİYANA KUŞATMASI
Temmuz ayında Viyana önüne gelen Osmanlı ordusu, şehri derhal kuşatma altına aldı. Kuşatma sırasında Kara Mustafa Paşanın; karargahında, kuşatma konusunda görüş ve düşüncelerini öğrenmek istediği Erde! beyi Apafı Mihal şunları söyledi:
''Askerlerinize, mühimmat ve cephanenize söz yok. Cümle hıristiyan devletleri bir yere gelse bu cemiyete malik olamaz ve mukabelenize kimse gelemez. Lakin Beç (Viyana) sarp kaledir. Gelindiği gibi eğlendirilmeyip yürüyüş veya vire ile alınması mümkün olaydı güzel iş idi. Ve illa bu teenniye göre (ağırdan alış) fethi gittikçe güçleştirir. Bu kadar insan ve hayvana dağlar dayanmaz. Ganimet elde edenler kaçarlar. Hem kalıt u galaya uğrar ve hem de buralarda erken gelen kıştan çok sıkıntı çekersiniz. Haber aldığımıza göre; İmparator, hıristiyan devletlerden yardım istemiştir. Benim fikrime göre; Yanıkkale'nin zaptına himmet edip kışı orada geçirerek düşman topraklarını vurmuş olsa idiniz, İmparator'u amana düşürürdünüz. Mademki Yanıkkale'yi almadınız, Tuna'nın etrafını vurup sonra Uyvar üzerinden Budin'e gidip kışı orada geçiriniz."
Bu değerlendirmeye karşılık Merzifonlu Kara Mustafa Paşa;
"Sen Nemçe'den (Avusturya) korkuyorsun. Var git Yanıkkale altında zevkine bak." diyerek onu huzurundan kovdu.
Bu arada hezimetten çekinen Avusturya İmparatoru Leopold, kuşatma başlamadan bir hafta önce şehri terk etti ve Viyana'ya 60 saat mesafedeki Lenz kasabasına çekildi. Şehrin savunmasını, 20 bin kişilik ordusuyla Sterhemberg Kontu Ernst yapmaktaydı. Osmanlı ordusu; kenar mahallelerden itibaren, imparatorluk başkentini sıkıştırmaya ve 300 topla dövmeye başladı.
Ancak Papa'nın gayretiyle; Viyana'ya, Avrupa'nın birçok yerinden yardım akmaya başladı. Kuşatmanın uzaması üzerine, Osmanlı ordusunda yiyecek sıkıntısı baş gösterdi. Hayvanlar için de yeterli yemin bulunamayışı, ciddi hayvan telefatına yol açmaktaydı. Öte yarıdan Kara Mustafa Paşa'nın civardaki mevzileri tutmak amacıyla kuvvetlerinin bir kısmını göndermesi de, kuşatmanın derinleşmesini ve zafere dönüşmesini önlemekteydi. Buna rağmen Adana Beylerbeyi Mehmed Paşanın; kuşatmayı yarma harekatına girişen bir Alman ordusunu yenmeyi başarması, şehrin teslim olacağı ümitlerini artırmaktaydı.
Bölgedeki diğer hıristiyan devletler de endişeliydi. Lehistan Hükümdarı Jean Sobieski'nin;
"Bugün Viyana elden giderse Varşova'yı kim koruyacak?" ifade ve anlayışı, kuşatmanın ve savaşın seyrini değiştirdi. «Müttefik Haçlı Güçleri»ne kumanda eden Sobieski; Tuna'yı aşarak, Osmanlı ordusunun sol geri hatlarına sarkmayı başardı.
Öte yandan durumun giderek ağırlaştığını gören Kara Mustafa Paşa; bir büyük saldırı gerçekleştirerek, bazı askeri mevzileri ele geçirdi. Ancak, Budin Beylerbeyi İbrahim Paşanın Sobieski kuvvetlerine yenilmesi, baskınların ardından ordu düzeninin bozulması ve Tuna ağzını tutmakla görevlendirilen Kırım Hanı'nın yeterli gayreti göstermemesi; büyük bir bozgunu beraberinde getirdi.
Nitekim 10 Ekim 1683'te Jean Sobieski, Parkanlar'dan (Ciğerdelen'den) eşine yazdığı mektubunda;
"Bu seferde Tatarlar yine yoktu. Yalnızca birkaç yüz kadar... Görüyorum yeni Kırım Hanı da tıpkı diğer eski han gibi bizimle savaşmak istemiyor:' diyordu.
MERZİFONLU KARA MUSTAFA PAŞA'NIN İDAMI ve ŞAHSİYETİ
Geri çekilen kuvvetleriyle Belgrad'a dönmek zorunda kalan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, başarısızlığının bedelini; Viyana Kuşatması'nı zamansız bulan Sultan IV. Mehmed tarafından gönderilen görevlilerce idam edilerek ödedi. Oysa ölüm fermanını büyük bir tevekkül içinde karşılayan Sadrazam; mağrur, inatçı ve sert kişiliğinin yanında; sevk ve idare kudretine malik, cesur bir karaktere sahipti. Viyana önünde kahramanca taarruzları, askerin cesaretini artırmak için bizzat çatışmalara katılması, haçlı askeri takviye kuvvetlerinin kıskacından kurtulmak için olağanüstü direnişi; bozgunu önlemeye yetmemişti. Bozgundan sonra da müdebbir bir vezir olarak; dağılan Osmanlı askerini toplaması, bölgedeki kalelerin tahkim ve takviyesi, daha büyük felaketlerin önünü kesmişti.
Viyana Bozgunu, Avrupa'nın ortalarına kadar girmiş olan Türk ordularının son seferidir. Bu dönüş, Kanuni Sultan Süleyman döneminden sonra bir durgunluk dönemi geçiren Osmanlı ordularının, Avrupa'yı telaş ve heyecana düşüren istilalarının sonu olmuştur.
«KUTSAL İTTİFAK»IN KURULMASI
Papa XI. İnnocent'in isteği doğrultusunda; daha önce gerçekleşen Lehistan ile Avusturya arasındaki ittifaka, Nisan 1684 tarihinde Venedik de katıldı. Buna göre; Osmanlı Devleti'ne karşı Avusturya ve Lehistan karadan saldırırken, Venedik de donanmayla savaşa katılacak ve Dalmaçya kıyılarından Osmanlı kuvvetlerine hücum edecekti. Yapılan işbirliği anlaşması çerçevesinde, hıristiyan aleminin hükümdarları ve özellikle Rus Çar'ı da «Kutsal İttifak»a katılmaya davet edilecekti. Nitekim Ruslar; Lehistan ile aralarındaki anlaşmazlıkların aşılmasının ardından, 1686 yılı Nisan'ında Osmanlı karşıtı cephede yerini aldı. Ardından Kırım ve Azak bölgesine ordu göndererek yeni bir cephe açmış oldu.
Viyana Kuşatması'nı yarmayı başaran «Müttefik Haçlı Güçleri»; İran ile de ittifak yolları aramış, ancak Süleyman Şah, ittifak isteğine ret cevabı vermiştir. Ayrıca Etiyopya hıristiyanları da; «Müttefik Haçlı Güçleri»nin, Osmanlı'ya bağlı Mısır'a saldırı taleplerine olumlu cevap vermedi.
MÜTTEFİK HIRİSTİYAN GÜÇLERİYLE SAVAŞLAR
Jean Sobieski'nin; Viyana Zaferi'nin parıltısından gözleri kamaşmıştı, Osmanlı ordularının çok kısa sürede yenileceğini umarak 1686-1691 yılları arasında Lehler adına Boğdan'a saldırılar gerçekleştirdi. Ancak umduğunu bulamadığı gibi, ısrarlı saldırıları da Osmanlı güçleri tarafından püskürtüldü.
Oysa Avusturya'nın Viyana ablukasını yararak, Osmanlı güçlerine karşı büyük bir zafer kazandıktan sonra, ilk hedefi; Budin'i ve bütünüyle Macaristan'ı ele geçirmek idi. Çok geçmeden, Osmanlı şan ve şeref hatıralarının ebedileştiği Estergon Kalesi düştü. Daha sonra yoğunlaştırılan mücadelelerin ardından; Uyvar Kalesi istikametinde tüm topraklarda, Macaristan ve Erdel bölgesinde askeri üstünlük Avusturya kuvvetlerinin eline geçti.
Charles de Lorraine komutasındaki ittifak güçleri, Budine saldırdı. Budin Valisi Abdurrahman Avni Paşa (Arnavut); tepeleri tutup yardım gelmesini engelleyen düşmana karşı, iki buçuk ay kahramanca direndi. Ancak Eylül 1686'da, askerleriyle birlikte kanının son damlasına kadar direndi ve göğüs göğüse son mücadelelerin ardından şehid oldu. Bu kahraman askerlerin eşsiz direnişi ve düşmana büyük zayiat verdirmesinin ardından, Budin Kalesi Avusturya'nın eline geçti. Bu durum, Macaristan'daki 150 yıllık Osmanlı hakimiyetinin kaybolmasına yol açtı. Budin'deki müslüman halk, kadın ve çocukların iniltileri arasında kılıçtan geçirildi ve kaledeki Osmanlı eserleri yok edildi.
Osmanlı için buhranlı yıllar devam etmekteydi. 1687 yılında; Mohaç Ovası'nda yaşanan mağlubiyet ve 20 bin Osmanlı askerinin şehid olması, Osmanlı sarayında taht değişikliğine yol açtı. Ordu; IV. Mehmed'in devlet işleriyle ilgilenmediği, devamlı av eğlencelerinde gününü gün ettiği gerekçesiyle, İstanbul'a yürüdü ve kendisini tahttan indirerek Il. Süleyman'ın tahta çıkmasını sağladı. Aynı yıl Venedikliler; Atina'yı ele geçirdikleri gibi Avusturyalılar da Eğri Kalesi'ni ele geçirdiler. İstolni Belgrad Kalesi de Habsburgların eline geçerken, müslüman halk kılıçtan geçirildi.
KÖPRÜLÜ FAZIL MUSTAFA PAŞA'NIN DEVLETİ TOPARLAMASI ve ŞEHADETİ
1689 yılında, Köprülü ailesinden değerli bir asker ve devlet adamı olan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa sadrazamlığa getirildi. Devlete nizamat verme adına, iç karışıklıkları bastırmakla işe başlayan Köprülü Fazıl Mustafa Paşa; halkı ezen gereksiz vergileri ortadan kaldırdı. Saraydaki değerli eşyaları darphanede paraya çevirerek, maliyeyi düzeltme yoluna gitmiş ve ordudaki asker sayısını azaltarak orduyu yenilemiştir. Devlet adamlarının padişaha hediye takdimini kaldırmış; böylece devlet adamlarının üstlerine yaranma adına, halkı külfetler altına sokmasının önüne geçmek istemiştir.
Paşanın Avusturyalıların üzerine yürüyerek Niş, Budin ve Belgrad'ı geri almayı başarması; orduya güven verdiği gibi, halka da büyük bir moral oldu.
Bu arada ordunun toparlanmasının etkisiyle, Yunan cephesinde de kısmi bir başarı sağlandı ve Avlonya Kalesi Venediklilerden geri alındı.
1691 yılında Avusturya Seferi'ne çıkan Fazıl Mustafa Paşa, Salankamen'de düşman ordusuyla karşılaştı. Çok yoğun çarpışmalar sonucu, Avusturya ordusunda ilk dağılmalar başladı; bu arada, Kırım Hanı'nın ordusu da Osmanlı ordusunun yanında savaşmak için ilerliyordu. Osmanlı kuvvetleri; Tuna'da, 800 kayık dolusu düşman erzakını ele geçirdi. Osmanlı ordusu, savaşı başarıyla sürdürmekte ve düşmana büyük zayiat verdirmekteydi. Ancak savaş devam ederken, Fazıl Mustafa Paşa; orduyu cesaretlendirmek için ön saflara çıktığı bir sırada, alnına isabet eden kurşunla şehid oldu. Askerlerden saklanamayan bu facia, Osmanlı hatlarının çözülmesine yol açtı. Osmanlı ordusunun bocaladığını gören Habsburg kuvvetleri, tam taarruza geçtiler. Kırım Hanı savaş yerine geldiğinde, dağılmış Osmanlı ordusuyla karşılaştı. Talihsiz bir biçimde yeni bir bozgun yaşanmış ve ordunun tüm ağırlıkları düşmanın eline geçmişti.
Osmanlı'nın askeri gücünü kuzey bölgesine yoğunlaştırmasından yararlanan Venedik de Mora ve Adriyatik'te mevzii başarılar elde etti. Ayrıca Rusya da fırsattan istifade ederek; «Müttefik Haçlı Güçleri»ne katılmanın meyvesini, Karadeniz'in en stratejik kalesi olan Azak Kalesi'ni ele geçirerek topladı.
Osmanlıların, «Kutsal İttifak Devletleri»yle 15 yıl süren ve yer yer bazı başarıların da yer aldığı yorucu ve amansız mücadeleleri; Zenta yenilgisi ile noktalandı. Nitekim Il. Mustafa kumandasında üçüncü kez Avusturya üzerine sefere çıkan Osmanlı ordusu; Zenta'da, Prens Eugene'in kuvvetlerince Tisa Irmağı'nda sıkıştırıldı. Osmanlı ordusu 30 bin kayıp vererek dağıldı. Bu savaşta, Vezir-i Azam Elmas Mehmed Paşa da şehidler arasındaydı. Uzun süren savaştan yorgun düşen Osmanlı Devleti; İngiltere Hükümeti'nin araya girmesi sonucu, Osmanlı Devleti'nin batıda en büyük kayıplara uğradığı Karlofça Antlaşması'nı imzaya razı oldu.
1699 yılında Karlofça Kasabası'nda (Şimdi Sırbistan sınırları içerisinde yer almaktadır.) imzalanan bu antlaşmaya göre; Banal ve Temeşvar hariç bütünüyle Macaristan ve Erdel Beyliği Avusturya'ya bırakıldı. Ukrayna ve Podolya, Lehistan'ın hakimiyetine girdi. Mora ve Dalmaçya kıyıları, Venediklilere verildi.
Ahmet Meral’in Kısa Dünya Tarihi adlı kitabından alıntılanmıştır.
31 Ağustos 2024 Cumartesi
18 Ağustos 2024 Pazar
15 Ağustos 2024 Perşembe
13 Ağustos 2024 Salı
-
Fırtınanın Savurduğu Bir Halkın Mücadelesi AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ'NİN KURULUŞU (1783) AMERİKA'DA KOLONİLERİN KURULMASI Amerik...
-
PROTESTANLIĞIN DOĞUŞU Reform; kelime anlamıyla; «bir şeyin aslını bozmadan onda yapılan değişiklikler» şeklinde tarif edilirse de ıstılahi...
-
Şu altı şey zararlıdır: 1- Amirlerin sefih olması. 2- Kan dökülmesi. 3- Hükmün satılması. 4- Akrabadan uzak...